Hiç durmadan, düşünmeden yaşanan hayat, çoğu zaman hissedilmez. Olaylar vuku bulur, ama tesir etmez. Belki de tesir eder, zarar verir; fakat fark edilmez. Durmayan, yavaşlamayan, düşünmeyen insanın kalbini koca bir örtü kaplar. Ve kişi duygularını fark edemez. Çünkü görmek sadece göz vasıtasıyla yapılmaz, kişi kalbinin örtüsünü kaldırmadan duygularını göremez.
Kur’ân ve sünnete bakıldığında akıl ve kalp birbirinden farklı unsurlar olarak kabul edilmezler. Aksine birbirleriyle sıkı bir iletişimde oldukları görülür. İmam Gazali de aklın kalpte olduğunu söyler. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki akıl ve kalp hiçbir zaman birbirinden bağımsız çalışmaz. Duygular düşünceleri her halükârda etkiler.
Hatada ısrarcı olmanın nedeni de aslında duygularda ısrarcı olmaktır. Kalpteki körü körüne bağlanılmış duygular; düşünceleri, olayları ve kişinin benliğini etkiler. Bu noktada kişinin kendisini böylesine etkileyen duyguları kontrol altına alması gerekir. Yaşanmışlıklara bakıp “Bu benim kontrolümde değildi.” demek kişiye hiçbir fayda sağlamaz. İnancımız gereği kabul ederiz ki vuku bulan olaylar bizim elimizde değildir. Sezai Karakoç’un dediği gibi “Göklerden gelen bir karar vardır.” Ve biz bu karara rıza gösteririz. Vakıalar bizim elimizde değildir belki ama müsaade ettiğimiz etki alanını belirlemek bizim elimizde. Olay esnasında sonucuna vereceğimiz ve sonrasında sürdüreceğimiz tepki de yine bizim elimizde.
İşte tam da bu noktada insanın kalbinin örtüsünü kaldırması gerekir. Çünkü aslında razı olmadığı şey vuku bulan olay değil, ona verdiği tepkidir. Olaylar hep olur, biter. Ama duygular bitmez. Eğer geçmeyen bir şey varsa dönüp kalbini yoklamak gerek. Burada önemli bir noktaya geliyoruz: Öz eleştiri.
Öz eleştiri; kişinin kendi hakkında yaptığı gerçekçi değerlendirmedir. Taraf tutmadan, kendini aklama gayesinde olmadan… İnsanın kendini inşa etme sürecinde en önemli noktalardan biridir. “Doğru tepkiyi verebildim mi, doğru davranabildim mi, bu süreci doğru yönetebildim mi?” gibi soruları düşünmek, değerlendirmek gerek. Çünkü duygular düşünceleri şekillendirir. İnsanın inşası… Kişilik inşası, kimlik inşası… Tüm bunlar içe dönmeyi gerektirir.
İnsan dürüst olmalıdır. En çok da kendine… İçe dönmeyi, kendini sorgulamayı bilmelidir. Gerektiği yerde sırtını sıvazlamalı, gerektiği yerdeyse acı olan gerçeği kendine söylemelidir. Aynı zamanda bu kazanım, insana dışa bağlı bir yaşamdansa kendisinin inşa ettiği bir benlikle yaşayacağı hayatı da sunar.
Toplumun oluşumunda eleştirel düşünceye Aliya İzzet Begoviç’in perspektifinden baktığımızda eleştirinin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu görürüz. “Ben olsam Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere eleştirel düşünme dersi koyardım. Batı’nın aksine Doğu, bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur.” der Aliya İzzet Begoviç. Eleştiriyi acımasız bir mektep olarak tarif eder. Acımasız olmasına karşın bir o kadar gereklidir. Toplumun inşasında eleştiri nasıl gerekliyse insanın inşasında da öyledir. Öyle ki inşa olmuş bir toplum, inşa olmuş insanlarla oluşur.
Kendini inşa etmek isteyen insan, bir yerden de sivrilen taraflarını yontmaktadır. Olması gereken yere uymayan parçalarını tamir eder. Tüm bunların temelinde değişime açıktır. Duygularını, dolayısıyla düşüncelerini değiştirmeye açıktır. Kendine karşı açık sözlüdür ve bu çok kıymetlidir. Çünkü her durumda kendine gerçekleri söyleyebilmek büyük bir erdemdir. Eğer böyle olursa insan kişiliğini inşa eder.
Bu inşa süreci meşakkatli bir süreçtir ve ömür boyu devam edecektir. İnsanın beşerî bir mahluk olmasından kaynaklanır bu bitmeyen inşa süreci. Yürünecek yol bitene kadar değişimin var olacağı hep hatırlanmalıdır ve hep değişime hazır olunmalıdır.
İyi ve sıkı bir nesil inşa edebilmek için iyi ve sıkı bireyler olmaya ihtiyacımız var. İyi bir inşa süreci için Mevlana’nın sözlerine kulak verebiliriz: “Yürüdükçe menzilden çıkıyorsan yolunu sorgula. Ömür geçtikçe yerinde sayıyorsan gününü sorgula. Sevildikçe vefasızlaşıyorsan gönlünü sorgula. Hangi halde olursan ol sonunu sorgula…”