SÖYLEŞİ
KÜRŞAT ASLAN
MUHAMMED ENSAR SÖZGEN
İslam’ın doğru bir şekilde anlaşılması, yaşanması ve temsiliyeti noktasında siyer ve sünnetin önemi üzerine İsmail Lütfi Çakan hocamız ile bir hasbihal gerçekletirdik.
’Efendimiz’in (sas) 13 yıllık Mekke hayatındaki sünnet tavrı ile 10 yıllık Medine hayatındaki sünnet tavrını Siyer-Sünnet ilişkisi bağlamında nasıl anlamalıyız?
Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ, Resûlü Hz. Muhammed Mustafa’ya salât u selâm, âl ve ashâbına ve onların yoluna güzelce tabi olanlara saygı ve ihtiram ile sözlerime başlarım.
Mekke döneminde Efendimizin siyreti ve dolayısıyla sünneti, özünde “Sizin dininiz size benim dinim bana”[1] âyet-i celilesinin ortaya koyduğu ölçü çerçevesinde, tevhid tebliği, sabırlı olma ve şiddete baş vurmama tavrıdır. Buna güncel ifadesiyle “diklenmeden dik durmak, inancını yaşamak” da denilebilir.
Medine döneminde ise tebliğ, devlet olma ve medeniyet kurma çerçevesinde fitneyi bertaraf etmek için savaş dahil her türlü mücadeleyi kapsayan çok yönlü ve dinamik bir sünnet tavrıdır. Bir başka ifade ile, İslâm’ın fert ve toplum planında hayata intikalini yani yaşanır hale gelmesini sağlama ve bu hayat modelini evrensel çapta örneklendirmeyi hedefleyen kurumlaşma ve sistemleşme ağırlıklı bir tavırdır. Tabir-i câiz ise, buna kısaca “meydan okuma” tavrı da denilebilir.
Siyerin en önemli aktörlerinden birisi de hiç kuşku yok ki sahâbe efendilerimizdir. Bu bağlamda sahâbe efendilerimizin sünnet anlayışları nasıldı? Sistematik olarak aralarında bazı farklılıklar olduğu söylenebilir mi?
Allah hepsinden razı olsun, ümmetin ilk nesli olarak sahâbîler, Peygamber Efendimiz zamanında ve maiyyetinde yaşamış olmak gibi büyük bir ayrıcalık sahibidirler. Onların siyere tanıklık hatta ortaklık etmeleri ve sünnete tereddütsüz teslimiyet göstermeleri, meziyetlerinin ya da özelliklerinin başında yer alır. Dolayısıyla sahâbîler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından belirlenip ortaya konulmuş olan sünneti, kendiliklerinden değiştirmeye kalkışmaz, hikmetini anlamakta zorlansalar bile onu olduğu gibi kabul eder ve güçleri yettiğince uygularlardı. Onların genel anlayış ve tavırlarını “Sünneti, ancak koyan kaldırır”, “Sünnet bir başka sünnet ile değiştirilebilir” cümleleriyle ifadelendirmek mümkündür. Mesela Hz. Ömer’in Hacer-i Esved’i öperken söylediği meşhur sözlerinde ve yine hac ibadeti uygulamasındaki kimi hareketleri önce değiştirmeyi düşündüğü halde sonra “bunu Resûlullah böyle uygulamıştır” diye düşüncesinden vazgeçmesi olayında görüldüğü gibi sahâbîlerin kendilerini aşıp sünnete bağlı kalmaları, onların sünnet karşısındaki karakteristik tavrıdır.
Ashâbın sünnet anlayışı
Ashâb-ı kirâmın sahip olduğu bu genel ve temel tavır, sünnet pratiği açısından aralarında hiç farklı yaklaşım olmadığı anlamına da gelmez. Dolayısıyla aralarında sistematik değilse bile tabiî bazı anlayış, değerlendirme ve uygulama farklılıklarının yaşanmış olduğu tarihi bir gerçektir. Meselâ, Allah kendisinden ve babasından razı olsun, Abdullah İbn Ömer’in bildirdiğine göre, Hendek harbinden sonra Peygamber Efendimiz “Hiç kimse Benû Kurayza yurdundan başka bir yerde ikindi namazını kılmasın!” buyurmuştu. Sahâbîlerin bir kısmı henüz yolda iken ikindi oldu. İçlerinden kimileri Efendimizin bu beyanını lafzî anlamda değerlendirip “Biz emredilen yere varmadıkça (vakit geçse bile ikindiyi) kılmayız” dediler. Bazıları da ğâî/sözün maksadına yönelik bir yorum yapıp “Hayır, biz kılarız. Resûlullah bize namazı yasaklamayı kasdetmemiştir” (Resûlullah’ın maksadı süratle hareket etmemizdir, yoksa vakit geçse de ikindiyi yolda kılmayın demek değildir) demişler, ikindi namazını yolda kılmışlardır. Daha sonra durum Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e anlatılınca o, onların bu farklı davranışlarından dolayı hiç bir grubu ayıplamamış (yani sükût buyurmak suretiyle her iki düşünce ve uygulamayı da onaylamış)tır.”[2]
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Resûlullah Efendimiz (sas) hakkında hem itaatten hem ittibadan bahsetmektedir. Bu iki emri, sünnet ile irtibatımız çerçevesinde nasıl anlamalıyız?
Özünde ittiba/uymak, izlemek birinin peşinden gitmek anlamı ile Peygamber’e; itaat/kulluk, emir ve yasaklara isteyerek uymak manasıyla Allah’a yöneliktir. Ne var ki bu iki fiil, sizin de belirttiğiniz gibi Efendimiz hakkında kullanıldığı gibi, birbirinin yerine de kullanılmaktadır. Meselâ Şuara suresi’nde görüldüğü gibi Peygamberler hep “Allah’tan kokun ve bana itaat edin” çağrısında bulunmuşlardır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e de deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana ittiba edin, tabi olun/uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..[3] emri verilmiştir. Yine deki: Allah’a ve Resûlüne itaat ediniz,[4] Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.”[5]
Biz, gönderdiğimiz her peygamberi, Allah’ın izniyle yalnız kendisine itaat edilsin diye gönderdik.”[6] âyetleri de bu iki kavramın birbirinin yerine kullanıldığının örnekleri arasında yer almaktadır.
Bunlar ve konuyla ilgili diğer ayet-i kerimelerden anlaşıldığına göre ittiba, itaat’i de içine alır. Yani her ittiba aynı zamanda itaat demektir. İttiba’yı “tâbi olmak, izlemek”, itaati de “tâat/kulluk, emir ve yasakların gereğini yerine getirmek” diye aralarında fark gözetsek bile, itaat ve ittiba, tabi olunana göre övülen veya yerilen davranış olmakta da birleşirler. Yani Allah’a ve Resûlüne itaat ve ittiba güzel görülüp övülmüş, şeytana itaat edip peşinden gitmek/ittiba[7] ise yasaklanıp yerilmiştir.
Belki burada bu iki terim arasında şöyle bir farkın olduğu da düşünülebilir: İttiba, herhangi bir emir ya da yasak olmadan kendiliğinden birini taklid edip izlemektir. İtaat ise, mutlaka bir emir veya yasağa uymak, gereğini istenildiği şekil ve şartlarda yerine getirmek demektir. İtaatin zıddı isyan; ittibaın zıddı ise, ibâ/ibâe, çekinmek, direnmek ve uyumsuzluktur.
İttiba’yı, günlük yaşayışı anlamında Siyer-i Nebi’ye; itaati tüm kapsamıyla Hz. Peygamber’in Sünnet-i seniyyesine uymak diye de anlayabiliriz, diye düşünüyorum. Günlük beşeri işlerde Hz. Peygamber’in yapıp ettikleri fıkıh açısından “vâcibü’l-ittiba” değildir, denilir. Fakat hiç kuşkusuz, sünnet ile ilişkimiz bakımından “sâlihü’l-ittiba”dır.
Bazı kimseler zaman zaman Hz. Peygamber’e ittiba etmek ile taklit etmeyi bir tutuyorlar. Bu iki eylem arasında bir fark var mıdır?
Taklid kişiye; ittiba delile yönelik iki eylemdir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise kişi/beşer olmakla beraber ümmetin delilidir. Yani Efendimize uymak demek, onun yaşayış biçimine, edille-i şer’iyye’nin ikincisi olan sünnete hayatı uydurmak demektir. Bir başka deyişle, onun hayatını taklit etmek, iman gereğidir. Bu, asla terim anlamında basit ve körü körüne bir taklit değil, tam aksine İslâm kimlik ve kişiliğinin elde edilmesi için gerekli olan delile ittiba anlamında taklittir. Zira sadece Hz. Peygamber’in hayatı dindir. Hani halk arasında pek yaygın olan “Hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme!” sözü de bize göre ‘Hz. Peygamber’den başka kimsenin hayatı din olarak taklid edilemez’ anlamında bu temel ilkeyi belirlemektedir.
Sünnetin hidayet oluşu
Şah Veliyyullah ed-Dihlevi merhum, dinin tahrif sebeplerini yedi madde halinde sıralarken haklı olarak “Ğayr-i ma’sum kişilerin taklidi’ni[8] de sayar. Hz. Peygamberden başka hiç kimsenin günah işlemekten korunmuşluğu/ma’sumiyeti olmadığı halde, Şia gibi kimileri imamlarını masum kabul edip onların sözlerini dinde delil kılarken, kimileri de şeyh, üstad ve hocaefendi diye kabullendikleri kimselerin sözlerini ve hayatını “din onun yaşayışından ibaretmiş” gibi benimseyip ona göre hareket etmek suretiyle dinin yozlaştırılmasına/tahrifine ne yazık ki âlet olmaktadırlar. Bir kez daha vurgulamak isterim ki, “ma’sum (günah işlemekten korunmuş) olmayan kimselerin taklidi, dinin tahrifine sebep olur.” Hz. Peygamber ise günah işlemekten korunmuş ve ümmet için hidayet delili olarak görevlendirilmiş bulunmaktadır. O halde dini yaşamış olmak için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in nezih hayatının imkânlar ölçüsünde taklit edilmesi yani ona ittiba edilmesi gerekmektedir. Çünkü ilâhî irade ve müdâhalenin Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilmiş formu demek olan Sünnet’e uymak, Müslümanca, Müslüman özgünlüğü içinde yaşamaktır.
Hadis ve Siyer ilişkisi
Hadislerin sebeb-i vürudu konusu bildiğiniz üzere hadislerin anlaşılmasında önemli bir faktördür. Muhaddislerde bu konuya büyük bir ehemmiyet göstermişlerdir. Hadislerin anlaşılmasında Siyer’in yeri nedir?
Hadislerin söylenme sebepleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in temiz hayatlarında ya bizzat tanıklık ettiği ya da bir şekilde sonradan muttali olduğu olaylardır. Yani Sebeb-i vürud siyer zemininde söz konusu olan bir olgudur. Bir anlamda sebeb-i vürud, hadislerin gerekçesidir. Böyle olunca “gerekçe” hükmün anlaşılması ve doğru algılanmasında ne ölçüde gerekli ve etkili ise, hadislerin anlaşılmasında siyer de öylece olmazsa olmaz bir konuma sahiptir. Çünkü hadislerin söylenme sebeplerinin ya başından itibaren ya da sonunda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bulunmaktadır. O halde Siyer-i Nebi hadislerin anlaşılmasında olduğu kadar, Sünnet’in oluşumunda ve kavranmasında da temel unsurdur.
Bugüne kadar Siyer üzerinde birçok eser yazılmıştır. Sadece sünneti/hadisleri kullanarak da Siyer kitapları neşredilmiştir. Bugün biz sadece sünnet/hadis ile Siyer’i yazmak istesek bu yeterli olur mu?
Böyle bir eser, siyer neşriyatı içinde “özellik” bakımından dikkat çekici olur. Kapsam bakımından değilse bile özü ve dayandığı güvenilir bilgi ve belge açısından üst seviyeden yeterli olur, diye düşünüyorum.
“Siyer Sünnet’in beyanı, Sünnet Kur’an’ın beyanıdır” lafzını nasıl anlayabiliriz?
Efendimizin yaşayışı (siret) özelde onun fiili ve takriri sünnet’inin, genelde tümüyle sünnet’in hem esası hem yorumudur. Terim anlamıyla yani İlâhi iradenin temsilcisi olan Hz. Peygamber’in, Allah elçiliği belgeseli demek olan Sünnet-i Seniyye ise, Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber tarafından evrensel çapta yapılmış açıklamasıdır. Netice itibariyle İslam dini ve medeniyeti, Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in şahsiyeti (sireti) ve Sünnet-i seniyye üçlüsünün yekdiğerini beyan işlevine dayanmakta, anlaşılır ve anlamlı hale gelmektedir. Dolayısıyla naklettiğiniz söz doğrudur ve bu üçlü arasında açıklayan ve açıklanan (mübeyyin ve mübeyyen) ilişkisinin bulunduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Siyerin açıklayıcı olması Sünnet için, Sünnet’in açıklayıcı olması da Kur’an-ı Kerîm için asla bir eksiklik ya da yetersizlik iddia ve anlamı taşımaz.
Hz. Peygamber’in(sas) Sünnet’ine yöneltilen bazı eleştiriler aslında Kur’an-ı Kerim’e yöneltilmiş diyebilir miyiz?
Sünnet-i Seniyye’ye yapılan inkâr temelli, bilimsel olmayan düşmanca yaklaşım ürünü eleştiriler, risalet kurumuna ve dolayısıyla vahye ve Kur’an-ı Kerim’e rücu eder. Bu konuda fevkalade dikkatli ve sorumlu davranılmalıdır.
İnsanlar arasında “Ben Peygamber gibi olamam. Peygamber gibi davranmam beklenmesin” şeklinde yaygın bir düşünce vardır. Hz. Peygamber’i (sas) örnek almada insanları nasıl yönlendirebiliriz?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem en güzel hayat modeli ve bir insan olarak gönderilmiştir. Yüzde yüz onun gibi davranamasak da onun davranışlarına uymak için gayret göstermek, mümkün olduğunca, takat ölçüsünde onu hayat örneği olarak kabullenmek gerekir. Aksi halde peyegamberlik kurumunun anlamsızlığını iddia etmek gibi büyük bir hataya düşülmüş olur. Tamamı yerine getirilemeyen görevin, bütünüyle terkedilmesi gerekmez. Ayrıca, hiç kimseye “peygamber gibi ol” denilmiyor; Peygamber’i gücün yettiğince örnek alıp ona layık bir ümmetin ferdi olmaya bak deniliyor. İyilik ve kemal ölçüsü, Sünnet-i Seniyyeyi yaşama oranıdır. Mesele bu oranı yüksek tutabilmek için çalışmaktır.
Bir tebliğ dili olarak sinema
Muhterem hocam sizin sinema ve tiyatro ile ilgilendiğinizi hatta piyes yazdığınızı biliyoruz. Bugün biz Siyer ve Sünnet’i merkeze alarak bir film yapmayı düşünsek bunları hangi temeller üzerine bina etmeliyiz? Özellikle son dönemde Hz. Peygamber’in (sas) hayatını konu edinen filmler sizce Siyer’i gerçek manada yansıtıyor muydu?
Sinema ve tiyatro gibi olguları tebliğ aracı olarak kullanmanın özellikle çağımızda önem kazandığı, medyanın etkinliğinden anlaşılmaktadır. Bu vadide İslam’ın kutsallara yönelik hassasiyetlerini ve ilkelerini dikkate alarak birşeyler yapmak, bunun için tebliğ niyetiyle bazı fedakarlıkları belki veballeri de üstlenmek gerekir. Kolay iş değildir. Siyer’in sahâbe hayatına yansıyan yönlerini ne ölçüde gerçek anlamda yansıtmayı becerebilirsek o kadar faydalı olur. Teknolojik imkanların ustalıkla kullanılması bu yolda yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Yeter ki bu alan, samimiyet, ciddiyet ve tebliğ niyetiyle mesele edinilsin.
Günümüzde bir takım ilim çevrelerinden sünnetin konumunu tartışmaya açmak ile sadece Kur’ân ile iktifa edilebileceği iddiasını taşıyan bazı söylemleri duymaktayız. Bu iddialar özellikle halk kesiminde önemli zihinsel karmaşalara sebebiyet vermektedir. Bu ortamda bizler, Efendimiz’in (sas) de tavsiye buyurduğu itidal çizgisini nasıl oluşturabiliriz?
Böylesi bir iddia Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i devre dışı bırakmak düşüncesine dayanıyorsa, sünnetullah’a aykırı bir tavırdır. Kur’an-ı Kerim’in dünyevi koşullarda bir insan hayatı olarak tezahürünü görmek için tek yol, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin örnek hayatına bakmaktır. İmam A’zamın ifade buyurduğu gibi, “Eğer sünnet olmasaydı, bizim hiç birimiz Kur’an’ı anlayamazdı.”[9] O halde Kur’an ile yetinmek söylemi, Sünnet’i dışlamayı gerektirmez, gerektiremez.
Sünnet’in takib ve tatbikine inanmış bilgili kimselerin, en az söylemleri kadar eylemleri ve yaşayışlarıyla örnek olmaları, hem henüz Müslüman olmamış kimseleri imrendirecek hem de böylesi iddia sahipleri Müslümanları susturacak ve ikna edebilecek en etkin yoldur. Bu noktada ulemanın ve dindarların sorumluluğu oldukça büyüktür. Çünkü Peygamber Efendimiz hakkında inzal buyrulmuş olan “Allah’a davet eden ve (davetiyle uyumlu) güzel ameller işleyen ve ‘ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?”[10] ayet-i kerimesinde açıkça görüldüğü gibi sadece söylem ve davetle yetinilmeyip söylem-eylem birlikteliği ve Müslümanca duruş övülmüş bulunmaktadır.
Bu demektir ki, sireti sünnetten, sünneti Kur’an’dan ayırma düşünce ve söylemlerinin sahipleri kim olursa olsun, hangi ünvanı taşırsa taşısın kasıtlı değillerse, koyu bir cehaletin temsilcileridir ve dikkate almaya değmezler.
[1] Kâfirûn 109/6.
[2] Bk. Buhârî, Havf 5.
[3] Âl-i İmrân 3/31.
[4] Âl-i İmrân 3/32.
[5] en-Nisa 4/80.
[6] en-Nisâ 4/64.
[7] Bk. el-Bakara 2/208.
[8] Bk. ed-Dihlevi, Huccetu’llahi’l-bâliğa, I, 352 (trc. I, 444).
[9] Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 307; Keşmîrî, Muhammed Enver, Feydu’l-Bârî alâ Sahîhı’l-Buhârî, Beyrut, ts., I, 229. Krş. Şa’rânî, Abdülvehhâb, Mîzân, Mısır 1304, s. 53, 60.
[10] Fussilet 41/33.
Dergiye abone ol! (iOS) Dergiye abone ol! (Android)