Ebu’d-Derdâ (ra) bi’setten 20-23 yıl önce M. 587-590 (?) yıllarında Medine’de dünyaya gelmiştir. Asıl adı Uveymir b. Amr olan Ebu’d-Derdâ (ra), büyük kızı ed-Derdâ’nın adıyla künyelenmiş ve künyesi adından daha meşhur olmuştur. Babası Amr b. Malik b. Zeyd, annesi Mehabbe bint Vâkıt b. Amr’dır. Hazrec kabilesinin Harisoğulları koluna mensuptur. Gençliğinde ticaret ile meşgul olmuş, Hind diyarından ve birçok beldeden getirdiği kokuları sattığı Medine’nin en işlek dükkanına sahip olmuştu.
Ticari kabiliyeti ile tanınan Ebu’d-Derdâ (ra) işini çok severdi ve bütün ilgisini ticarete yoğunlaştırmıştı. Kendisini ticarete öylesine kaptırmıştı ki Efendimizin (sas) Mekke’de iman adına verdiği 13 yıllık mücadeleyi, Medine’ye hicretini, Mescid-i Nebevi’nin inşasını ve Bedir Savaşı gibi mühim olayları bilmesine rağmen ne Resûlullah’ı merak etmiş ne de İslâm hakkında bir Müslüman’dan bilgi alma ihtiyacı hissetmişti.
Yakın dostu Abdullah bin Revaha’nın ısrarla tebliğine rağmen kulaklarını hakikate tıkamış ve konuyu her defasında ticarete getirerek dünya meşgalesine sarılmıştı. Kendisine ait bir putu vardı ve Abdullah bin Revaha onu her İslâm’a çağırdığında bu puta yapışırdı.
Bir gün can dostu Abdullah bir fırsatını kollayıp Ebu’d-Derdâ’nın evden çıktığını görünce hemen arkasından evine girmişti. O putun olduğu misafir odasına öfkeyle dalmış ve elindeki keserle üstüste darbeler indirerek ahşap putu kırmıştı. O sırada şu beyiti okumuştu:
Şeytanların isimlerinden arın artık tümüyle,
Bil ki, Allah’la beraber çağırılan herşey batıldır.
Onda hayır olsaydı kendini korurdu
Ebu’d-Derdâ’nın ağaçtan yapılmış putunu parçalayan Abdullah’ın seslerini işiten Ümmü’d-Derdâ, kocasının gazabından korkarak “Ey Revaha’nın oğlu! Beni helak ettin!” demişti. Ebu’d-Derdâ eve gelince hanımının ağladığını görmüş ve sebebini sormuştu. Hanımı “Kardeşin Abdullah b. Revaha geldi ve şu gördüğünü yaptı.” deyince Ebu’d-Derdâ öfkelendi ve zihninde fırtanalar kopmaya başladı. Kardeşi Abdullah’ın kendisine verdiği dersi düşünüp şunu söyledi: “Şayet onda hayır olsaydı, kendini müdafaa ederdi.” Sonra Abdullah b. Revaha’nın refakatinde Resûlullah’ın yanına gelerek Müslüman oldu.
Evine dönen Ebu’d-Derdâ (ra) imanını ve sevincini hanımı ile paylaşınca Ümmü’d-Derdâ çok sevinmiş ve gizlediği bir hakikati orada açıklamıştı. Ümmü’d-Derdâ, uzun bir süre önce iman etmişti.
Kocasından korkusu sebebiyle imanını gizlemek zorunda kalmış, nihayet hasret ve dua ile beklediği kocasının iman günü gelmişti.
Ebu’d-Derdâ (ra) kendi ailesi içinde en son Müslüman olandı .
Allah’ın rızasını kazandıran ilim
Ebu’d-Derdâ (ra) İslâm cemaatine biraz geç katılınca, Efendimiz mecburiyetten dolayı yine geç kalan Selmân-ı Fârisî’yi ona kardeş kılmıştı. Geç kalınmış günlerin telafisi adına hemen Suffa Mektebinde yerini almıştı bu iki kardeş. Müslüman olmadan önce başarılı bir tüccardı Ebu’d-Derdâ, fakat ticareti ve ibadeti beraber götürmek zordu. Bu sebeple ticareti terk etmiş, ilim ve ibadete sarılmıştı. Kısa bir zaman içerisinde inen ayetlerin hepsini ezberledi ve ilim noktasında parmakla gösterilen biri oldu. İşin sırrı kendisine sorulunca “Allah rızasını, insanların rızasının önüne geçirmedikçe bütün ilmi elde edemezsin.” demişti.
Kardeşi Selmân gibi ibadetlerine sımsıkı sarılmıştı Ebu’d-Derdâ. Fakat itidal çizgisini zorlaması sebebiyle Allah Resûlü tarafından “Aşırıya gitmekten sakın!” diye uyarıldı. Efendimiz (sas) Ebu’d-Derdâ’yı ibadet konusunda itadale çağırması rağmen ibadetin neşvesini alan biri olarak ibadete doymuyordu.
Hak sahibinin hakkını vermek
Bir gün, İslâm kardeşi Selmân-ı Fârisî onu ziyarate gelmişti. O ziyaret esnasında Ebu’d-Derdâ’nın hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde görmüştü. Bu halin sebebini sorunca Ümmü’d-Derdâ şöyle dedi: “Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklere önem vermez, onun için ben de bu haldeyim!” Biraz sonra Ebu’d-Derdâ evine geldi ve Hz. Selmân’a (ra) yemek ikram ederek “Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum” dedi.
Hz. Selmân: “Sen yemedikçe ben de yemem” diye karşılık verince Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek zorunda kaldı.
Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccüd kılmak üzere hazırlandı lakin Hz. Selmân ona “Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân-ı Farisi yine “Uyu!” diyerek ona engel oldu. Gecenin sonlarına doğru Selmân (ra) “Şimdi kalk!” dedi ve iki kardeş beraberce teheccüd namazı durdular. Sonra Hz. Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya Efendimizin şu hadisini nakletti: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Hak sahiplerinin her birine hakkını ver!” Ebu’d-Derdâ (ra) bu yaşananları Hz. Peygamber’e anlatınca Resûl-u Ekrem “Selmân doğru söylemiş, doğru yapmış.” buyurdu.
Ebu’d-Derdâ’nın Allah için edindiği 300 dostu vardı. Namazlarından sonra secdeye giderek isim isim dua ederdi. Bu durum kendisine sorulunca şöyle demişti: “Hiçbir kimse yoktur ki, kardeşine gıyabında dua etsin de Allah ona ‘Senin için de aynısı olsun’ diyen iki melek görevlendirmiş olmasın. Ben meleklerin bana dua etmesini istemez miyim?”
Kâdi’l-Cünd
Alimliği ve abidliği Ebu’d-Derdâ’yı Allah yolunda savaşmaktan alı koymadı. İslâm olduktan kısa bir süre sonra Uhud Savaşına katılmış ve kahramanca cihad etmişti. Öyle ki Hz. Peygamber onu görünce “Uveymir ne kadar da hafif ve güzel bir süvaridir” buyurmuştu. Uhud gününden sonra da Resûlullah ile birlikte tüm savaşlara ve seferlere katılmıştı. Efendimizden sonra Hz. Ebû Bekir döneminde de cihad meydanlarından geri durmamış, Yermuk Savaşında İslâm tarihinde bir ilk olarak Kâdi’l-Cünd/Ordu Kâdısı vazifesiyle görevlendirilmişti.
Ebu’d-Derdâ Şam kadılığına tayin edilince insanlar onu tebrik için yanına geldiler. O da “Beni kadılıktan dolayı mı kutluyorsunuz? Öyle bir uçurumun başına geçmiş bulunuyorum ki, orada meydana gelecek ayak kayması Aden’e olan mesafeden daha büyüktür. Eğer insanlar kadılığın taşıdığı sorumluluğu bilmiş olsalardı, onu istemedikleri için sıra ile kadılık yapacaklardı. Yine eğer insanlar ezanın faziletini bilmiş olsalardı, onu istedikleri için sıra ile müezzinlik yapacaklardı.”
Valilik makamında bir muallim
Daha sonraları Hz. Ömer, Ebu’d-Derdâ’yı Şam’a vali olarak göndermek istedi fakat Ebu’d-Derdâ bu ağır görevi üstlenmek istemedi. Hz. Ömer’in ısrarı üzerine kendisinin vali olarak değil de bir muallim olarak Şam’da bulunmak istediğini söyledi. Hz. Ömer, Ebu’d-Derdâ’nın bu istediğini kabul etti ve Şam’a gitmesine müsade verdi.
Şam’daki insanlar Hz. Peygamber’in, Ebu’d-Derdâ hakkında söylediği “Ümmetin en abidi, en muttakisi, en hakîmi Ebu’d-Derdâ’dır” sözünü duyunca ondaki bu güzel hasletler hakkında sorular sormaya başaladılar. Ne zaman abidliği hakkında sorulursa tefekkürün ve hadiselerden ibret almanın en faziletli amel olduğunu söyler, “Bir saatlik tefekkür, bir geceyi namazla geçirmekten daha hayırlıdır” derdi.
Kendisindeki ilme tanık olanlar bu işin sırrını sorunca “Öğrenmedikçe âlim olamazsın. Öğrenip de amel etmedikçe yine âlim olamazsın.” buyurdu.
İlim seferberliği
Çok geçmeden Şam’da yüzlerce ilim halkası kuran Ebu’d-Derdâ (ra) burada bir ilim seferberliği başlattı. Dersleri halka halka büyüdü ve Şam mescidine sığmaz bir hale geldi. Onar kişilik ders halkaları kurarak herbirinin başına bir muallim koydu. Kendisi de tüm bu ilim halkalarını gezer ve kontrol ederdi.
Sabah namazından sonra başlayan bu süreç her gün öğlen namazına kadar devam ederdi. Onun ders halkalarının sayısı 160’a varırdı, bu da 1600 talebesi olduğunu işaret etmektedir. Ebu’d-Derdâ (ra) bu ders halkaları ve talebeleri vesilesiyle bizlere Efendimiz’in mübarek lisanından duyduğu 179 hadis-i şerifi rivayet etmiştir.
Hastalanıp yataklara düşen Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gelenler ona “Hangi dertten muzdaripsin?” diye sorduklarında “Günahlarımdan” diye cevap vermiş “Ne arzu edersin” diye sorduklarında “Cenneti” demişti. Ona “Senin için bir hekim çağıralım mı?” dediklerinde “O’dur beni yatağa düşüren” diye cevap vermişti.
Ebu’d-Derdâ ilim, irfan, ibadet, cihad ve takva yolunda 60 küsür yıllık bir ömrü geride bırakarak Hz. Osman’ın hilafetinde H. 32 / M. 652 yılında Şam’da vefat etti. Türbesi Şam’da, Hamidiyye çarşısına yakın Dımaşk kalesinin surları içindedir.
Şam ehline miras olarak bıraktığı ilim, nesilden nesile aktarılmış, ümmetin en zor zamanlarından biri olan şu yıllarda, mazlum Suriye halkı ve onların alimleri vasıtasıyla bu topraklara kadar taşınmıştır.
Her biri Ebu’d-Derdâ’nın kurduğu ders halkalarından gelen ve ilim ile beslenen o insanlar bugün aramızda ilmin izzetini ayakta tutmaya çalışıyorlar.