Menü

‘Bıktım, bîzâr oldum Müslümanlardan; sığındım Müslümanlara..’

Bu makalenin giriş cümlesindeki düşündürücü söz, Hint Müslümanlarının son 100 yıldaki en büyük mütefekkirlerinden, ‘allâme-şair’ Muhammed İkbâl-i Lâhorî’ye ait. Evet, aynen onun dediği gibi… Çünkü, Müslümanlar olarak, başka Müslümanlardan pek çok yakınmalarımız olsa da beşer plânında, Müslümanların yanından başka gidip sığınacağımız bir yer veya kimse yok.

Konuya girmeden önce, kullandığımız-kullanacağımız ıstılahlar/terimler üzerinde bir birlik sağlamak gerekiyor.

‘İslâm Dünyasında Müslümanlararası Öteki İlişki’ ana başlığı altında bir genel değerlendirme yapılacağına göre önce, ‘İslâm Dünyası’ terimi nereleri ihata ediyor? sorusunun cevabını vermek gerekiyor. Ama, bu cevabı vermek, mantıken mümkün değildir. Çünkü, ‘İslâm cihanşumûl ve bütün coğrafyalara ve bütün insanlara hitap eden bir din olduğuna göre, dünyanın belirli bir kesiminin ‘İslâm Dünyası’ diye isimlendirilmesi doğru değildir.

Üzerinde yaşayan insanların ekseriyetini ‘Müslümanların teşkil ettiği’ coğrafyaları ‘Müslüman Dünyası’ veya ‘Müslüman Coğrafyaları’ ya da daha kuşatıcı bir terim varsa, öyle isimlendirmek gerekir. Güneydoğu ve Orta Asya’dan, Bangladeş, Keşmir, Pakistan, Afganistan ve Kafkasya’ya kadar ve halklarının ekseriyetini Müslümanların teşkil ettiği coğrafyalar, İran, Türkiye ve Ortadoğu ve Afrika’da -Arap diliyle konuştukları için– ‘Arap Dünyası’ diye isimlendirilen bütün ülkeler ve Afrika’da –sevahilî, hausaî, fulani, bambara, yoruba, vs.- mahallî dillerle konuşan diğerleri ve Balkanlar’da Bosna ve Arnavutluk… İslâm İş birliği Teşkilatı’na (İİT) üye, irili-ufaklı 55-56 ülke… Bunlar ‘Müslüman ülkeler veya coğrafyalar’dır, evet ama bütün dünya, İslâm’ın tebliğine muhataptır. Hiçbir halk veya coğrafya, İslâm’ı bütünüyle temsil ettiği iddiasında bulunamaz.

Müslümanların dünya çapında büyük problemleri bulunuyor bugün. En başta da bütün Müslümanları İslâmî çerçeve içinde temsil edecek bir makamın olmaması gelmektedir. Evet, bugün, Müslümanları temsil ve onların iradelerini, isteklerini ifade ve en üst derecede temsil edecek bir makamları yoktur.

Hâlbuki, özü itibariyle ‘ilahî vahy’e dayalı dinlerden Yahudiliğin bir Başhahamı vardır. Hristiyanların Katolik mezhebine mensup olanlarının en üst yetkili ismi, Vatikan Devleti’nin ve Katolik Kilisesi’nin başı olarak Papa ve Papalık makamıdır. Ortodoks Hristiyanların başında da bir Patrik ve Patriklik makamı vardır. Yine Hristiyanların bir bölümünü oluşturan Protestanlar’ın en yetkili makamı da Almanya’da Protestan/Evangelist Meclisi’dir. İngiltere’de Anglikan Kilisesi’nin başı, Kral veya Kraliçe’dir. Beşerî irade kaynaklı Budizm’de bir Dalay Lama; Hint dinlerinde de yarı-tanrılaştırılmış Krişna, vs. kişiler vardır.

Bu dinî veya ideolojik topluluklar adına görüş açıklayan veya onlar arasında birtakım eylemler ortaya koyanlar olursa, gözler hemen, o toplulukların en yetkili kişi ve makamlarına çevrilir ve onların yaptıkları açıklamalar, başında bulundukları herkesi bağlar.

İnsanlığın dörtte birine yakın bir bölümünü teşkil ettiği kabul edilen İslâm Milleti’ni ise temsil eden bir en üst yetkili isim veya makam son 100 yıldır yoktur ve bu büyük kitle bugün büyük bir kalabalık durumundadır. Bu da tabiatiyle, herkesin kendisini İslâm’a nispet etmesi, herkesin kendisine göre ayrı bir İslâm anlayışı ortaya çıkarması, eylem ve söylemlerini İslâm adına yaptığını iddia etme imkânını ortaya çıkarıyor. Ve tabiatiyle, bu gibi iddialı mensubiyetler, nice Müslüman kişi, grup veya halklar tarafından kabul edilmeyebiliyor. Bu da her daim Müslümanlar arasında mevcudiyetini ilân eden itikadî-fikrî cereyanlarla, birtakım teşkilatların veya grupların, kendilerini kabul etmeyenlerce dışlanması, ‘öteki’leştirilmesi ve hattâ ‘tekfir’e kadar varan suçlamalar yapılması sonucunu veriyor. Bu hususta örnek vermeye gerek yok; çünkü o kadar çok ki…

Müslümanların kendi aralarında bir ortak dil oluşturamaması da bir diğer müşkülümüz ki bu hususta, Kitabullah’ın dili bize nice imkânları sunuyor. Ama bugün, dünya Müslümanlarının her bir köşesinden bir araya gelen Müslümanlar ne yazık ki emperyal güç odaklarınca dayatılan ve ‘uluslararası dil’ diye kabul ettirilmiş İngilizce konuşarak anlaşmaya çalışıyorlar. Hâlbuki, her dilin, mensup olduğu kültür dili içinde asırlar içinde geliştirdiği ıstılahlar/terimler vardır ki bunların, bir başka kültür dairesine ait dil tarafından aslî çerçevesi içinde ifade edilmesi çok zordur. Böyleyken, emperyal dünyanın ‘uluslararası dil’ diye dayattığı malum dilleri bilmek bile, Müslümanlar arasında bir tercihli ayrışma etkeni oluşturmaktadır.

Kezâ, İslâm İş birliği Teşkilatı (İİT) üyesi ülkelerin pek çoğunun, Müslümanların en temel meseleleri söz konusu olduğunda bile, kendi ülkelerinin, kendi halklarının, kendi rejimlerinin, kendi ‘derin devlet’lerinin belirlediği; kutsallaştırılmış resmî sınırlar ve bayraklarla temsil ettirilen resmî siyasetler dışında, bütün bir ‘İslâm Milleti’nin temel ölçüleri etrafında bir araya gelmeleri, neredeyse, muhal hâle geliyor. Bu yüzden, söz gelimi, Endonezya’daki Müslüman halkla Fas’taki veya Kırgızistan’daki Müslüman halk ile Senegal veya Nijerya’daki Müslüman halkın tek yürek-yumruk olduklarını, tek bir irade ortaya koyduklarını ve -bugünkü duruma göre- koyabileceklerini söyleyebilmemiz mümkün olamıyor.

Hâlbuki, başka dinler veya ideolojiler, kendi görüşlerini bir anda, bütün dünya kamuoyuna yansıtabiliyorlar.

Biz Müslümanlar, Hucûrât Sûresi 10. âyette yer alan ‘Mü’minler ancak kardeştir..’ meâlindeki  ‘ilâhî ölçü’yü hep okur ve söyleriz. Peki bu âyetin gereğini ne ölçüde yerine getiriyoruz?

Bu durumda, ele almamız ve sormamız gereken sual, ‘Müslümanın ötekisi’ var mıdır? şeklinde değil de fiilî durumu bir acı gerçeğimiz olarak baştan tespit edip; ‘Müslümanların beyninde var olan öteki Müslümanlar’ı, uygulanabilir, ‘tatbik kabiliyeti’ olan bir çözüm yolu ile ortak bir inanç ve iradenin genel çerçevesi içinde nasıl buluşturabileceğiz?’ sorusudur.

Hatırlayalım, sahâbeden bir zat, Hz. Bilâl-i Habeşî’ye, ‘Zenci kadının çocuğu..’ diye istiskal edici şekilde hitap eder. Bunu işiten Hz. Peygamber’in (sas), o zatı ‘Ey (……filân), sende cahiliye döneminden kalıntılar görüyorum. Kendini bunlardan temizle.’ meâlinde ikaz ettiği ‘rivayet’ olunmaktadır.

Bu bile, bir ümmet, bir inanç toplumu içinde, ırkından, renginden, etnik veya sosyal sınıf ya da coğrafî mensubiyetinden dolayı, İslâm’da, ‘Lâilaheillallah Muhammedün Resûlullah’ bayrağı altında olanlardan kimsenin kimseyi ‘ötekileştirmesi’ne cevaz olmadığının bir örneğidir.

Başka dünyalar bize örnek olamaz. Biz, inancımızın temel ölçüsüne göre, ‘tevhîd inancı ve nübüvvet’ potasında eriyip birleşmiş, dünya çapında bir ‘büyük cemaat’, İslâm Milleti olmaya mecburuz.

İslâm tarihine baktığımızda, Resûl-i Ekrem’in (sas) rıhletinden/dünyamızdan ayrılışından hemen sonra,Müslümanların hayatının tek bir ‘imam’, tek bir lider veya bir başkan’ın yönetimi altında şekillenmesi gerekliliği, o en hassas anda bile, birtakım incinme ve kırılmalara sebep olduysa da, ihtilâf fazla büyümeden, ‘şûrâ’ yoluyla büyük çapta halledilmişti.

Ancak, 30 yıl kadar süren Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra, yeni bir yöntem gelişti ve hak sahibi olarak belirlenen meşru yöneticinin, ‘Ulü’l-Emr’in emrinde olması gereken ‘zer ve zor’ (altın ve kılıç) gücünü ellerine geçirenler, İslâm Milleti’nin iradesine bakmadan; kendilerini, rey ve iradelerini sormak gereğini duymadıkları İslâm Milleti’ne, ‘vâcibu’r-riayeh’/riayet ve itaat olunması vâcib hükümdarlar olarak dayattılar.

Latincedeki hukuk terimleriyle izah etmek gerekirse, ‘de jure’ ve ‘de facto’ durumundan ikincisi öne çıktı. Yani, sosyal hayatın tanziminde, hakk ölçüsü (de jure) kenara konuldu ve hakk kavramı ve sosyal hayat, ‘servet veya kılıç gücü’ne (de facto) göre şekillenmeye …

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x