Muhammed Yorgancıgil: Tarih, modern insan için vazgeçilmez bir önem kazanmıştır. Öyle ki tarih hem geçmişin nasıllığını hem de bugünümüzün niçinini açıklığa kavuşturmaktadır. Bir Müslüman olarak tarih ile bir bağ kurmak ve kurulan bu bağa göre de kendi konumumu belirlemekle yükümlü hissediyorum. O zaman tarih ile kurulacak bağ nasıl olmalıdır?
İmadüddin Halil: Tarihî tecrübe son derece kıymetli bir olgudur. Bu, sadece akademik alanlarda değil hayatın bütünü için de geçerli bir durumdur. Tarih, içerdiği doğru veya yanlış tecrübeler; çok sayıda kural, kanun ve gelenekler sayesinde milletlere, cemaatlere ve toplumlara en iyi yolu gösteren bir muallimdir. Aynı zamanda olumlu deneyimlerden yararlanmak ve Fransız ünlü siyasetçi Talleyrand’ın ifadesi ile “suçtan daha ağır olan hatalar”ın tekrarından kaçınmak için de faydalı bir rehberdir.
Tarih bütünüyle muasır tarihtir. Geçmişle günümüz arasında bir fark yoktur. Yani aynı sebepler meydana geldiğinde aynı sonuç ve olaylar gerçekleşir. İtalyan meşhur filozof Benedetto Croce’nin de işaret etmiş olduğu gibi tarihî tecrübenin toplumların ve cemaatlerin üzerinde etkisi oldukça derindir.
Düşünürlerin tarih ilmine dönüş ihtiyacına yönelik çağrıları zamanla artmaya başladı. Düşünce ve gerçeklik dünyalarındaki ardışık Avrupa deneyimleri, gerekçeler ve argümanlar arayarak köklerini geçmişe uzatmaya; bugün ve gelecek için en uygun formülü bulmaya çalıştı. Fransız Devrimi tecrübeleri, beyaz tenli insanın üstünlüğü iddiaları, Alman ve İtalyan faşizmi, ütopyacı sosyalizm, Leninist-Marksist yaklaşımlar… Bütün bunlar çağdaş fikir ve tecrübe ile tarihî tecrübe arasında bulunan bağlantının birer göstergesidir.
Modern tarih bir hayal olarak görünmektedir. Hâlbuki bir Müslüman bu hayallere tabi olmamalıdır. Hayal, modern insanın bilgi birikimine uygun bir şekilde insanlık tarihinin yeniden dizayn edilmesini sağlamaktadır. Hâlbuki bir Müslüman için bu durum kabul edilemez. Dolayısıyla Müslüman tarih ile hangi yönden bağ kurmalıdır?
Tarihimize materyalist ve seküler bir Batılı gibi bakmak; elbette tarihçiyi, materyalist ve oryantalist yaklaşımlarda olduğu gibi hatalar ve kuruntularla dolu bir ağın içine sokacaktır. Her iki taraf da kendi katı kurallarını İslâm tarihine uygulamaya ve onu gerçek rahminden (doğduğu şartlardan) uzaklaştırmaya çalıştılar. Dolayısıyla tarihimizi kendi bakış açılarına göre yeniden formüle ederek bir takım yanlış sonuçlara vardılar. Daha önce pek çok kitabımda, özellikle Dirase fi’s-sîre kitabımın girişinde, Çağdaş İngiliz Oryantalist Montgomery Watt’ın Yönteminde Karşılaştırmalı Bir Çalışma, İslâm Tarihini Yeniden Yazmak Hakkında ve İbn Haldûn İslâmiyyen kitaplarımda bu materyalist ve oryantalist bakışın görüşlerini çürüttüm. Örneğin materyalist tarih yorumcularının Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliği ve İslamiyet’in doğuşu hakkında söylediklerine bakalım. Bunlardan bazıları meseleyi Mekke ve Medine’deki Arap toplumunda var olan kölelik kurumuyla ilişkilendirmektedir. Levskaya ise Kur’ân-ı Kerîm’in kölelik aşamasının zirvede olduğu bir toplumu tasvir ettiğini iddia ediyor. Belyaev ise derebeylik aşamasının Arapların diğer toplumlarla temasıyla ortaya çıktığını savunuyor. Diğerleri ise derebeylik yapısının gerçekten ilk dönemde oluşmaya başladığını belirtiyorlar. Klimovich gibi bazı düşünürler İslâm’ın toprak ağaları, derebeyleri gibi yeni sömürücü tabakanın menfaatlerine muvafık olduğunu, bazıları ise onu yalnızca köle aristokrasisinin menfaatlerine uygun olduğu fikrindeler. Belyaev gibi bazıları da Kur’an ile tezahür eden İslâm’ın hükümdar sınıfların siyasî ve sosyal çıkarlarına uymadığını görür, onun için mensupları yeni sınıfsal sömürüyü meşrulaştırmak için hadis uydurmaya yeltendiklerini iddia eder. Bazıları aristokrasinin Arap kabilelerini amaçlarına ulaşmak için onları birleştirdiğini söylerken, diğerleri kabilelerin birleşmeyi istediklerini, dolayısıyla İslâm’ın bu isteği gerçekleştirmek için geldiğini söylüyor. Böylelikle İslâm’ın ortaya çıkışı hakkındaki oryantalist görüşler birbirleriyle çelişmektedir. Klimovich, Hz. Muhammed’i (sas) tevhide davet eden ve kabileleri birleştirmek isteyen birkaç peygamberden biri olduğunu söylerken Tolstov, Arap peygamberin varlığını inkâr edip onu efsanevi bir şahsiyet olarak görür. Bazıları İslâm’ın ilk dönemde oluştuğunu kabul ederken, Klimovich İslâm’ın büyük bir bölümünün daha sonra derebeylerinin çıkarına göre uydurulduğunu ve aslını Hz. Muhammed’in (sas) mucizevi fiillerine isnat edildiğini söylüyor. Tolstov, İslâm’ın halifelik döneminde hükümdar sınıfın yararına yapılan bir efsaneden ortaya çıktığını ve haniflik (Hak Din) olarak adlandırılan önceki inançlardan türetilen bir efsane olduğunu söyleyerek daha da ileri gitmiştir.
Van Vloten, Kremer ve Dozy’in Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz’in reformlarının çok başarılı bir ekonomik program uygulaması ve sosyal güvenlik kanunu ile devletin bölgelerindeki toplumun tüm tabakalarını kapsamasına rağmen başarısız olduğunu iddia ettikleri de göze çarpmaktadır. Türkçeye de çevrilmiş olan kitabımın Ömer b. Abdülaziz’in Hilafetinde İslâm İnkılabı’nın Özellikleri’nin üçüncü bölümünde geniş ufuklu o programı tüm detaylarıyla ele alarak gerçek veriler ve rakamlar üzerinden oryantalistlerin iddilarını çürüttüm. Bu bölümün sonunda da at gözlüğü takmış oryantalistlere nazaran daha titiz, bilimsel ve objektif bir şekilde konuyu analiz eden Julius Wellhausen’in Arap Devleti ve Düşüşü adlı kitabında bu konuyu ele almasından bahsettim. Halife Ömer b. Hattâb döneminden Halife Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar olan finansal sistemin kurallarını, özellikle cizye ve haraç açısından dikkatli bir şekilde gözden geçirdikten sonra bir kısım tarihçi arasında genel kabul haline gelmiş birçok yanlış anlaşılmış teknik konuları tartıştıktan sonra şunu söyler Wellhausen: “Çok açık olan bir şey vardır. O da tarihçinin Halife Hz. Ömer’e alaycı bir bakışla baktığında kendisini gülünç duruma düşürdüğüdür. Dozy’nin bunu başlatmasıyla başkalarına bir referans vermiş oldu.” Wellhausen -vergiye vurgu yaparak- Hz. Ömer’in cizye, haraç ve bütçe dengesi ile ilgili pratik uygulamaları dile getirdikten sonra şöyle diyor: “Aynı şekilde Ömer, valilerin tek derdi kendilerine para toplayan yöneticiler olmasını engellemeye de özen göstermiştir. Böylece, reformlarının gerektirdiği masrafları iki katı ile kazanmış oldu. Her ne olursa olsun devletin işi sadece ekonomiyi düzeltmek değildir. Ömer’in Berberilerin üzerinden cizyeyi kaldırması, Necran Hristiyanlarının üzerindeki yükü hafifletmesi, işçi haklarını koruması ve şehirlerin yönetiminin ekonomik bir sömürge vasıtası olmasını engellemeye çalışmasını inkâr etmeye kim cesaret edebilir!?” Yine Welhausen şunu diyor: “Von Kremer ve August Müller’in görüşü şudur: ‘Ömer herhangi ciddi bir zaruret olmadan, dindarlığının kendisine hayali idealler olarak tasvir ettiği şeyin peşinden koşarak, ekonominin doğal akışını bozdu ve onun eski gelişmesini durdurdu.’ Aynı zamanda her ikisi Hz. Ömer’in gerçek durumlar hakkında herhangi bir fikri olmadığını iddia eder. Hâlbuki gerçek şudur: Hz. Ömer’in yaptıklarını eleştiren tarihçiler, o dönemin gerçek şartlarını yanlış tasavvur etmişlerdir. Öyle ki o dönemin durumları karışık olup yeni bir düzene ihtiyaç duyuyordu. Haraç sistemindeki sıkıntıya neden olan Hz. Ömer’in kendisi değildi. Sıkıntı daha önce de vardı ve mevcut gidişle devam etmesi mümkün değildi. Hz. Ömer’in üstlenmek istediği bu görev hayal ürünü bir zaruret değil, aksine gerçek ve elzem bir ihtiyaçtı. Bir devletin, kuruluşunda gerekli olan unsurlar olmadan varlığını sürdüremeyeceğine dair Roma bilgeliğinden kaynaklanan kanun ile ilgili eleştiriye gelince, Müller’in Ömer b. Abdulaziz’i selefi Emevî halifelerinin kanunlarından saptığı yönündeki eleştirisi, aslında Emevî halifelerine de yöneltilebilecek bir durumdur. Çünkü onların yönetim kuralları Resûlullah (sas) ve ashâbının (r.anhum) yönetim kurallarına hiçbir şekilde uymuyordu. O devlet, İslâm’a göre hareket etmek isteyip onu inkâr edemezdiyse de İslâm onu desteklemeyip üzerine inşa edildiği temeli komple reddediyor.” Wellhausen nihayetinde sözünü şöyle bağlar: “Ömer b. Abdülaziz’in yapmak istediği işleri tahmin etmek mümkün değildi, çünkü onun halifeliği sadece iki buçuk yıl sürmüştür. Müller gibi bazılarının, Ömer b. Abdülaziz döneminde devlet fonlarının tıpkı bir şeyin sihirli bir işaretle ansızın ortadan kaybolması gibi ortadan kalktığını ve haraçtan elde edilenin bir anda azaldığını iddia etmesine gelince, bu iddianın bir hatanın sonucu olup olmadığını tartışmak istemiyorum. Ama her halükârda doğru olması mümkün değildir. Çünkü Abdülmelik ve Haccâc devrinin çalkantılı günlerinde ekonomik şartlar kötüyken, Ömer devrinde tekrar düzeldi.”
Fluten, Dozy, Müller ve diğer pozitivistlerin mantığına göre Haccâc’ın hazinelerinin altınla dolup taşması ve iki Ömer’in hazinelerinin boşaltılması, süpürülmesi ve su ile yıkanması gerekliydi. İster İbnü’l Hattâb döneminde olsun, isterse torunu döneminde olsun, bu fark yaratan sonucun ortaya çıkmasının ardındaki sır; adalet, düzen ve pozitiflik değilse ne peki başka nedir?
Ayrıca tarih uzmanları şöyle dursun, okur yazar olmayanlar dahi şu yalandan utanmaz mı: Van Vloten gibi uzman bir oryantalist için tarihin bazı gerçeklerine yanlamasına ve kasıtlı olarak tek gözle bir bakış atıp, Ömer b. Abdülaziz’in mali politikasının “gerici ve dinî muhafazakarlığı, Ömer b. Hattâb’ın sistemine olan güçlü bağlılığı nedeniyle yaptığı bir ‘hata!’ olduğu ve Ömer b. Hattâb’ın izlediği politikadan farklı bir çözüm gerektirdiği yargısına varması…” Bu yalan ve tarihi metinlerin incelenmesindeki bu yanıltmanın sebebi, birçok oryantalistin çalışmalarının çoğunda bizi her zaman alıştırdığı şu güdüden, önyargıdan başka bir şey değildir: İlkeleri, liderleri, devleti ve medeniyeti ile tezahür eden İslâm’a karşı radikallikle – tarih ve hakikat pahasına – Müslümanların zihinlerini, gerçekleri ve günlük hayat olaylarını, tek kurtuluş yolu olan Kur’ân ve sünnetin koyduğu değerlere ve hedeflere bağlayan herhangi bir davadan saptırmak için İslâm’a karşı sahip oldukları taassup. Çünkü böyle bir iddia -oryantalistlerin söylediği gibi- şaşırtıcı başarısına rağmen Ömer b. Abdülaziz’in girişiminin karşılaştığı başarısızlık ithamı ile karşı karşıya kalacaktır!..
Kur’ân-ı Kerîm, kıssalar yoluyla tarihî bilgi verir ve görüldüğü gibi tarihteki kronolojik bir yapıyı gözetmeyen bu kıssalar bizim tarih ile kuracağımız bağı oluşturuyor. Bir Müslüman tarihçi olarak sizce bu Kur’ân kıssaları, tarihi anlamamıza katkı sağlayacak standartlara sahip midir?
Yûsuf sûresinin bitiminde şu âyeti kerimeyi okuyoruz; “And olsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.” (Yûsuf 12/111)
Bu âyet-i kerime, bize bir bilim dalının içerdiği tüm temel esaslar üzerinden tarihe karşı nasıl bir tavır almamız gerektiği hususlarını gösteriyor. Kur’ânî perspektifte tarihî anlatım; ibret yani özü ve mânâyı aramayı amaçlar. Bu yaklaşım geçici çıkarları, partizanlıkları ve kaprisleri olanlara değil; bu mânâyı hakkıyla anlayabilen güncel hayatta ve geleceğin planlanmasında ondan istifade edebilen sezgi sahibi kimselere yönelik bir söylemdir. O da doğruluğunu kendisine ne önünden ne de arkasından batıl gelmediği ve ilmi ile her şeyi kuşatan Allah’ın ilminden alan bir veri kaynağıdır. Bundan dolayı bu bir hayal ürünü değildir. Aynı zamanda birçok insan yapımı tarihî eserde olduğu gibi kapris ve spekülasyondan ibaret de değildir.
Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını mütalaa ettiğimizde, yarısından fazlasını kapsayan geniş bölümlerin geçmişte gerçekten vuku bulmuş olaylara ve o olaylara yön çizen kanunlara yani tarihe ve tarihi gidişatın kanunlarına ayrıldığını görürüz. Peygamberlerin, şehitlerin, din adamlarının, milletlerin, ümmetlerin, toplulukların ve beldelerin hikâyeleri; hak ile batıl, hidayet ile dalâlet arasındaki bitmeyen mücadelenin hikâyeleridir. Neticede hepsi bu bilim dalını daha fazla bilgi hazinesi ve aydınlatıcı kıssalar ile zenginleştiren tarih sahneleridir.
Kur’ân-ı Kerim, tarihi alıntıları çeşitli üsluplarda ele alır. Bir dizi insan grubunun deneyimlerini bazen doğrudan anlatım bazen kıssa şeklinde ele alır. Bazen de zaman ve mekânda insan hareketine yön çizen tarihi kanunların odak ve yoğunluğu ile karakterize edilen bir soyutlama şeklinde olur. Tüm bunlara müfessirlerin yorumlayan, tahlil eden, tasvir eden, fikir veren, yönlendiren ve şekillendiren çok sayıdaki Siyer olayları ile birlikte gelen sebeb-i nüzûl olarak isimlendirdiğimiz âyetlerle ilgili naklettikleri bilgileri de ilave ettiğimizde Kur’ân-ı Kerîm’in tarihe ayırdığı bölümün ne kadar büyük olduğunu anlayabiliriz.
Kur’ân sûrelerinin ve apaçık âyetlerinin büyük bir kısmı, tarihi incelemek ve araştırmakla insanlığı ilahî bir söylem ile uyarmayı hedefler. Kişi, Allah’ın kitabına yakın olduğu zaman geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki duvarların nasıl ortadan kalktığını anlayabilir. Yeryüzünün zamanı ile gökyüzünün zamanının nasıl buluştuğunu, aynı anda yarattıkların hikâyesi ile hesap gününün nasıl bir araya geldiğini anlayabilir. Öyle ki kâinatın ihtiva ettiği tarih hareketi, zaman dilimi ve yer ayırımı olmaksızın tek bir hareket halinde olur. Kanun ve yasalar, hızla akan hayatın, kâinatın gidişatı ile kaderlerin ve akıbetlerin yazgısının doğru anlaşılması için mutlaka gerekli ve vazgeçilmez birer anahtara dönüşür. Böylelikle Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün hadislerinde geçmişin önemli olaylarına, yani tarihe verdiği büyük değeri daha iyi idrak edebiliyoruz.
Kur’ân-ı Kerim, yarısından fazla bölümü ile bizi tarihin kalbine götürür. Ama aynı zamanda, aynı konuyu ele alan iki âyet aracılığıyla bizi tarihe bağımlı olmaktan da kurtarır: “Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.” (Bakara 2/134, 141) Şüphesiz bunun derin bir anlamı vardır.
Müslüman zihin, modernleşmenin tesiri ile kendi tarihine siyasal bir yaklaşım ile bakmaktadır. Bu yüzden Müslümanların tarihini siyasal bir tarih okumasına tabi kılmaktadırlar. Bu da bir sürü yanlış anlamayı içermektedir. Mezhep tartışmalarını, fikrî veya siyasî farklılıkları bir ötekileştirici unsur gibi anlamaya çalışarak ilk iki halife sonrasını sorunlu bir tarih olarak okumaya yöneliyorlar. Bu da Müslümanların birlik ve beraberliklerini zedelerken, mevcut parçalanmaya da neden olmaktadır. Müslümanlar bugünden geriye/tarihe nasıl bakmalılar ki kendi bütünlüklerini korumayı becerebilsinler?
Süreçler ve sonuçları açısından İslâm tarihine kapsamlı bir bakış açısıyla baktığımızda, sebepler ve bunların etkisiyle ortaya çıkan sonuçları arasında sağlam bir ilişki net olarak görülebilir. Benzer ilişki de başlangıçlar (mukaddime) ve sonuçlar (netâic) arasındaki zorunlu ve ayrılmaz birlikteliktir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kitabında bize bildirdiği kanunlar ve sünnetlerdir. Pek çok tarihçi, bu tarihin birliğini ve tek bir iplikten dokunan örgüsel yapısını anlamakta yanılgıya düşmüştür. Çünkü onlar tarihe karekteristik bir şekilde bölümlemeci, parçacı ve bütünsellikten yoksun bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Tarihî olay ve olguları karşılaştırırken, hanedanların değişim kriterlerini, İslâm toplumunun hareket şeklini, birliğini, İslâmî değerlerde ve ilkelerde bulunan dönüştürme özelliğini, çeşitli hadiseler üzerindeki etkilerini, kontrol ve ağırlık merkezlerini dikkate almaksızın bakmaktadırlar.
Genelde bu tarihçiler İslâm tarihi alanında aşağıda sıraladığımız hatalara düşmüşlerdir:
Birincisi: Hanedan ve üst kademedeki yönetimsel geçişi ve değişimi zamansal taksimler olarak değerlendirmeleri.
İkincisi: Tarih incelemelerinde kategorik, sınıflamacı, dağınık ve münferit olayları düzenlemekten aciz, şu ya da bu akımı destekleyen, olayların oluşumundaki kapsamlılığı ve ilişkileri, çok sayıdaki verileri içeren karekteristik düzeni gözlemlemeye ve incelemeye yönelik bakış açılarından yoksun olmaları.
Üçüncüsü: Askerî ve siyasî yönlere güçlü vurgu yapmaları buna karşılık inanç, toplum ve medeniyet faktörlerine yeterli önem vermemeleri.
Dördüncüsü: Tarihin seyri ile İslâm’ın, tarihin hücreleri, kılcal damarları ve örgüsü üzerindeki derin etkisi arasında var olan bağı, kasıtlı bir şekilde çözme gayreti.
Beşincisi: Tarih incelemelerinde ilk kaynaklardan günümüze her bir tarihi olgunun İslâm tarihinin seyri üzerinden dikey olarak izlenmesi (incelenmesi) yerine, vaka ve olayların içerisinde şekillendiği asırların her birinin, tek tek çalışılması sırasında eş zamanlı ve yatay incelemenin, büyük tarihi olguları parçalayarak incelenmesi.
Altıncısı: İslâm tarihine ayrılan alanın darlığı ve İslâm tarihini incelerken onu bölümlere, küçük parçalara ayırarak incelemek. Örneğin bir yılda gerçekleşen ekonomik faaliyetler bir tarafta sosyal hayat bir tarafta ilmi faaliyetler diğer tarafta bir diğer tarafta da yönetim sistemleri… Durum böyle olunca lise ve üniversite öğrencileri mezun olduklarında İslâm tarihinin özellikleri hakkında onu diğer medeniyetlerden farklı kılan oluşumları bu medeniyetin dayanakları yeniden toparlanma gücü yaşadığı çağdaki etkileri hakkında insanlığın geleceğinin şekillenmesindeki muhtemel ortaklığı hakkında hiç bir bilgi almadan mezun olmaktadırlar. Nitekim birçok düşünür araştırmacı ve müsteşrik de bunu teyit etmektedirler. Bu hatalı bakış açısı yerine aşağıda belirttiğim göstergeleri ve kuralları hedefleyen yeni bir metoda dayanmak gerekmektedir.
1- İslâm tarihini olayları ve değişimleri dış kabuğunu kırarak hareketin bütünlüğü içinde anlamak.
2- İslâm tarihi verilerine ulaşmak için daha geniş göstergelerden yardım almak adına, detayları ve parçaları toplayan kapsamlı bir bakış açısının gerçekleşmesi.
3- Askeri, siyasi yönler ile akide, toplum ve medeniyet yönleri arasında arzu edilen dengelerin oluşması.
4- İslâm ile tarihi olaylar ve İslâm medeniyetinin bakış açıları arasındaki karşılıklı köklü ilişkinin aydınlatılması.
5- Temel benzerliklerine ve ayırıcı özelliklerine ulaşma adına, dağılma ve parçalanmaya maruz kalmamak, tüm boyutları ve dönüşümlerini kontrol altına alma fırsatı elde etmek için büyük tarihi olguların dikey olarak izlenmesi.
6- İslâm tarihimizde daha geniş alanı aydınlatmak ve üniversite dönemlerinde daha fazla İslâm tarihine yer verilmesi.
Bu metodik tarih mühendisliği İslâm tarihimizde beş temel prensip ya da beş temel alan üzerine kurulur;
Birincisi; Devlet yönetim ve liderlik
İkincisi; Davet yayılma ve diğeri ile ilişki
Üçüncüsü; Toplumsal yaşam
Dördüncüsü; Tehditlere karşı saldırılar ve devletler arası ilişkiler
Beşincisi; İslâmî müeseseleri ile medeniyet, medeniyet verileri doğanlaşma etkenleri yeniden dirilme ihtimalleri
Sorduğunuz soruya istinaden hatalı bakış açılarından mümkün mertebe kurtulmuş oluruz.
Tarihimizi geçmişimiz olduğu kadar geleceğimizi de belirler. Bu yüzden Müslümanların tarih ile kuracağı ilişkiyi, siyasi, sosyolojik veya düşünsel bir zeminin hangisi üzerinden kurmalarının gereğine inanıyorsunuz? Tarih ve gelecek arasındaki bağı anlatır mısınız?
Tarih öyle bir şeydir ki onu şimdiki zaman ile gelecek zamanın birbirine bağlandığı birleşik zamansal dönüşüm halkaları olarak düşünebiliriz. (tasavvur edebiliriz veya temsil edebiliriz.) Dolayısıyla tarih ilminin okunması ve okutulması, geçmişin bize haber verdiği yaşanmış tarihi olgulardan geleceğe yönelik ihtimallerin düşünülmesi ve genel olarak tarihle ilgili tüm konularda ciddi bir çaba ve çalışma olması gerekiyor. İşte çalışma ve üretkenlikte bizi geride bırakan Batılıları görüyorsunuz. Geleceğe rehin olarak verdikleri adımlarının sınırlarını tarihi tecrübenin ışığı altında bugünden belirlemek adına eğitim müfredatlarına “Gelecek ilimleri” isimli bir ders yerleştirmişler. Ancak tarih ilmine verilen bu önem son yıllardır İslâm memleketlerinde olan ve hala da olmaya devam eden şekliyle olmamalıdır. Tarih ilmi sadece akademik bir mesele veya ihtisas diploması elde etmek için bir vesile değildir. Sadece herhangi bir vazifeyi garantilemek için okunmamalıdır. Aynı şekilde kişinin kendi nefsini eğlendirmesi ve boş vaktini geçirmesi için de değildir. Bütün bunlara ilaveten tarih ilmine gösterilen önem geçmişin yüceliklerine bağlanmak ve güncelin meydan okumalarını ve geleceğin gerekliliklerini göz ardı etmek başka bir ifadeyle onlardan kaçmak değildir. Bu hata sömürgecilik darbesi zamanlarında geniş bir bölgede uygulandı. Cezayirli tanınmış mütefekkir Mâlik b. Nebi’nin “Müsteşriklerin Modern İslâm Fikrine Etkileri ve Üretimleri” isimli kitabında ifade ettiği gibi Müslüman kimse yüzleşmesi zorunlu olan yere sırtını dönüyor, yüzünü de geçmişin iyiliklerine çevirip methiyeler düzüyor (güzel güzel nameler döküyor) ve doldurulmasında hiçbir fayda olmayan eksiklikleri dolduruyordu.
Tarih ne o ne de budur. -Eğer gerçekten tarihin verdikleriyle bir alaka kurmak istiyorsak- Tarih zatın hakikati hakkında gerçekleştirilen araştırma çabasıdır. Hususiyetlere kök salma, yol işaretleri ve hususiyetlerinde derinleşmek içindir. Tarih, aydınlanma noktalarına ve insani verilere koyulan bir el koyma çabasıdır. Güncel medeniyetin çatışmaya düştüğü zamanlarda kendisine olan güvenini tekrar geri kazandırması için kurulmuş bir gözlem evidir. Bu özgüven milletler ve toplumlar için özel bir yük gerektirir. Bu gözlem evi herhangi bir çözülme baskısı halinde veya düşük bölgelere çeken doğu batı rüzgârları ve onların yıkıcı kasırgalarının sebep olduğu meteorolojik denge kaybında kendisini batı şehrinin tam karşısında bulur.
Bütün bunlara rağmen tarih talebelerinin çoğunu diğer bölümler ve ihtisaslar karşısında bu eksiklikteki zorluğu hissetmekten mustarip olduklarını görüyoruz. Buna karşın gelişmiş ülkelerde bulunan üniversitelerdeki talebelerin en üst düzeyde güven duyduklarını, iştah gösterdiklerini ve inandıklarını görüyoruz. Birden çok insani ilimler bölümlerinde önemi ve işlevselliği bakımından uzmanlaştıklarını görüyoruz. Bilakis Batıya liderlik eden, yöneten ve hayatın hassas noktalarına yön veren düşünürlerinin bizzat tarih mezunu olduğunu görüyoruz.
Bizim ecdadımız tarih ilmini diğer ilimlerin babası olarak adlandırmışlardır. Onlar şunu çok iyi biliyorlardı, tarih bilmek diğer insani bilgilerin çoğunu bilmeye aşina olmayı gerektirir. Çünkü tarih ilmi haber olsun bilgi olsun kelimenin içine aldığı her şeyi kapsayan bir hayat hareketidir. Bu noktada İbn Haldun’un Mukaddime’sine ilaveten başka eserlere de işaret edebiliriz. Bunlar; Sehâvî’nin El-i’lân bi’t-Tevbîh limen Zemme’t-Tarih, Suyûti’nin eş-Şemarih fi İlmi’t-Tarih.
Müslümanların modern tarih algısının tesiri altında oldukları bedihidir. Bu tesirin ortadan kaldırılması için neler önerirsiniz?
Tarih ilmiyle ilgilenen gençlere vereceğim tüm nasihatim son ana kadar okumaktır, okumaktır, okumaktır. Çünkü biz ilk inmeye başlayan Alak sûresinin âyetleri “oku” olan Kur’ân-ı Kerîm…
Dergiye abone ol! (iOS) Dergiye abone ol! (Android)