Menü

Bir terim olarak adâlet; hak ve hukuka uygunluk, hak ve hukuku gözetme ve yerine getirme, doğruluk demektir. Felsefecilere göre ise ana erdemdir. Toplumumuzda herkese eşit davranmak adâlet olarak algılansa da aslında bundan farklı bir kavram olarak adâlet, her hak sahibine hakkını tam manasıyla vermektir.
Adâlet hukuki ve içtimai bir mefhumdur. Toplumsal davranışlarda adâlet, iktisadi adâlet, hüküm vermede adâlet gibi çeşitli görünümleri vardır. Aile içinde adâlet, iş yerinde adâlet, arkadaşlık ilişkilerinde adâlet, siyasi yapılanmalarda adâlet ve hatta çocuklar arasında dahi bir adâlet söz konusudur. Şüphesiz adâlet deyince hepimizin aklına ilk gelen elbette Allah Resûlü’dür (sas). Hatta Hz. Peygamber’in (sas) adâlete olan hassasiyetini anlamak için bir cümlesi bize kafi gelir:
“Ey insanlar! sizden evvelkileri şu halleri mahvetti: İçlerinden sivrilmiş biri hırsızlık yapınca onu serbest bıraktılar. Aynı işi, zayıflarından biri yapınca onu cezalandırdılar. Allah’a yemin ederim ki, hırsızlığı yapan Muhammed’in kızı Fatıma dahi olsa, elini mutlaka keserim.”
Adâleti zorlaştıran şey esasında kendi evlatlarımız, annelerimiz, babalarımız, yakınlarımız kısaca hislerimizdir. Lakin İslâm kardeşlik üzerine temellendirilmiş bir din olup yakınlarını kayırma gibi bir durum söz konusu değildir. Bazı hususlarda yakınlarımızı öncellemek gibi bir durum söz konusu olsaydı bunu yapan ilk kişi elbette Allah Resûlü (sas) olurdu.
Tanımı çok, uygulaması az olan
Bugün içerisinde yaşadığımız toplumda adâlet kavramının mefhumu ne yazık ki yitirilmiştir. Gerek Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetler gerekse Allah Resûlü’nün (sas) hayatından adâlet örnekleri asırlardır anlatılagelmiş, fakat karşılığını bulduğu çok az olmuştur. Sahâbe de adâlet hususunda Allah Rasûlü’nü (sas) örnek almıştır. Öyle ki bizler adâlet denince karşısına hemen Ömer el-Faruk yazarız. Bütün bu tanımlamalara ve üzerinden geçen asırlara bakarsak adâletin asli tanımı şu olsa gerektir: Bugüne kadar bir çok kişi tarafından tanımı yapılmış, üzerine özlü sözler söylenmiş, konferanslar, toplantılar, sohbetler düzenlenmiş, lakin uygulamasına nadir şahit olduğumuz bir kavramdır. Az da olsa şahit olduğumuz bu şahsiyetler ise asırlar boyu unutulmamış, hikayeleri, sözleri destan olmuş, hayatları yol gösterici birer meşale haline gelmiştir. Bunlardan biri de adâleti ile şöhret bulan Kâdî Şüreyh’tir.
Adîl bir muhadram
Resûlullah (sas) henüz hayatta iken Müslümanlığı kabul eden, ancak kendisiyle görüşemeyen kimselerden (muhadram) olup Hz. Ebû Bekir döneminde Yemen’den Medine’ye göç etmiştir. İslamiyet’i ise Yemen’de Muaz b. Cebel’den öğrenmiştir. 40 yaşında iken Hz. Ömer tarafından Kâdî tayin edilmiştir. Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de görevine devam etmiştir. Kûfe şehrinin siyasî açıdan en karışık dönemlerinde görev yapan Şüreyh, ayaklanmalar sebebiyle birçok defa iktidar değişimi olmasına rağmen uzun süre görevde kalmasını, tecrübesi ve meslekî dirayeti yanında devrin siyasî olaylarına kayıtsız kalmasına da borçludur. İktidar değişimleri sırasında görevden alınmışsa da her defasında yeniden getirilmiştir.
Oğulun baba için şehadeti caiz değildir
Kâdî Şüreyh, verdiği kararlarla İslâm tarihinde adâletin sembollerinden biri haline gelmiştir. Hz. Ali ile aralarında geçen bir hadise ise hayranlık vericidir.
Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetti. Harp bitip Kûfe’ye döndüğünde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gördü. Yahudi’ye şöyle dedi:
-Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.
Yahudi:
−Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir, dedi.
Hz. Ali, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da olsa, meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif etti:
−O hâlde hâkime gidelim.
Birlikte hâkime gittiler. Hâkim, adâletiyle tanınan Kâdî Şüreyh idi. Hz. Ali huzura girdiğinde, hâkimin yanı başına geçip oturdu ve bu hareketinin sebebi olarak da: “Hasmım Yahudi olmasaydı elbette onunla aynı yerde otururdum. Fakat ben Resûlullah’tan, ‘Allah’ın onları küçülttüğü yerde siz de onları küçültün!’ buyurduğunu işittim.” dedi.
Kâdı Şüreyh, Hz. Ali’ye:
−Ey müminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir? dedi.
Hz. Ali:
−Şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.
Meseleyi anlayan Kâdî, Hz. Ali’ye:
−Bu iddianı ispat edecek delilin var mı? diye sordu.
Hz. Ali:
−Evet, var. Hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın benim olduğuna iki şahittir.
Kâdî Şüreyh:
− Oğulun baba için şehadeti caiz değildir.
Hz. Ali:
− Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz?! Ben Resûlullah’ın, ‘Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.’ buyurduğunu işittim.
Neticede Şüreyh, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelendirdi. Bu büyük adâlet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şöyle demekten kendini alamadı:
“Müminlerin emîri, beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Resûl’üdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım.”
Hz. Ali, bu neticeye çok sevindi:
“Mademki Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum” dedi.
Kıyâfe uzmanı bir kâdî
Şüreyh, “Kişilerin fizikî yapılarından hareketle haklarında yargıda bulunma uzmanlığı” anlamındaki kıyâfe (fizyonomi) ilmini bilirdi. Zeki, anlayışlı, bilgili, sağlam karakterli, mizahçı ve şair bir kişiliğe sahipti. Davalara normal zamanlarda camide, yağmurlu günlerde ve bayramlarda ise evinde bakardı. Yargılama sırasında özel bir cübbe giyer, beyaz sarık sarardı. Dava esnasında yanında Ebû Amr eş-Şeybânî, Abîde es-Selmânî, Mesrûk b. Ecda‘ gibi görüşlerine başvurabileceği kişiler hazır bulunurdu. Oğlunun ölümünün ertesi günü görevi başına dönecek kadar işine bağlıydı.
İşte hüküm dediğin böyle olur!
Kâdî Şüreyh adâletini Hz. Ömer’in dahi tasdik ettiği bir şahsiyetti. Rivayete göre bir gün Ömer el-Faruk, Yahudi bir tüccarla pazarlık eder. Ondan bir at satın alır. Hz. Ömer atı alır bir biniciye denemesi için verir. Binici denerken atın ayağı kırılır. Hz. Ömer de atın hasta olduğunu söyler ve geri vermek ister. Yahudi der ki “Ben sana bu atı verirken sapasağlamdı, ya sağlam iade et ya da satın al.”
Orta yol bulunamayınca mesele Kâdî Şüreyh’e intikal eder. Adâleti dillere destan Kâdî Şüreyh meseleyi dinler ve H. Ömer’e “Sen haksızsın, ya adamın parasını öde ya da atını ona sağlam iade et” der. Hz .Ömer tebessüm eder ve “İşte hüküm dediğin böyle olur” der ve orada Kâdî Şüreyh’i Kûfe kadısı ilan eder.
Kâdî Şüreyh, ister sahâbe olsun ister devrin halifesi olsun hiç kimseye iltimas göstermemiştir. Karşısında oturandan ziyade meselenin Kur’ân ve sünnete uygun çözümüne odaklanmıştır. Bu vesileyle adâletin sadece dinle ilgili olmadığını da gözler önüne sermiştir.
Kendi dönemindeki gelişmelere paralel olarak bir kısım problemlere yeni şartlarla uyumlu çözümler getiren Şüreyh, yalancı şahitlerin artması üzerine İslâm tarihinde ilk defa gizli soruşturma uygulamasını başlatmıştır.
Ender şahsiyetlerden biri olan ve verdiği hükümlerle kendisinden sonraki nesillere önderlik yapan Kâdî Şüreyh, bir davaya bakmak üzere oturduğu zaman, yanı başında bir kişi her zaman sanki çağlar ötesine seslenircesine, “Ey millet! Bilin ki mazlum destek, zalim ise cezalandırılma bekler. Buyurun, Allah size merhamet eylesin!” diye seslenirdi.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x