Menü

İnsan hakları diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan hakların genel adıdır. İnsan, coğrafi sınırlar dikkate alınmaksızın içinde yaşadığı toplum ve mekândan bağımsız şekilde bir varlık olarak algılanmakta ve hak sahibi olarak kabul edilmektedir.

Bugün dünyada hâkim olan insan hakları kavramı Batı kökenlidir. Kaynağını yine Batı’da doğup gelişen tabii hukuk düşüncesinden almıştır. Tabii hukuk doktrinine göre, insan bazı temel haklarla birlikte dünyaya gelir. Bunlar şahsa bağlı, devredilmez, vazgeçilmez haklardır. İnsan, tabiatı gereği bunlara kendiliğinden sahiptir.

İslâm dininin aslî kaynağı olan Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in (sas) açıklamalarında, insan hakları doktrininin ana unsurlarını içeren, bu kavramın fikri temelleri sayılabilecek ilke ve amaçlardan söz edildiği, bu iki kaynak ışığında oluşan İslâm kültür ve geleneğinde kendine has form ve içerikle insan hakları açısından zengin bir birikimin bulunduğu görülür. Kur’ân’da insanın bazı zaaflarının yanı sıra önemli imkân ve kabiliyetlerle de donatıldığı, saygı değer (mükerrem) varlık olarak yaratıldığı, diğer yaratılanların üstlenemediği bir sorumluluk (emanet) yüklendiği anlatılır ve onun yeryüzünde iyilik ve güzelliği hâkim kılmak üzere Allah’ın halifesi olarak görevlendirildiği belirtilir.

İslâmiyet, evrensel niteliğiyle kendi mensuplarının oluşturduğu bir toplumda başka din mensuplarının inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına izin vermiştir. Hz. Peygamber (sas) konuyla ilgili Kur’ân hükümlerini uygularken, “Onları himaye etmek bizim vazifemiz, cizye ödemek de onların vazifesidir.” buyurarak, gayrimüslim tebaa ile yapılacak anlaşmanın temelini atmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, din konusunda insanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamış (el-Bakara 2/256; Yûnus 10/99; el-Kehf 18/29), Müslümanlarla savaşmayan ve onları yurtlarından çıkarmayanlarla iyi ilişkiler kurulmasını ve kendilerine adaletli davranılmasını istemiştir (el-Mümtehine 60/8). Ayrıca iffetli Ehl-i kitap kadınlarıyla evliliğe, yemeklerinin yenmesine ve kendilerinin yemeğe davet edilmesine müsaade edilmiş (el-Mâide 5/5), verilen sözlere uyulması emredilmiştir (er-Ra‘d 13/20; en-Nahl 16/91; el-İsrâ 17/34).

Kısaca birlikte yaşama diye tanımlanan Convivencia, sözlükte “sosyo-kültürel uzlaşmayla barış içinde veya huzurlu birlikte yaşama, birlikte varolma” anlamında kullanılmaktadır. Tarihî anlamıyla ise, Endülüs’te fâtih toplum olan Müslümanlar ile yerli halkların, ahlâk-hukuk temelinde adeta evlilik benzeri bir anlaşma yaparak uzlaşmaları ve her kesimin uzlaşılan anlaşma ilkelerine uyarak yaşaması sonucu sağlanan barış ve huzur ortamını veya ortak hayat kültürünü bize anlatır.

Çok kültürlü Endülüs Devleti ifadesi bize, “birbirinden farklı kültürlerin bir arada var olduğu ve bu kültürler arasında bütünleşmenin sağlandığı bir çevrenin varlığı”nı anlatır. Endülüs Devleti yöneticileri, kültürel farklılıkları olumlu karşılayarak her bir kültürün, varlığını sürdürmesi için farklılıklardan kaynaklanan taleplere saygı duyulmasını temel bir amaç olarak benimsemişlerdir. Elbette bunu “hoşgörülü” şahsiyet oldukları için değil, İslâm’ın temel prensipleri ve Zimmî Hukuku’nun bir gereği olarak yapmışlardır. Bu bakımdan hem modern-öncesi hem de modern toplumlardaki çok kültürlü yönetim anlayışlarından ayrışmaktadır.

Çok kültürlülük kavramı açısından bakıldığında İslâm dışı Avrupa tarihinde bırakın Convivencia’yı, Zimmî Hukuku’nun benzeri bir uygulamayı bulmak bile nerdeyse mümkün değildir. Nitekim Endülüs’ün düşüşünün ardından İspanya Devleti, orada yaşayan Müslüman toplumla, Endülüs-İslâm Zimmî Hukuku’na benzer şekilde bir zimmet antlaşması yapmış ve uygulamıştır. Ancak, fanatik Hristiyan liderlerin etkisiyle bu uygulama sadece beş yıl sürmüştür. Ondan sonra tam bir Avrupa ya da Batı klasiği yaşanmıştır İspanya’da, Müslüman toplum Müdeccenler ile Endülüs Yahudi toplumu Sefaradlara karşı.

Hemen bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi, Endülüs Devleti’nde de uygulanan kaide ve prensipler manzumesi aslında bir “ahlâkî hukuk” sistemi olan “fıkıh”tır. Convivencia’yı doğuran fıkıh, düzenlediği ilişkilerin çeşitlilik ve şümulü, hitap ettiği toplumun genişliği bakımından eşsizdir, diğer milletler veya dinlerde benzeri yoktur. Fıkıh veya şerîat, Allah (cc) ile insan arasındaki şahsi ilişkiyi düzenlemekle işe başlar. Akâid bahsinden başlayarak kişiye namaz, oruç, zekât ve hac gibi temel ibadetlerin yanında; içini-dışını, bedenini, kılık-kıyafetini, çevresini, yaşadığı ve çalıştığı yeri temiz tutmayı öğretir. Temiz olmak, güzel giyinmek ve güzel kokmak prensibine yeme-içme adabı ve konularını da eklemiştir. Yani fıkıh, toplum ve ahlâk düzenine el atmış, onu iyileştirmek için gerekli tedbirleri almış, gerekli düzenlemeleri yapmıştır.

İslâmiyet’in getirdiği hukukî-ahlâkî kaide ve prensipler üzerine inşa edilen bu siyasî-sosyal düzen veya sistemin hâkim olduğu her devletin yöneticileri, yine o düzenin bir gereği olarak fethedilen ülke halklarına Zimmî Hukuku’nu uygulamışlardır. Bir başka deyişle İslâm hukukunun bir şubesi olan Zimmî Hukuku’nun uygulanması sayesinde gayrimüslim halklar, fetih gününden itibaren kendi can, mal, namus, din ve dil güvenliğine sahip olmuşlardır.

İşte bu sayededir ki sağlıklı bir medeni yapı oluşturmak için zorunlu unsur olan kültürel çeşitlilik korunmuş ve sosyal barış daha kolay sağlanmıştır. Bunun sonucu olarak biz, bugün tarihteki İslâmî yönetimlerin çok kültürlü devlet ve toplum hayatında uyguladıkları o sosyo-kültürel uzlaşma sistemi sayesinde ortaya çıkan eşsiz mirasın sahibi Müslümanlar olarak, bununla bütün insanlık adına iftihar ediyoruz.

Zimmî, İslâm ülkelerinde Müslümanlarla beraber yaşayan gayrimüslim tebaa için kullanılan bir terimdir. Ehl-i zimme de denir. İslâm devleti tarafından kendisine güvence verilen ve koruma altına alınan kişi demektir. Endülüs’teki zimmîler de fetih esnasında yapılan antlaşmalar çerçevesinde dinlerini, mabetlerini, örf ve âdetlerini muhafaza hakkına, can ve mal emniyetine sahip bulunuyor, buna karşılık devlete cizye ve toprağı olanlar da haraç ödüyordu. Hristiyan halk zamanla İslâm kültürünün etkisi altında kalmış, İspanyollar da kendi ana dilleri yanında yazı ve konuşma dili olarak Arapça’yı kullanır hale gelmiştir. Giyim-kuşam, yeme-içme vb. günlük hayatı ilgilendiren pek çok hususta Müslümanları taklit ettiklerinden kendilerine Müsta‘rib (Araplaşmış) deniliyordu. Başlarında kumis (comes) adı verilen cemaat lideri bulunuyor ve bu lider devlet nezdinde cemaati temsil ediyordu.

Zimmîler ordu dâhil devletin çeşitli kurumlarında önemli görevler alabiliyor, idarî, sosyal ve kültürel hayata katkıda bulunabiliyorlardı. Oldukça yaygın biçimde Müslüman erkeklerle evlenen Hristiyan kadınlar kendi dinlerini diledikleri gibi yaşama hakkına sahipti. Hem Arapça ve Latince’ye vâkıf olmaları hem de İslâm kültürünü yakından tanımaları sayesinde Hristiyan cemaat Endülüs ile Hristiyan İspanya, hatta Avrupa’nın diğer ülkeleri arasındaki kültürel alışverişte köprü vazifesi görmüştür. Bu hususta Yahudi cemaatinin de önemli rolleri olmuştur.

Kamu yönetimi ve inançla ilgili istisnalar dışında genel kural, zimmîlerin Müslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip olmasıdır. Zimmîlerin temel hak ve hürriyetleri ayrıntılarıyla doktrinde yer almış, tarihî süreçteki uygulamalarla geliştirilmiştir. Bunlar 7 maddede toparlanabilir.

1. Din ve Vicdan Hürriyeti: Kur’ân, dinî ve dolayısıyla kültürel çoğulculuğun bir yaratılış gerçeği olduğunu açıkça vurgular (el-Mâide 5/48; Yûnus 10/99; el-Hac 22/40).

2. Can ve Mal Dokunulmazlığı: Zimmînin canının ve malının korunduğunu, dolayısıyla onu öldürmenin ve malını çalmanın haram olduğunu söyleyen fakihler, zimmînin malını çalan hırsıza had cezasının uygulanacağını ittifakla kabul ederken, zimmînin katiline uygulanacak ceza konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

3. İkamet ve Seyahat Hürriyeti: Müslümanlarca kutsal sayılan bölge ve mekânlara dönük bazı kısıtlamalarla güvenlik amaçlı yasaklamalar bir yana bırakılırsa, zimmîler İslâm ülkesinde tam bir ikamet ve seyahat hürriyetine sahiptir.

4. Kamu Hizmetlerinden Faydalanma, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Hakkı: Zimmîler eğitim, ulaşım, haberleşme, temizlik, sulama, mahkemede hak arama gibi genel ve ortak ihtiyaçların karşılanması amacıyla devlet veya diğer kamu tüzel kişileri tarafından verilen hizmetlerden faydalanma hakkına sahiptir. Aynı şekilde, dinî duyarlılıklar sebebiyle ve kamu düzenini sağlamak amacıyla alınan tedbirler saklı kalmak şartıyla, zimmîler herhangi bir sınırlama olmadan iş, sanat ve ticaret hayatında serbestçe faaliyet gösterebilirler. Hatta Zâhirîler ile bazı müçtehitlerin itirazına rağmen fakihlerin çoğunluğu, İslâm tarafından yasaklanan nesne veya işlemlerin dinlerince onaylanması ve kendi aralarında kalması kaydıyla zimmîlere mubah olabileceğini söylemişlerdir. Öte yandan onlar da tıpkı Müslümanlar gibi sosyal güvenlikten faydalanma hakkına sahiptir.

5. Siyasal Hakları: Müslümanlara göre hukukî ve siyasî hâkimiyet İslâm inanç ve öğretisinden kaynaklanıp meşruiyetini de buradan aldığı için, gayrimüslimler devlet başkanlığı ve diğer üst düzey siyasî-idarî görevler konusunda seçme ve seçilme hakkına sahip değildir.

6. Yargı ve Hukuk Özerkliği: İslâm hukukçuları din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak şahıs, aile, miras ve borçlar gibi dinî inançla yakın ilgisi olan özel hukuk alanıyla bazı ceza hukuku meselelerinde gayrimüslimlerin hukuk ve yargılama özerkliğinin bulunduğu görüşündedir. Tarihî süreçte de onlar kendi aralarındaki meselelerde kendi mahkemelerine dava açma ve kendi hukuklarını uygulama hakkına sahip olmuştur.

7. Görev ve Sorumlulukları: İslâm ülkesinin bir ferdi olduğu için zimmînin başta gelen görevi, İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı göstermek, Müslüman toplumun güvenilir bir üyesi olup kamu düzenine ve genel ahlâka aykırı davranışlardan uzak durmaktır.

Sonuç olarak, gerçekte Endülüs milleti Arap, Berberi, Romen ve Vizigot melezi olup özgün niteliklere sahip farklı bir millettir. Bu millet 1497’den itibaren İspanyolların uyguladığı sistemli bir soykırıma maruz kalmış ve yitip gitmiştir. Onlardan geriye kalan kültürel miras ise tüm insanlığa mal olmuş şekilde yaşamaya devam etmektedir.

Endülüs, İslâm’ın hukukî düzeni içerisinde çok kültürlü yapısıyla, temel insanî değerlere bağlı olarak bir arada yaşama sanatı demek olan Convivencia’yı gerçekleştirmiş bir toplum olması yönüyle, bugün arzu edilen birlikte yaşama düzeninin oluşturulması çabalarına kaynaklık edebilecek nitelikte bir tecrübe alanıdır.

Prof. Dr. Lütfi Şeyban

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x