Sahâbeyi tanımak, Hz. Peygamber’i (sas), yaşantısını, mücadelesini, tebliğini, davasını, yöntemini, sünnetini; kendisinden sonraki hâdiseleri, fetihleri ve hatta Mekke’yi Medine’yi tanımak demektir. Bu nedenle Hz. Peygamber’in (sas) ashâbının hayatını okumak, klasik anlamda biyografi okumaktan çok daha öte bir anlama sahiptir. Nitekim Allah Teâlâ, Ahzâb Sûresi 21. âyette inananlar için elçisini “en güzel örnek (üsve-i hasene)” olarak gösterirken ilk muhatapları da bu ilâhî tavsiyenin adeta sağlaması olmuşlar; onun (sas) rehberliğinde “insanlar için çıkartılmış iyiliği emreden kötülüğü yasaklayan en hayırlı topluluk” (Âl-i İmrân 3/104) hâline gelmişlerdir.
Bu yazımızda gökteki yıldızlardan bir yıldız olan, hayatını İslâm davası uğruna feda etmiş, İslâm’ın derdini kendi derdi bildiği için rüyaları dahi İslâm’ın zaferleriyle süslenmiş; gayesi ve emelleri aziz din kadar büyük olan ve 86 yaşında olmasına rağmen bu aziz din için koşmaya takat bulabilmiş Kıbrıs’ın şahidesi ve şehidesi Ümmü Haram (r.anhâ) validemizi dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışacağız.
Asıl adı Gumeysa olan Ümmü Haram bint Milhan, Hz. Peygamber’in (sas) dünyaya teşrifinden yaklaşık 7 yıl önce milâdî 563 yılında Medine’de doğmuştur. Ümmü Haram’ın “Hala Sultan” diye anılmasının sebebi Arapçada “hâle” kelimesinin “teyze” manasında kullanılmasıdır. Soyu Hazrec kabilesinin Neccaroğulları koluna dayanır. Bazı âlimlere göre Hz. Peygamber’in (sas) babası Abdullah’ın teyzesi, bazı âlimlere göre ise Hz. Peygamber’in (sas) süt teyzesidir (Nevevî, Şerhu Müslim, XIII, 57). Enes b. Mâlik ve Berâ b. Mâlik’in (ra) teyzesi olması hususunda ise hiçbir şüphe yoktur. Bu bağdan dolayı Resûlullah (sas) kendini onlara daha yakın hisseder, Kubâ Mescidi’ni ziyarete gittiğinde Ümmü Haram’ın orada bulunan evine misafir olur, yemek yer, öğle uykusuna yatar, hazır bulunanlara nâfile namaz kıldırırdı.
Ümmü Haram’ın (r.anhâ) rivayet ettiğine göre bir defasında Resûl-i Ekrem (sas) onun evinde öğle uykusundan gülerek uyanmış, Ümmü Haram niçin güldüğünü sorunca, uykusunda kendisine ümmetinden fetih maksadıyla Akdeniz’e açılan bazı kimselerin gösterildiğini ve onların cennetlik olduğunu söylemiş, bunun üzerine Ümmü Haram kendisinin de onların arasında bulunması için dua etmesini istemiş, o da “Allah’ım! Ümmü Haram’ı onlardan biri eyle!” diye dua etmiştir. Ardından Resûlullah (sas) yine uzanıp uykuya dalmış ve aynı şekilde tebessüm ederek uyanmıştır. Ümmü Haram niçin tebessüm ediyorsunuz diye sorunca, Resûlullah (sas) aynı cevabı vermiştir. Bunun üzerine Ümmü Haram o kişilerden olmak için dua istemiştir ve Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Sen bu topluluğun önde gelenlerinden olacaksın, geride kalanlarından değil.” (Buhârî, “Cihâd”, 3)
Bu hadise yaşandığında Ümmü Haram (r.anhâ) validemiz 70’lerine merdiven dayamış bir hanım, Efendimiz’in (sas) müjdesini verdiği şey ise o günlerde ulaşılması imkânsız gibi görünen bir sefer idi. Buna rağmen Ümmü Haram hem yaşım geçkin hem de o günleri görebilir miyim, o güne ulaşabilsem bile kadın hâlimle ne yapabilirim ki diye bir an bile düşünmeden hemen içindeki cihad aşkı ve heyecanıyla “Ya Resûlallah! onlardan olmam için dua eder misin?” demiştir. Bu nasıl bir aşk nasıl bir iman!
Resûlullah (sas) vefat etmiş, aradan henüz 17 sene geçmişti. Ümmü Haram (r.anhâ) anamız ne yaşını ne de cinsiyetini bahane etmemiş, 86 yaşına gelene kadar hiç yerinde durmamış, kutlu nebinin müjdesine ulaşmak için kocası ile beraber cihad ordularının içinde bulunmuştu. Medine topraklarından yola çıkmış, Kudüs’e ve daha sonraları bugün Suriye toprakları içerisinde bulunan Humus’a gitmişti. Kudüs ve Humus’ta kaldığı yıllarda hanımlara muallimelik yapmış, tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bulunmuştu. Gerek bu topraklarda gerekse cihad meydanlarında Hz. Peygamber’e (sas) yakınlığı ile tanınan bir mücahide olarak dimdik durması, mücahidlerin aşkını ve şevkini arttırıyordu. Anamız heyecanıyla insanlara ümit, aşkıyla onlara azim oluyordu. Hem ilmiyle hem de cihad aşkıyla tam bir dava kadınıydı. Yük olan değil yük almayı bilen, çevresine de bunu aşılayan mücahide bir hanımefendiydi.
Şam Valisi Muaviye b. Ebû Süfyân, Hz. Osman’a (ra) gönderdiği mektupta bir deniz seferi başlatmak ve işe Akdeniz’den başlamak istediğini dile getirmişti. İslâm orduları o güne kadar hiçbir deniz seferine çıkmamıştı. Hz. Osman (ra), İslâm ordularının deniz seferlerine alışık olmadığını belirtmiş, bu yüzden yalnız şu iki şartla sefere çıkılmasına müsaade etmişti: Sefere katılacak askerler gönüllülük esasına bağlı seçilecek ve Vali Muaviye hanımıyla birlikte sefere katılacaktı. Bunun üzerine hemen askerler toplanmaya başlanmış ve ilk İslâm donanması oluşturulmuştu (M. Emin Yıldırım, Sahâbe İklimi, III, 59).
Efendimiz’in (sas) verdiği müjdeden tam 23 yıl geçmiş olmasına rağmen hiçbir zaman bu müjdenin doğruluğundan tereddüt etmemiş hatta o sefere çıkmadan önce zaman zaman rahatsızlanıp çocukları ve torunları onun vefat edeceğini düşünüp başında gözyaşı döktüklerinde, Ümmü Haram validemiz şunu derdi: “Boşuna ağlamayın ben ölmeyeceğim. Peygamberimiz bana deniz seferlerine katılacağıma dair müjde verdi. Ben ne olursa olsun bu müjdenin tahakkuk edeceğini biliyorum. Bunun için ağlamayın ben o seferlere katılmadan ölmeyeceğim.” diyerek Resûlullah’ın (sas) müjdesinin muhakkak gerçekleşeceğine olan inancını ortaya koyuyordu. Hasta yatağında cihada çıkmanın planlarını yapıyordu. Bize cihadın güçlü bir bedenle değil, sağlam bir iman ve sarsılmaz bir dava aşkıyla yapılabileceğini gösteriyordu.
Ordu toplanmış ve sefere çıkılmıştı. Savaşın kızıştığı bir sırada İslâm donanması deniz şartlarına alışkın olmadığı için anlık bir ümitsizliğe kapılmıştı. Bu esnada Ümmü Haram (r.anhâ) validemiz yerinden fırlayarak şunu söyledi: “Ey İslam’ın mücahitleri! Vallahi ben şu kulaklarımla duydum ki Resûlullah şöyle dedi: “Ümmetimden ilk deniz savaşına çıkanlar gerçekten de (cenneti) hak ettiler.’ Görüyor musunuz şu kara parçalarını? O toprakların arkasında cennet vardır.” (Buhârî, “Cihad”, 93) Resûlullah’tan (sas) aldıkları bu muştu ile coşan mücahitler 28/649’da Kıbrıs’ın fethini az bir kayıp ile gerçekleştirmişlerdi.
Karaya ayak basıldığında Ümmü Haram’a (r.anha) binmesi için bir katır yanaştırılmış, anamız katıra bindiği esnada katır onu üzerinden atmış ve Ümmü Haram validemiz ihtiyarlığı sebebiyle bineğin üzerinde duramamış, boynu kırılarak 86 yaşında şehit olmuştu. Ölümü de hayatı gibi şerefli ve aziz bir ölüm olmuştu. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz nasıl ölürseniz de öyle dirilirsiniz.” sözünün adeta bir timsali olmuştu. Özlemle beklediği şehadete kavuşmuştu.
Sahâbe efendilerimiz onu getirip Larnaka’ya defnettiler. Ümmü Haram validemizin kabrinin şu an Rum kesiminde olması da çok farklı bir anlam taşıyor. Bu, birçok sahâbenin yüreklerinde taşıdıkları derin bir arzusudur. Onlar cihad için evlerinden çıkıp, dünyanın dört bir tarafına dağıldıklarında, yaralanıp veya hastalanıp vefat yoluna girdiklerinde, yanlarındaki kardeşlerine derlerdi ki: “Girin, düşman topraklarının içlerine doğru, ne kadar ileriye gidebilirsiniz gidin ve beni oraya gömün. Ben ezanın olmadığı topraklarda defnolmak istiyorum.” Çok ilginç değil mi, sebep ne? Düşünüyorlar ki: “Eğer biz ezanın olmadığı topraklarda medfun olursak, bizden sonra gelenler, orada bir sahâbînin kabri var deyip, ziyaret edecekler. İnşallah bu ziyaretler de o topraklara ezanı kavuşturacak.” İşte bu amaçla Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra), İstanbul’da vefat ederken, “Götürün beni surların içlerine doğru!” demiş, bu amaçla Habbab b. Eret (ra), Irak toprağında vefat ederken aynı şeyi demiştir. Tabii bilmiyoruz Ümmü Harâm da böyle demiş mi, dememiş mi? Ancak söz ile demese bile fiilî olarak o da bunu demiştir (Yıldırım, III, 49).
Aradan yüzyıllar geçmiş ve Kıbrıs tekrar Hıristiyanların eline geçti. Osmanlı 1571’de Kıbrıs’ı yeniden Müslümanlar adına fethetti. İlk icraatlarından biri de Kıbrıs’ın ilk fatihlerinden olan Hala Sultan’ın kabrini aramak oldu. Gayrimüslimlerin Ümmü Haram’ın kabrini Saliha Kadın Türbesi diye ziyaret ettiğini fark eden ceddimiz oraya bir tekke inşa etti. Osmanlı donanmaları türbenin yakınından geçerken anamıza minnettarlığını 4 pare (3 İhlas, 1 Fatiha) top atışı ile ifade etmeye çalışırdı. Osmanlı sonrası İslâm hâkimiyetinden çıkarak Rumların kontrolüne giren Hala Sultan Tekkesi, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Türk ordusunun asgari sınırıydı. Barış harekâtını planlayan ve ordunun harekât emrini veren dönemin Başbakan Yardımcısı merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı’na “Hala Sultan’ın kabri alınmadan ilerleyişimiz durmayacak!” emrini vermesine rağmen ilerleyen süreçte Türkiye masada durdurulmuş ve Hala Sultan’ın kabri kurtarılamamıştır. Hala Sultanımız bugün Rum kesiminde bulunan Larnaka’da yattığı müddetçe bizler gözümüzü ve gönlümüzü o topraklardan ayırmayacak ve o toprakların tekrar İslâm’a kavuşması meselesini dert edineceğiz. Ve bu gayeyle Ümmü Haram validemizin bu dünyadan göçüp giderken bize söylediği şu kutlu sözlere kulak verip risalet davasında hizmet etmeyi her daim bir vazife bileceğiz:
“Mesleğin emekliliği olur, vazifenin emekliliği olmaz! Risaletin davasında hizmet etmek bir meslek değil, vazifedir!”
Dergiye abone ol! (iOS)Ravza Tarhan