Dergimizin 2018 yılının ilk sayısından itibaren ülkemizin ve İslâm dünyasının genel gidişatının bir değerlendirmesi olabilecek, yaşanan hadiseleri Kur’ânî bir perspektif ve nebevî bir bakış açısıyla ele alabileceğimizi düşündüğümüz bazı kavramlar üzerinden konuları ele almaya çalışmıştık. Geçen sayımızda malumlarınız “cihad” kavramını gündeme taşımıştık. Bu sayımızda da kapak ve dosya konusu olarak “Adâlet” kavramını işlemeye çalıştık.
Hiç şüphesiz adâlet gibi kendisine bu kadar değer ve önem atfedilmesine, her türlü alanda birbirinden farklı, ama her birisinde vazgeçilmezliğine ve değerine vurgu yapılarak övülen; bunun ile birlikte uygulama noktasında ve güncel hayatta karşılığı bir o kadar az ve çarpıtılmaya maruz kalarak değersizleştirilen başka bir kavram olmasa gerek. Yani sözü çok; özü az bir kavram ile karşı karşıyayız.
Asr-ı saâdet olarak nitelendirdiğimiz Hz. Peygamber (sas) ve onun güzide ashâbının yaşamlarıyla renklendirdikleri dönemin temel yapı taşının, kurucu değerlerinin esasının adâlet olduğunu söylersek, sanırım abartmış olmayız.
İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerine baktığımızda da siyasî, hukukî ve toplumsal hayatta adâletin hakkı ne kadar teslim edilmişse, ona ne kadar değer verilmiş ise hem dinî hem de sosyal hayatta o derece müreffeh ve rıza-i İlahîye muvafık uygulamaların ortaya çıktığına şahit olmaktayız.
Esasen şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Gerek tecrübe edilmiş İslâm tarihi, gerekse günümüzde âlem-i İslâm’ın yaşadığı buhranların ana nedeni “adâlet”in hakkının tam olarak verilmeyişi ve onun tesis etmek istediği nizamdan uzaklaşmaktır.
İnsanın yaşamını devam ettirmesi için olmazsa olmazı olan kuvve-i aklîye, kuvve-i şehevîye ve kuvve-i gadabîye olarak adlandıran ruhun bu üç kuvvesi/ gücü, Cenab-ı Hâk tarafından fıtrî bir sınırlamaya tabi tutulmamış, imtihanın bir gereği olarak insanın özgür iradesinin kontrolüne verilmiş. Dolayısıyla bu duygular/kuvveler mutedil bir şekilde dengede tutulmadığı taktir de -hikmet, iffet ve şecaat değerleriyle ortaya çıkarılmadıklarında- ifrat ve tefrit halleriyle pek çok zulümlere imza atabilmektedir.
İşte bu temel duyguların/kuvvelerin her üçünün de kâmil bir surette dengeye kavuşturulmasının en önemli vesilesini, alimlerimiz “adâlet” olarak tanımlamışlar. Bu mutedil/adilâne noktaya da beşer ancak ilahî bir dokunuş ve nebevî bir rehberlik ile ulaşılabileceği de her türlü izahtan varestedir. Hz. Peygamber (sas) ve ashâbının adîl hayatları bu iddiamızın yaşayan delilleridir. Kendi kızlarını diri diri gömmek noktasında hiç bir vicdanî, ahlakî ve dolayısıyla adîl bir yaklaşıma sahip olmayan bir zihnin/kalbin, İslamlaşma sonrasında karıncanın hakkı noktasında bir ızdırap duyuyor olmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki!?
İnsanlığın ve dahi âlem-i İslâm’ın bu yeni yüzyılda başlarına gelen büyük felaketler ve gelmesi muhtemel ağır imtihanlardan yegâne kurtuluşun, tüm olaylara ve olgulara göstereceği adîlâne yaklaşımlar sayesinde olacağı muhakkaktır.
Bu sayımızda kimleri ağırlıyoruz?
“İslâm’ın temeli adâlet” serlevhasıyla çıkan bu sayımızda Mustafa Fayda, Şadi Eren ve Muhammed Emin Yıldırım hocalarımızın “adâlet” kavramını çeşitli yönleriyle ele alan birbirinden değerli yazıları yer almakta… Bunun ile birlikte bu sayımızdan başlamak üzere kapak bölümünde siyer alanında araştırma yapan genç kalemlere de yer verdik. “Hz. Peygamber’in getirdiği mesaj ve pratiklerinde adâletin yeri nedir ve yansımaları nelerdir?” sorusuna Ali Rıza Demircan, Kasım Şulul, Yusuf Ziya Keskin ve Ejder Okumuş hocalarımızın verdikleri cevaplar ile dosya konusunu değerlendirmeye çalıştık.
Casim Avcı, Levent Öztürk, Mahmut Karakış, Abdullah Kara ve Ahmet Mercan hocalarımızda da bu sayımızın çeşitli disiplinlerine katkıda bulunan değerli kalemler arasında yer almaktadır.
Rabbim, bizleri “Ah! mine’l-adâlet” nidalarıyla inleyen, adâlete hasret gönüllerden değil, onu hayatının her alanında yaşayarak hakkını bi-hakkın teslim eyleyen kullarından eylesin inşallah.
Selam ve dua ile…