Menü

Adâlet; ahlâk, fıkıh ve hadis ilimleri kapsamında birbirine yakın mânâlarda kullanılan, çok geniş muhtevâlı  bir terim olmakla beraber, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak gibi mânâlara gelen bir masdar-isimdir. Yine aynı kökten bir masdar-isim olan ve “orta yol, istikâmet, eş, benzer, misil, bir şeyin karşılığı” gibi manalara gelen adl kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında âdil ile eş anlamlı olup aynı zamanda Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biridir.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde adâlet, genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık” gibi mânâlarda kullanılmıştır. Bununla beraber Allah Teâlâ: “Allah adâleti ve ihsânı emreder.” buyurur. Burada Râgıp el-İsfahânî, adâletin karşılık vermede eşit davranmak olduğunu, eğer yapılan hayır ise karşılığının da hayır olduğunu, şer ise karşılığının da şer olduğunu; ihsânın ise, hayra daha fazlasıyla, şerre daha azıyla karşılık vermek olduğunu kaydeder.

Kâinatın zerrelerinde dolaşan adâlet
Şüphesiz Allah’ın adâleti kâinatın her bir cüz’ünü kuşatmış durumdadır ve kâinatta hiçbir zerre yoktur ki, Allah’ın adâletinden mahrum kalsın. Arzdan semâya her bir nev’ Allah’ın adâletinin kendisinde tecellî ettiği birer numûne niteliğindedir ve her biri kusursuz bir nizam ile işleyen bu adâlet ile hemhâl olmuş durumdadır. Bu nev’ilerin belki de bir zerresini teşkil eden insanoğlu için de elbette ki bu pay söz konusudur. Ne var ki, tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın, tıpkı diğer sıfatları gibi, söz konusu olan bu adâlet sıfatı da, insanoğlu için elbette ki kusurlu ve noksan olacaktır. Bununla beraber insanoğlundan her zaman ve mekan için adâletin en yüce mertebesine çıkması, yeryüzünde adâleti hakim kılacak ve temsil edecek birer halife olması istenecektir.
Allah’ın, kâinatta yaratmış olduğu her şeye koyduğu bu adâlet, insanoğlunun, bedeninin, ruhunun her bir zerresinde dahi bulunmaktadır. Bu adâletin sıhhatli bir şekilde gerçekleşmesiyledir ki; insan, kendisine yakışan fiilleri, iyi ve dengeli davranışları ortaya koyar. İnsanoğlunun bedeninde zuhur eden bu adâleti, Farâbî çok veciz ifadelerle açıklar ve bedenin bir denge çerçevesinde işlediğini kaydeder.
Faziletlerin zirvesi
İslâm düşünürleri ise, insanoğlunun düşünme veya bilgi gücü, öfke gücü ve şehvet gücü olmak üzere üç temel gücünden, sırasıyla hikmet, şecâat ve iffet olmak üzere üç fazilet doğduğunu, adâletin de bu üç faziletin gerçekleşmesiyle kazanılan ve hepsini içine alan dördüncü bir temel fazilet olduğunu kaydederler. Her bir faziletin, ifrat ve tefritin ortasında olduğu şeklindeki itidal görüşü, İbn Sina ve İbn Miskeveyh gibi bir kısım İslâm düşünürü ilk üç fazilete uyguladığı gibi dördüncü fazilet olan adâlete de uygulamış ve adâletin itidal/denge çizgisini ifade ettiğini belirtmişlerdir. Burada adâlet fazileti, ifrat ve tefrite işaret eden zulüm ve inzilâm (zulme boyun eğme) gibi iki uç noktanın ortası kabul edilmiştir. İmam Gazalî bununla alakalı olarak şöyle der:
“Adâlet sıfatı kaybolursa bundan fazlalık veya eksiklik (ifrat ve tefrit) şeklinde iki taraf doğmaz; sadece zıddı ve karşıtı doğar ki, o da zulümdür.”
Tıpkı kainatın işleyişinde olduğu gibi, kainatın bir parçası niteliğinde olan insanın, bedenini ve ruhunu dahi ayakta tutan adâlet, şüphesiz insanların birbirleri ile olan münasebetlerinde de Allah’ın emrettiği ve istediği bir nizamdır. Sağlıklı bir cemiyet yapısının oluşabilmesi ancak bu münasebetlerin adâlet çerçevesinde sağlıklı bir şekilde işleyişiyle gerçekleşir. İbn Sina’nın tabiriyle, bu cemiyet kanun (sünnet, şeriat) ve adâlet ilkelerinin uygun düzenlenmesine bağlı olup, bu da toplumda kanun koyucu ve adâleti hakim kılacak salih bir insanın mevcudiyetini zorunlu kılmaktadır.
Esasen, Allah’ın yeryüzünde emretmiş olduğu peygamberlik müessesesi de söz konusu bu kanun ve adâlet ilkelerinin sağlıklı bir şekilde işlediği sosyal bir nizamdır. Allah Teala, insanoğlundan hep bu sosyal nizamı gerçekleştirmesini istemiş ve peygamberlik müessesesi nihayete erse dahi yeryüzünde adâleti hakim kılmasını emretmiştir.
Vasat/Adîl ümmet
Kur’an-ı Kerim’de zikrolunan “vasat ümmet” ifadesindeki vasat kelimesi de esasen bütün müfessirlerce “adâlet” manasında tefsir edilmiştir. Bundan maksat da şüphesiz, içtimai bünyede  tüm aşırılıklardan uzak, itidal çizgide ve uyumlu bir hayat tarzının emredilmiş olduğudur.
Hz. Peygamber’in (sas) gönderildiği Arap toplumu, adâletten mahrum, zulmün ve zalimin sesinin yanında adâletin ve âdilin sesinin duyulmadığı bir hayat tarzını benimsemişti.Toplum adeta ifratın ve tefritin alâmeti olan zulmün ve inzilâmın birer parçası haline gelmişti. Resûlullah (sas) böyle bir toplumda Allah Teala’nın emrini yerine getirmekle vazifelendirilmişti: “…de ki: Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve bana aranızda adâleti gerçekleştirmem emrolundu.”
Sözde değil özde adâlet
Resûlullah’ın (sas) hayatına baktığımızda şahid oluruz ki hayatının her bir safhasında adâleti hakim kılmaya çalışmış, bunu da önce kendi nefsine karşı gerçekleştirmiştir. Kişinin, adâleti, önce kendi nefsinde, sonra diğer insanlarla olan münâsebetlerinde ve sonrasında da toplumda hakim kılması gerektiğini ashâbına ve ümmetine bizzat hayatı ile göstermiş ve sık sık telkin edip hatırlatmıştır
Kurduğu muâhat (iman kardeşliği), müslümanların kendi aralarındaki; Medine Vesikası ise, müslümanlar ve gayr-ı müslimler arasındaki adâleti tesis eden ve koruyan belki de en güzel misallerdendir. Kur’ân-ı Kerim’de Resûlullah’ın (sas) bu yönüne dikkat çekilerek şöyle buyrulmuştur:
“Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir.Eğer sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan sana asla hiçbir zarar vermezler. Eğer hükmedecek olursan aralarında adâletle hükmet.”
Allah Resûlü (sas), attığı her bir adımını adâlet sınırlarını aşmadan atmaya çalışıyor ve bu sınırı aşan, kendi kızı Fâtıma (r.anhâ) dahi olsa cezasının verileceğini bildiriyordu:  “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı¸ onun da cezâsını verirdim.”
Bedir Savaşı’nda alınan esirler arasında elleri bağlanmış bir şekilde amcası Hz. Abbas da vardı. Esirler¸ fidye karşılığı serbest bırakılmaya başlandığında ensârdan bazı kimseler Hz. Abbas’ın Allah Resûlü’nün amcası olduğunu öğrenince onun fidyeden affedilmesini istediklerinde Allah Resûlü (sas) şöyle buyurmuştu: “Hayır¸ asla böyle bir şey olamaz. Onun, ödemek zorunda olduğu fidyenin tek bir dirhemi dahi bağışlanamaz.”
Adâletin tecellileri
Allah Teâlâ, kulları arasından seçiyordu. Kiminde adâletini, kiminde basîretini, kiminde merhametini tecelli ettiriyordu. Hz. Ömer’de (ra) tecelli eden ise adâlet idi ve elbette ki o, bunu, Allah Resûlü’nden (sas) talim almıştı ve onun bu adâleti, şüphesiz imanının kemâlinin bir tezâhürüydü.
Geceleri Medine sokaklarında sırtında dağıtarak taşıdığı erzâk, boynunda taşıdığı bu ağır yük yanında bir şey ifade etmiyordu şüphesiz. Zira onun derdi, Efendisinin (sas) emanet bıraktığı bu ağır vazifeyi ve mes’ûliyeti yani Rabbinin emrettiği adâleti yeryüzünde hakim kılmak, ve: “Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarım.” diyebilmekten başka ne idi?
Mehmet Akif ifade edecektir belki de onun adâletini en güzel şekilde,şu veciz ifadesi ile:
“Önce dehşetli zıpırken,nasıl olmuş da Ömer;
Öyle bir adle sarılmış ki,değil kar-ı beşer!”
Genlere işleyen adâlet
Ömer b. Abdülaziz’in devletin başına geçtiğinde yaptığı ilk icraatlarından biri de, Medine’ye bir mektup göndererek, her bir adımında adâleti gözetmiş büyük dedesi Hz. Ömer’in hayatını ve devlet yönetmedeki usûllerini  öğrenmek oldu.
Gençliğinde her türlü imkan ve ihtişâma sahip olan Ömer b. Abdülaziz, halife olduktan sonra bu hayatını elinin tersi ile iterek tıpkı dedesi Ömer gibi, yüklendiği bu ağır vazifenin altında, kendisini adâletle hükmetmeye adamış ve etrafındaki tüm devlet erkanına da bunu emretmişti.
Şüphesiz, adâlet vasfının bir insanın hayatının her bir safhasında hakim olması, anlaşılması kolay bir şey değildir. Zira ancak imandır, adâletin bir kulda böylesine tezahür etmesinin açıklaması. Ancak Allah Teala’da kamil olan bu sıfat, tüm kusur ve noksanlarıyla beraber bir kulda dahi parlayabilirdi. Allah seçiyordu zira ve veriyordu kalbe bu imanı.
Emrolunan adâleti yeryüzünde hakkaniyetle hakim kılan kullar, hak edene hak ettiğini vermenin ağır mes’ûliyetini taşıdılar. Kimi, Resûl-ü Ekrem gibi taşıdı, kimi Ömeru’l-Fârûk gibi, kimi de Ömer b. Abdülaziz gibi. Taşınan zaten Allah Teâlâ’nın emir buyurduğu ve yeryüzünde hakim kılınmasını istediği adâlet değil miydi? Allah Resûlü (sas) taşıdı evvela ve bıraktı, bir emanet gibi ashâbına ve ümmetine. Ancak kaldırabilenler aldılar bu emaneti, Allah Resûlü’nün bıraktığı yerden, sırtlarına.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x