İnsan nerede? Ne oldu insana? Nereye gitti? Ve insanı geriye kim getirecek? Bir özeleştiri için kaçınılmaz sorular insana ait olmak durumunda. İradesi olan varlık olarak insanı yapıp ettiklerine, durduğu yere baktığımızda insan biyolojik olarak var. Üstelik aşırı canlılık emaresi gösteriyor diğerlerinin canını alacak kadar çok canlı ve insafsız. Bu haliyle varlığıyla, taşıdığı yetilerle tezata düşmüş küresel dünya insanı, mahiyet olarak bir başka varlığa evrilmiş durumda. Bu tespitimizi dünyanın en büyük işgal ve soykırımlarından olan Gazze saldırısı üzerinden bir okuma ile açıkça anlayabiliriz.
Saflığın sembolü olan çocukların, merhametin canlı temsili annelerin ve bütün sivillerin vatanları, şehirleri, evleriyle birlikte imha edilmesine karşı ses çıkaran vicdanı rahatsız olan çok az insan var dünyada. Bu haksızlığı küresel dünyanın sömürgeci güçleri yaparken diğer ülkelerin bir kısmı ona destek oluyor, diğer bir kısım da sessiz kalarak yine destek hanesine kayıtlanıyor.
Bir tek insanın haksız yere öldürülmesine dahi insan sessiz kalamaz. Kalırsa insan olma vasfını yitirir. Bu saldırıyı yapanlar ve ona destek olanlar insan olma vasıflarını yitirmiş mutasyonla bir başka varlığa, insan yeme makinasına dönüşmüşlerdir. İnsana has değerlerden, ahlak, mantık, merhamet, sevgi, adalet duygusu dahil, “kurtulmuş” olarak bu bir yıllık gün gün süren katliamı yapmış veya desteklemişlerdir.
İnsana olan bir anda olmadı şüphesiz. Batının reform hareketlerinden başlayarak her şeyi bildiğini iddia eden özneyi, dolayısıyla her türlü manevi bağdan kurtulup dünyaya araçsal akılla saldıran “birey”i izlememiz gerekir.
Varlığı düşünceden başlatan zihniyet, onunla da yetinmedi, aklın güzergahının bittiği yerde bir başka çıkmazsa, bedensel hazlara sarıldı. İnsan bedeninde ölçülü kullanıma açık meşrutiyet talep eden bütün bedensel zevklerin önündeki engeller kaldırıldı. Bu sayede bütün dinler ve kültürler agnostik, deist, ateist kalıplara dökülerek “bedensel evrensellik” başlamış oldu. “Düşünüyorum o halde varım” diyen aydınlanmanın bireyi geldiği posthuman aşamada “zevk alıyorum o halde varım” diyor.
Bu dehşet dengesi insanın kendine yetebileceği, başka hiçbir ilkeye, rehbere ihtiyaç duymayacağı varsayımının geldiği dramatik aşamadır. İnsanı saatli bomba işlevine dönüştüren yürüyüş, insanın aşkın âlemden kopmasıyla devreye girdi. Manevi boyutunu kendi eliyle yok eden insan ahlaktan koptu. Gayb olmadan din olmaz, din olmadan ahlak olmaz ve insan amaçsız kalınca hedefsiz ve umutsuz da kalmış olur. Küresel dünyanın bireyi bu durumdadır. Amaçsız, bencil, yalnız, narsist ve nerede ne yapacağı tanımlanamayan bir varlık türü. Üstelik maddi boyutta yaşanan teknolojik gelişme ve medyatik akış bu yeni insan türünü destekleyip alkışlıyor.
İnsan kendinde mahsur kalmasıyla anlam arayışı da tıkandı. Seküler ufka hapsolan insanı artık “hiçlik” ifade ediyor. Anlam krizi, aklın kendi dolaşım alanında mahkûm edilmesiyle başladı. Anlamın kaybı, zevkler üzerinden hiçbir sorumluluk tanımayan ve bu durumu “özgürlük” diye tutan post modern dünyanın araçsal aklın sınırlarında kalan insanı olarak halinden şikayetçi de olmuyor. İfşa kültürü, teşhir güzergâhında yol aldıkça nihilizm kendi içinden devinerek yoluna devam edecek anlamına geliyor.
Bütün bu nedenlerden dolayı, “İnsan nereye gitti, onu kim geriye çağıracak?” sorusu küresel irade için geçerli olamaz. Yeniden aşkın boyutla ilişki kurma çabası içinde olamayacağı hiçlik örtüsünden anlaşılabiliyor. Diğer tarafta İslâm alemi ne durumda diye baktığımızda Batının yörüngesinde vesayet altında, yine iradesiz bir yapıyla yüzleşmiş oluruz. Vesayeti içselleştiren önemli bir oran, vesayetçiye hayranlık besliyor. Onun izlerini dikkatle izleyerek kendi dünyasını, tarihini küçümsüyor. Belli oranda şaşkın bir kitle iki yaşamı işine geldiğince maddi ve manevi seçeneklerle, söze sinmiş dindarlıkla geçiştiriyor ve yeni bir zihni kalkışmanın çok uzağında. Yönetimler, üniversiteler, siyasi ve kültürel hayat her bir ülkede benzer şekilde ve değişen oranlarda varlığını sürdürüyor. Yönetimler Batı’ya nispetle daha faşizan ve diktatörlük, tek adamcılık izahı kolay yapılan anlayışlar olarak ortaya çıkıyor. İslâm alemi iddialı bir vurgu. Aslında her bir ülke küresel bir gücün uydusu durumunda. Bu durum Gazze’ye “görmüyorum, duymuyorum, bilmiyorum” olarak yansıyor. Dramatik bu duruma aslında başkaldırıdır Gazzeli çocukların varlığı ve semayı aşan işaret parmaklarından akan söylevler. İki milyara yakın nüfus ve elli yedi ülke yönetimleri bir araya gelip herhangi bir karar alamıyorsa “İslâm alemi” vurgusu karşılığını kaybeder.
Bu duruma tezat olarak aşkın alemle irtibat kurmanın potansiyel imkânı bu uykulu ve uydu çoğunluklu ülkelerin tarihinde saklı duruyor. İnsanı ortaya çıkaracak ve onu yaratılışta şerefli kabul edecek referanslar; unutulmak istenen, üstü örtülen değerler bu alemin imkânı olarak var. Ancak iki milyar içinde bu nimeti fark edenlerin oranı çok düşük ve aynı zamanda çok yönlü baskıya muhatap.
Yaşadığımız ülkenin özeleştirisine gelirsek konunun dünya ve bölgeden kopuk olmadığını görürüz. Buna rağmen ülkenin kurucu ilkelerinin gönüllü vesayet üzerine bina edildiğini ve Batılı yaşam tarzının dayatıldığını on yıllık ritmik darbeler üzerinden çıkarmak mümkün. İslâm dininin yaşanması özel alanla sınırlanması dindarlar üzerine kurulan baskıların 28 Şubat darbesiyle fiile döküldüğü malum.
Kendileri dayatmanın mağduru olan dindar camia siyaset ve sivil toplum üzerinden kendini ifade etmeyi sürdürdü ve 2003 yılı itibariyle tek başına iktidar oldu. Aralıksız yirmi beş yıla yaklaşan bu süreci değerlendirdiğimizde farklı merhalelere şahit oluruz. İlk yedi yıllık süreçte büyük dönüşümler devrim niteliğinde çalışmalar yapıldı. Kalkınma alanında ve özgürlüklerin gelişmesinde gelişmeler oldu. MGK’nın sivilleşmesi askeri vesayetin kalkması Cumhuriyet döneminin en önemli siyasi kararıdır. Hızla devam eden değişimler dışardan müdahaleyi “gerektirecek” merhaleye gelince Gezi Parkı ile başlayan gerilim 15 Temmuz Kalkışması ile güvenlik politikalarına dönüştü. ABD’nin bölgemizde Arap Baharı ile yaptığı müdahalelerin benzeri ülkemize de yapıldı. Bütün badirelerden başarıyla çıkma işinde Ak Parti ve Tayyip Erdoğan’ın liderliği hesaba sığmaz nitelikteydi. Bu tarihten sonra sürekli dış uzantılı iç tahrikleri bertaraf etmek gerilim politikası olarak ortaya çıkıyordu. Diğer taraftan merkezi değiştirmek, millet adına dönüştürmek için iktidar yapılan parti merkeze yerleşerek değişimi güvenliğe tercih etti. Gelir dağılımı adına dar gelirliyle merhem olma gayreti son dönemlerde inkitaya uğradı. İktidar ve ona yakın çevrelerin hayat tarzları üzerinden izlendiğinde seküler bir evrilme görürüz. Dava yerini “iş becerme” eylemine terk edince “İtibarda tasarruf olmaz” beyanı bütün ucubeliğiyle anlayışları dönüştürdü. Konfor ve maddi zenginleşme, istikbal endişesi “dava”nın alanında otağını kurdu. Liderin başarıları ortak aklın gelişmesine engel oluşturma işlevi gördü. Sivil alanla iletişimin sınırlı ilerlemesi, duyulan muhalif görüşlerin bastırılması son yerel seçimlerde iktidara ciddi bir ikaz oldu. İktidar partisinin millet adına halkın temsilcisi olarak iktidara taşınması zaman içinde güç zehirlenmesine düçar olarak halka tepeden bakma, halka yabancılaşmayı beraberinde getirdi.
Partiyi oluşturan farklı kesimlerin gruplaşması birlikte karar alma, ortak akıl ve samimiyet üzerinden lider kararlarına etki etme imkânı ortaya çıkmadı. Diğer taraftan sivil toplum kuruluşları ile kurulan diyalog da karşılıklı fikri beslenmeyi uyarılma ve uyarmayı erdemli düzeyde tutma çabası da oluşmadı. Bütün dindar kurumlar iktidardan ülke ve dava adına değil kendi grupları adına imkân beklentisi içine girince kendilerini talepleri nedeniyle susturmuş oldular. 2000’li yıllara kadar politik yapıya mesafe koyan kimi gruplar ve simalar 28 Şubat’ın açtığı atmosferin etkisiyle parlamenter siyasete adapte oldular. Gençlik çalışması yapan radikal gruplar diye isimlendirilen yapılar da siyasete “yakın” durmayı yeğleyince gündem oluşturma kabiliyetlerini ve var olma nedenlerini sorgulamaya açmış oldular. Bu süreç içerisinde yine dindar aydınların sabitelerini muhafaza edemedikleri, savrulma yaşadıkları görüldü.
Kısaca ifade edecek olursak son çeyrek yüzyıllık süreçte yozlaşma dünyevileşme olarak bütün dindarları içine aldı. Daha doğrusu siyasi, sivil her mü’min eski haliyle kıyas kabul etmez uzaklığa savruldu. İçimize dünya kaçtı. Vitrinlerin, törenlerin, kutlamaların ve hasılı israfın muhatabı olduk. Söz ile tavır birbirinden uzaklaştı. Samimiyet yerini “iş bilirliğe” bıraktı. Bozulma insandan aileye doğal olarak uzandı. Evlerin yuva özelliği erimeye durdu. İktidarın tutarsız kadın politikaları bir yönüyle sistemle ve feminizmle örtüşünce anlaşılmaz sert bir kadın tutum ve davranışları ortaya çıktı ve destek gördü. Evlenme oranı azalırken evlenme yaşı büyüdü, boşanma artışları birey merkezli özgürlük etkisiyle arttı. İnsanların eşlerine güveni sarsıldı ve anlaşmalar öne çıktı. İhtişamlı gösteriye dönük düğünler, kutlama kültürünü olduğu gibi kabullenme ihlası yeğleyen eski tutumların yerine geçti.
Sivil alanda toplumun gönülleri ıslah etmeye aday öteden beri var olan tarikatlar olumsuz değişimden fazlasıyla pay sahibi oldular. Tasavvufa yabancılaştılar, kuru ritüellere teslim olurken özden uzaklaştılar. Manevi gelişmeyi, zühdü merkeze alarak veraya ulaşmayı öngörmesi gereken tarikatlar, görünürlükten gösterişten, ihtişamdan uzak durmayı öğütlemeyi amaçlayan kuruluş amaçlarına yabancılaştılar. Her biri holdingleşme, medya kurmada birbiriyle yarıştılar. Lüks arabalar, gösterişli hayatlar, söylemleri ile tezat oluşturdu. Bidatler üzerinden girdikleri ve kamuoyunu işgal eden gündemler iç iktidar gündemlerinin örtüsü işlevini üstleniyordu. Kısaca ifadesiyle, “tarikatlar tasavvufa karşı” tavırlarıyla iddialarını terk ettiler. Nefis terbiyesini eylemle göstermek yerine, sözü kendine geçmeyen üstadlar müritlerine yöneldiler ve kalabalık olma niteliğin önüne geçti.
Diyanet teşkilatı ağır, hantal devlet kurumu olmanın dışına çıkmadı, çıkamadı. İradeyi maslahat üzerinden hac ve umre çalışmaları ve organizasyon merkezli büyük cesametli yapısıyla küçük ve basit hizmetler üretti. Normları aşmak gayreti gösteren başkanlar belli odakları rahatsız etmiş olacak ki, arkasındaki kitlenin oya tahsil edilen gücüyle “yukarıya” etki etmede etkili oldular. Yine medyanın kolaylaştıran ulaşım etkisiyle sınırsız hurafe türedi. Bu hurafecilerin kimi sarıklı, cübbeli din adına bugünü dünün kalıplarına taşımayı hedef seçmiş uydurma sözleri hadis diye kitleye sorumsuzca sunan, orantısız cezalar, hesaba sığmaz ödülleri ahiret adına dağıtmayı görev üstlendiler.
İkinci grup hurafeciler tüm geleneği modern işlevi akıl adına yok sayanlar. Bunlar da hadisi ilga ederek yerine her birinin farklı heveslere yaslanan aklı değer olarak dayatıldı. Bütün bu dini eksilten, çoğaltan, araçsızlaştıran yapıların varlığı, İslâm’ı bütün umdeleriyle olduğu gibi reaksiyonsuz bilgiye döken kurumların olmayışını gösterir. Bu nedenle kim nerede, hangi grupta hangi önceliklerle İslâm’ı öğrenmişse onu benimsiyor ve tek “fırka-i nâciye” olarak kendini görüp diğerlerini sapık olarak niteliyor.
Sivil alanda güçlü âlimlerin olmayışı, olanların siyasete kayıtsız kalamamaları içtihadı bekleyen pek çok sıkışık siyasi, kültürel, ekonomik konuda güdük kalmamızı, pratikte yapılanların zamanla helal haram dengesini bozması normal kabulle meşrulaşıyor.
Türkiye bu daralmayı aşacak vizyona sahipken bu iktidar döneminde Dünya İçtihat Şurası’nı oluşturup sorunları çözemezse büyük kayıp olacaktır. En baştaki sorumuza dönersek: İnsanı kim geri çağıracak?
İslâm dünyası ve içinde Türkiye dağınık, hantal, öykünmeci, vesayetçi yapısıyla umut vermiyor. Ancak ümmetin elindeki muhkem kitap, Peygamber mirası sünnet yerli yerinde: hayatı, ölümü ve ölüm ötesini anlamlandıran insandan topluma oradan uluslararası ilişkilere değer, anlam ve ahlaki referansları fıtratla bütünleşen ilkeleri ortaya koyan imkân var. Bu temel referansları geleneğin tahlili ile takviye edip içtihat boyutunu da çalışıp insana insanlığa sunma sorumluluğu ve ödevi her Müslümanın boynuna borçtur.
İnsanın geri dönüp şerefli varlığına güvene ve huzura kavuşması, anlamların yerli yerine oturması ancak böyle mümkün olabilir. Bu başarıldığında insan ahlaklı ve değerli olur. Kendisine boyun eğdirilen tabiatın şükrünü edaya yönelir. Anlam bulunmadan insan bulunamaz. Ahlâk olmadan insanca yaşam olmaz.