Medeniyet tarihçisi Jared Diamond Çöküş adlı kitabında çevre sorunlarının bütüncül bir açıdan ele alınarak dikkate alınmadığında nasıl yıkıcı sonuçlara neden olduğunu bilimsel olarak ortaya koymaktadır (Diamond, 2019).
Medeniyetlerin çöküşünde çevre sorunlarının etkisini dikkate aldığımızda, Kur’ân’ın eski medeniyetlerden geriye kalan mekanları ziyaret etme ve dersler çıkarmayla ilgili emirleri farklı bir anlam kazanır. Mesela Muhammed sûresinde yeryüzünde dolaşmamız ve bizden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğuna bakmamız istenir (Muhammed 47/10). Bu ve benzeri âyetlerde (Âl-i İmrân 3/137; Kehf 18/59) verilen mesaj, kafirlerin bundan ders çıkarmayacağı ancak Allah’a inananların sadece eski medeniyetlerden geriye kalanlardan değil, her şeyden ders çıkarmasının gerekliliğidir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın yukarıdaki âyetle ilgili yorumu konumuz açısından önemlidir. Ona göre insan ibret almak için yeryüzünün her yerini gezip onun içine aldığı Allah’ın acayip yaratıklarını seyretmeli, sâlih kişileri ve büyük yapıları ziyaret etmeli; tarih kitaplarını okuyup incelemeli ve dersler çıkarmalıdır (Yazır, 2009). Bu sebeple Jared Diamond’ın ve ondan çok önceleri İbn Haldun’un Mukaddime’de medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışında çevre faktörlerinin ehemmiyetiyle ilgili söylediklerini anlamamız; insan-çevre ilişkilerine Kur’ân açısından bakmamız ve çevreyle olan ilişkilerimizde bilgi temelli dengeli bir yol bulmamız gerekiyor.
Durum böyle olmakla beraber, çevreyi ve çevrede yaşayan canlıları anlamak, üzerlerinde tefekkür etmek; Allah tarafından yaratıldıkları için hürmet etmek ve nihayetinde de korumak dini anlamda sâlih bir amel olarak tanımlanabilir mi? Otuz yılı aşkın bir süredir bu sorunun cevabını arıyorum diyebilirim. Zira Müslüman dünyaya ve toplumlara bakıldığında Müslümanların pek de böyle düşünmedikleri, Allah’ın yarattığı ve bizlere emanet ettiği çevrenin tahribini kendilerine dert edinmedikleri görünüyor. İlginç ve düşündürücü olan ise İslâm tarihi boyunca Müslümanların Kur’ân ve sünnet temelinde, fiziki ve sosyal çevreleriyle ilgili barışık bir hayat sürdükleri; yani çevreyle olan ilişkilerini sâlih bir amel olarak gördükleri gerçeğidir. Klasik anlayışta Müslümanın bilincinde çevreye ve tüm canlılara karşı derin bir ahlâkî duyarlılığın olduğu gözlemlenmektedir. Bunu görmek için medeniyetimizin adeta tecessüm ettiği kadîm Bursa, Edirne, İstanbul, İsfahan, Kahire gibi şehirlerdeki yapılara (camiler, medreseler, hanalar, kısaca vakıf eserlerine) bakmak yeterledir. Günümüz Müslümanlarının zihni modern dünya görüşü ile kirletildiğinden, çevreye Müslümanca bakmamakta, çevreyi kendilerine yakın bir nesne olarak görmemekte, ona karşı bir sorumluluk da hissetmemektedirler. Bunun siyasi, ekonomik ve daha birçok sebepleri sayılabilse de sorunun temelinde Müslümanın dünya tasavvurunun yaralanması sorunu vardır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bazı kavramların anlamının açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Öncelikle çevre kavramından ne anlıyoruz? Bu anlaşıldığı takdirde, çevreyle ilgili amellerimizin iyi-kötü boyutu daha iyi anlaşılacak; çevreye karşı dinî ve ahlâkî bir sorumluluğumuz olup olmadığı da daha iyi takdir edilecektir.
Öncelikle ‘Çevre’ kavramı kullandığımız anlamıyla Kur’ân’da geçmediğini ifade edelim. Kur’ân sürekli olarak göklerden, yerden ve ikisi arasındaki her şeyden bahseder. Allah’ı da âlemlerin Rabbi olarak tanımlar. Allah, âlem ve insan ilişkisi daha ilk vahiyle tesis edilir. Kur’ân’ın kapağını açıp okumaya başladığımızda âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ile karşı karşıya geliriz. Allah, Rahmân ve Rahîm’dir; hüküm gününün de sahibidir. Müslümanın bilincine Allah, âlem ve insan ilişkisi bu temelde inşa edilir. Böylece âlemdeki her şey Allah’ı gösteren birer âleme, yani işaret ve sembole dönüşür. Bu âlemdeki her şeye karşı görevimiz ise sınırsız ve sorumsuzca bir tüketim değil, hamd ve şükür temelinde bir ilişkidir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez.” (A’râf 7/31) buyruğu bilinçsiz tüketimi ‘Allah sevgisinden mahrumiyet’ olarak tanımlar.
Bugün anladığımız anlamda çevre yeni bir kavram; çevre sorunlarının ortaya çıkması ile ortaya çıkmış ve zamanla anlamı genişlemiş yeni bir kavram. Çevre derken, bizim ve diğer canlıların içinde yaşadığı Allah tarafından yaratılmış ve yaratılmaya da devam eden muhteşem ahenk ve dengesiyle tüm ekosistemleri anlıyoruz. Kur’ân’ın, Allah’ın nihaî çevremizi kuşatan bir varlık olduğu ifadesi (el-Muhit) üzerinde derinlemesine tefekkür edildiğinde (Hadid 57/3), çevre kavramını çevre bilimcilerden daha geniş bir anlam zenginliği ile kavramaya başlarız. Çevre sorunları derken de insan-tabiat ilişkileri sonucunda bizleri kuşatan tabiat âlemindeki ortamların bozulmasını, hayvan türlerinin yok olmasını, aşırı tüketimi ve tabiatın kirlenmesini anlıyoruz. Kur’ân insan-tabiat ilişkilerinin olumsuz sonuçlarına çok önceden “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu.” (Rûm 30/41) olarak dikkat çekmiştir. Tabiat âlemindeki sorunlara, sosyal çevredeki kirlenme de ilave edilmelidir: Fakirlik, açlık, evsizlik, siyasi ve kuraklık temelli göçler, ırkçılık, şiddet, sokaklara terk edilen çocuklar, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı ve diğerleri… Bu sorunların temeline inildiğinde büyük çoğunluğunun insan kaynaklı olduğu görülür.
Kur’ân, Âlem ve Çevre
Müslüman bireyin çevre kavramını oluşturan temel metin olan Kur’ân parça parça, bazen tam bir sûre olarak bazen de bir âyet, hatta ara sıra da bir âyet parçası olarak yaklaşık “Yirmi üç yıllık bir süreç içerisinde nazil oldu.” (Hamidullah 1980). Kur’ân, indirildiği bu süreç boyunca muhataplarının dünya görüşünü değiştirdi, dönüştürdü ve “tevhid” temelli yeni bir dünya görüşü oluşturdu. İslâm öncesi Araplar için “cansız, ruhsuz ve anlamsız” bir varlık olan tabiat, Kur’ân’ın ilk âyetlerinden itibaren, yaratıcısının kudretini, ilmini, iradesini, celâl ve cemâlini yansıtan muhteşem bir tablo olarak sunuldu. Kâinattaki her şey anlam yüklüydü ve “Kendisinden ötesine işaret eden bir ayet; O’nun hakkında bir belgeydi.” (Izutsu 1975, 18).
Kuşların sesi, çiçeklerin gülümsemesi, rüzgârın esintisi, kısaca tüm varlık âlemi O’nun kudretinin, ilminin, celâl ve cemâlinin yansımasıydı. Bu sebeple, Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in şahsında insanlığa ilk emri “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” oldu. (Alak 96/1-4). Bu, kâinattaki her şeyin bir âyet olduğu gerçeğine işaret ederek, kâinat kitabını okumaya bir davet; daha doğrusu bir emirdi. Dahası Allah’ın “yaratması” bir defaya mahsus olmayıp, devam etmektedir.
Mekke döneminde nazil olan Rahmân sûresi Kur’ân’ın bizlere takdim ettiği âlemi ve âlemleri açık ve net olarak tasvir eder. Buna göre güneş ve ay [O’nun buyruğu doğrultusunda] kendileri için belirlenen yörüngelerde belli bir hesaba göre akmakta; yıldızlar ve ağaçlar [O’nun önünde] secde etmektedir. Allah gökleri yükseltmiş ve [her şey için] bir ölçüyü (mizanı) koymuştur. Kâinattaki bu ilâhî denge ve ahenge dikkat çekildikten sonra insanlar ‘Sakın dengeyi bozmayın!’ diye uyarılır. Dahası, toplumdaki adalet ve dengenin bu evrensel değerler üzerine inşâ edilmesine işaret edilerek “Yaptıklarınızı adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın!” uyarısı yapıldı (Rahmân 55/4-9). İlk dönemlerden itibaren hak, hukuk ve dengenin kaynağının ilâhî boyutunun altını çizerek uymamız gereken evrensel kurallar olduğunu belirtti. Batı’da zamanla tabii hukuk olarak ortaya çıkacak hukuk nosyonu, hak ve adalet temelinde evrensel bir ilke olarak ortaya konuldu.
Çevre ve sâlih amel açısından dikkat çeken diğer bir hususu ise Kur’ân’ın kâinattan bahsederken, onun Müslüman olduğunu belirtmesidir (Âl-i İmrân 3/83). Bütün varlık âlemi Allah’ın iradesine mutlak olarak teslim olmuştur. Tabiat dediğimiz bütün varlıklar (cansızlar olanlar dahil), aynı yaratıcının emirlerine boyun eğen, fıtri vazifelerini sadakatle yerine getiren itaatli askerler olarak tanımlandı (Fetih 48/4). Müslümandan beklenen ise kâinatta tasarruf eden iradeye kendi özgür iradesi ile teslim olduktan sonra kâinattaki her şeyle bu temelde bir ilişki tesis etmesi; her şeyi dostu ve kardeşi olarak görmesi; aynı yüce Rabbin eseri olduklarını, bütün eşyanın kendisine mûnis bir dost gibi davrandığını hissetmeseydi.
Kur’ân’ın bizlere takdim ettiği canlı ve anlam dolu âlem anlayışı İslâm düşüncesinde çok güzel ifade edilmiştir. Mevlânâ: “Eğer rüzgârın cânı Hak’tan âgâh olmasa idi, Âd kavminin arasını nasıl tefrîk ederdi?” diyerek cemâdâtın hayat sâhibi ve ârif-i billah oluşlarına dikkat çeker. Cemâdât, nebâtât ve hayvânâtın (mevâlid-i selâse) cümlesinin kendilerini halk eden Rablerini, marifet-i fıtrî ile bilmeleri konusuna değinen İbn Arabî de mevcûdâtın tamamının hayat sâhibi olduğunu belirtir. Bu iki büyük üstadın şakirdi Mahmud Şebüsterî (ö.1320) her zerreye ait taayyünün gerisinde mutlak varlıkın bulunduğunu, her şeyin kendi zâtından haberdar olduğunu ve bu bilincin her varlığı Hakk’a yönelişe sevk ettiğini söyler. Bediüzzaman Said Nursi, hapishane hücresinde sineklerin öldürülmesi konusunda kimyasal ilaç kullanımını protesto ederek Sinek Risalesi’ni yazar; sineklerin ekosistemdeki yerini vurgulayarak hak ve hukuklarını savunur. Aynı hücreyi paylaştığı talebesine de sinekleri rahatsız etmemesi konusunda uyarır. Söylediklerini Kur’ân’dan hareketle temellendirir (Nursi, 2014). Kısacası, İslâm irfan geleneği “âlemdeki her şeyi hayat sahibi” olarak gördü ve hayatını da buna göre tanzim etti. Yukarıda da işaret edildiği gibi İslâm mimarisindeki kuş evleri, kedi, köpek, güvercin ve göçmen kuşlar için vakıflarda yer alan hükümler ve hayvanlar için hastane açma hepsi bu engin âlem anlayışın müşahhas sonuçlarıdır.
Buradan çıkarılan sonuç; Kur’ân’ın söz ettiği ve Hz. Peygamber’in hayatında müşahhaslaşan insan-âlem ilişkisinde sâlih amelin çevreyi de kapsadığıdır. Hz. Peygamber’in hayatından müşahhas örneklere geçmeden önce “iyi, güzel ve faydalı iş” olarak tanımlanan sâlih amelin Kur’ân’da sürekli olarak imanla birlikte zikredilmesi dikkat çekicidir. Bunun bir örneği Asr sûresidir. Hz. Peygamber’in bu sûreyle ilgili söylediğini bu bağlamda düşünürsek iman-sâlih amel ilişkisini daha iyi kavrayabiliriz: “Asra yemin olsun ki hiç şüphesiz, insan hüsrandadır. Ancak iman edip, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr 103/1-3)
Said Nursi iman-amel konusuna dikkat çekerken “İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i sâlihadır.” der ve sâlih amelin Allah’ın yarattığı tüm varlıklarla olan ilişkilerimizi kapsadığının altını çizer. Sâlih ameli de “maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemek, hukukullahı bihakkın îfa etmek” olarak tanımlar. (Nursi, 2017, 129). Kur’ân’ın bütün mahlûkatı Allah’ın kulları, askerleri (Rahmân 55/5-12; Saffat 37/96; Nahl 16/5-7) olarak takdim ettiğinden hareketle, burada bütün mahlûkatla olan bir hak ve hukukun söz konusu olduğu söylenebilir. Muhammed Esed’in “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir varlık türü yoktur ki sizin gibi bir âlem (ümmet) olmasın.” (En’âm 6/38) âyetini yorumu bunu destekler. Ona göre: “Her topluluk, onu meydana getiren elemanlara (ister hayvan isterse insan olsun) hayat bahşedilmiş olduğu temel gerçeği ile tavsif edildiğinden, ümmet terimi bazen Allah,’ın mahlukatı anlamına gelir.” (Esed 2017, En’am 6/38, d.n.30).
Hz. Peygamber ve Sâlih Amel
Hz. Peygamber ve onu rol model olarak alan Müslümanlar Allah’ın kulları kavramını en geniş anlamda anladılar ve sâlih amel kavramını da bu anlam yelpazesinde kullandılar. Hz. Peygamber’in hayatını yazan ve Müslüman coğrafyayı çok iyi bilen Prof. Annemarie Schimmel’in şu tespiti anlamlıdır:
Schimmel, Hz. Peygamber’in bütün varlıklara karşı sevgi dolu olduğunu özellikle vurgular.
Hz. Peygamber’in hayvanlarla ilgili sâlih amelinin en güzel örneklerden birisi devesi Kusva ile olan arkadaşlığıdır. Elimizdeki veriler Hz. Peygamber’in bu hayvanı sadece bir deve olarak değil; bir arkadaş gibi gördüğü ve onun hukukuna çok dikkat ettiğidir. Kusva onun için hem bineği hem yol arkadaşı hem de üzerinde ibadet ettiği mescidi ve üzerinde uyuduğu bineğiydi. Hz. Enes’in anlattığına göre bir yerde mola verdiğinde önce Kusva’yı sular, yemini verir; sonra suyunu içer, yemeğini yer; ibadetini ve diğer vazifelerini yapardı.
Bu örnekte dikkat çeken bir nokta Hz. Peygamber’in adeta günümüzdeki tanımı devesi ile empati kurması, onu bir arkadaş olarak gördüğü ve ona göre muamele etmesidir. Bu anlayış “Deveye bakmazlar mı? Nasıl yaratılmış?” (Gâşiye 88/17) âyeti ile de uyumludur. Âyet muhataplarından, deve örneğinden hareketle hayvanları sadece bir hayvan olarak değil yaratılışın bütünlüğü içerisinde görmelerini ister.
Empati yaparak hayvanlar anlama ve ona göre muamele etme konusunda Hz. Peygamberin arkadaşlarına ders verdiği, susamış köpek hikâyesi konumuz açısından çok önemlidir. Buna göre yolda gitmekte olan bir yolcunun susuzluğu artar. Susayan kişi yol üzerinde bulduğu bir kuyuya inip suyundan kana kana içer. Kuyudan çıkınca ilginç bir durumla karşılaşır: Susuzluktan dilini çıkarıp soluyan ve kuyunun etrafındaki rutubetli toprağı yalayan bir köpek görür. Empati yaparak; “Bu hayvan da benim gibi susamış.” deyip tekrar kuyuya iner. Ayakkabısını suyla doldurur; ağzıyla da tutup çıkarır ve köpeğe su verir. Hz. Peygamber bu sıradan işin nasıl sâlih bir amel olduğunu; Allah’ın sırf bu hareketinden dolayı bu kulunu övdüğünü ve günahlarını bağışladığını ifade eder.
Bu hikâyeyi Hz. Peygamber’den dinleyen arkadaşlarından birisinin sorusu ilginçtir: “Hayvanları sulamakta bize de sevap var mıdır?” Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in cevabı kısa ve nettir: “Yaşamakta olan her canlıyı sulamakta sevap vardır.” (Naim 1983, Buhârî, Tecrid, c. VII, s. 223, H. No: 1066). Böylece sâlih amelin sınırları tüm canlıları ihtiva edecek şekilde genişletilmiştir. Bunun diğer bir örneğine Mekke’nin fethi için yola çıkıldığında rastlıyoruz.
Hz. Peygamber’e on binden fazla Müslüman da eşlik ediyordu. Böyle tarihi ve yoğun bir günde, Hz. Peygamber devesinin üzerinden geçecekleri yolun tam orta yerinde bir köpeğin yeni doğurduğu yavrularını emzirdiğini fark etti. Köpeği rahatsız etmemek için yolunu değiştirdi. Dahası oraya bir görevli koyarak arkadan gelenlerin köpeği rahatsız etmelerini de engelledi. “Alt tarafı bir köpek!” deyip yoluna devam etmedi.
On üçüncü yüzyılda Kahire Baş kadısı İzz b. Abdüsselâm (ö.1262), bu Peygamberî duyarlılığın farkındaydı. Tüm Müslümanlara “Kahire’deki köpek ve kediler aç kaldığında” dinen sorumlu olduklarını belirten bir fetva yayınladı. Bu anlayışın bir sonucu olarak Müslümanlar, kendilerine ev yaparken kuşlar için de evler ve göçmen kuşlar için vakıflar inşa ettiler. Köpek, kedi ve diğer hayvanların su içmesi için özel kaplar icat ettiler.
Hz. Peygamber, sâlih amelin kapsayıcı sınırlarını çizerken “İmanın yetmiş küsur şubesi olduğunu; en üstününün tevhid kelimesi (Allah’tan başka ilâh yoktur) sözü; en alt derecesinin ise yoldaki eziyet veren şeyleri kaldırmak olduğunu” ifade etmesi yine bu çerçevede değerlendirilebilir. (Heyet 2013, 1, 512; Nesâî, “Îmân”, 16). Zira bu hadis-i şerifi yorumlayanlar, bu çerçeveye “ilim öğrenmek ve öğretmek, temizlik, sözleşmelere uymak, Allah’ın nimetlerine şükretmek, diline sahip olmak, emanetleri korumak ve ehline vermek, hiçbir canlıya kıymamak, başkasının malına haksız olarak el uzatmamak, sakınılması gereken yiyecek ve içeceklerden kaçınmak, temiz giyinmek ve süslenmek, israftan kaçınmak ve hakkı olmayanı yememek, insanların izzet-i nefislerini rencide etmemek” gibi birçok hususu da eklemişlerdir. (Heyet 2013, agy).
Kur’ân indiği toplumun öncelikle kendisi ve âlemle ilgili kavrayışını kökten değiştirerek tevhid merkezli yeni bir âlem ve insan modeli oluşturdu. Buna göre bütün kâinat Allah tarafından yaratılmış ve yaratılmaktadır. Gökleri güneş, ay ve yıldızlarla; yeryüzünü çiçekler, ağaçlar, bağlar, bahçeler ve çeşitli hayvan türleriyle süsleyen Allah’tır. Yeryüzünde suları akıtan, gökleri (direksiz) tutan, yağmurları yağdıran, gece ve gündüz arasındaki sınırı koruyan yine Allah’tır. Kâinat bütün zenginliği ve canlılığıyla Allah’ın, yani kâinatın yaratıcısının eseri ve sanatıdır. Bitkileri ve hayvanları çift olarak yaratan ve onların çoğalmasını sağlayan da yine Allah’tır. Allah daha sonra da insanoğlunu yaratmıştır.
İnsan Allah’ın yeryüzündeki emanetçisi olup tabiatın ve dünyanın efendisi olmadığı gibi dünyada da dilediği gibi tasarruf yapamaz. İnsan-âlem ilişkisi de Kur’ân dünya görüşüne göre belirlenmiş ve belirlenebilecek ahlâkî ve hukuki kurallara tabidir.
Tabiatın kutsal ve manevi boyutuna ısrarla vurgu yapıldıktan sonra insanın Allah tarafından yaratıldığı ve hesap vermek için tekrar ona döneceği vurgulanır. Bunun anlamı bütün yaptıklarımızdan, yani iyi yaptıklarımızdan da kötü yaptıklarımızdan da sorumlu olduğumuzdur. Halife olan insan, ahiret günü emanete karşı nasıl davrandığı ve muamele ettiğinden hesaba çekilecektir. Başka bir ifade ile İslâm akaidinin temel esaslarından biri olan âhirete iman, mutlak adaletin tecelli edeceğine imanın da bir gereğidir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle: “Kıyamet gününde tüm haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınacaktır.” (Heyet 2013). Böylece hesap gününde sadece insan-insan ve insan-toplum bağlamında hesap verilmeyecek; insan-tabiat bağlamında da eylem ve davranışların hesabı verilecektir.
Kısacası Müslüman, Yunus Emre’nin derin tefekkürün meyvesi olan “Yaratılanları, Yaratan’dan ötürü sevmek”, ilkesi ile mahlukata hürmet etmek ve korumakla yükümlüdür. Bu kanuni bir yükümlülükten daha çok sevgi temelli ahlâkî bir yükümlülüktür. Kur’ân insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu (Rûm 30/41) derken, sâlih amelin nihai sınırını ve sorumluklarımızı da çizmekte; Allah’ın güzel olarak yarattığı alemdeki düzensizlik ve sorunlardan öncelikle insanın sorumlu olduğu vurgulanmaktadır. Allah bilinci ile hareket eden bir insan da âlemi bir bütün olarak kavrayıp; faaliyetlerinin ekosistemler için yakın ve uzak sonuçlarını düşünmek ve ona göre hareket etmek zorundadır.
Prof. Dr. İbrahim Özdemir
Kaynakça
Diamond, J. Çöküş: Toplumlar Başarısızlığı ya da Başarıyı Nasıl Seçerler? Pegasus, İstanbul, 2009.
Esed, M. Kur’ân Mesajı/Meal-Tefsir, terc.: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 2017.
Heyet, Hadislerle İslâm, DİB Yayınları, Heyet, Ankara, 2013.
Izutsu, T. Kur’ân’da Allah ve İnsan, ter. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, 1975.
Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, terc.: Ahmed Avni Konuk, Kitapevi, İstanbul, 2008.
Nursi, S. Mesnevi-i Nuriye, Sözler Neşriyat, İstanbul, 2017.
Nursi, S. Lemâlar, Sözler Neşriyat, İstanbul, 2014.
Schimmel, A. Ve Hz. Muhammed (sas) O’nun Peygamberi’dir, Çeviri: Okşan Aytolu, Profil, İstanbul, 1995.
Yazır, Elmalılı M. H. Hak Dini Kur’ân Dili. Hisar Yayınevi, 2009.
Naîm, A. Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara, 1983.
Dergiye abone ol! (iOS)