Menü
Arif Arcan
Arif Arcan
Ütopya; İktidar Aynasında Umudun İdeal Olanı Arayışı
Temmuz 19, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Kadim zamanlardan beri insanlar, cenneti andıran mekân hayalleri kurmuşlar, sulh ve sükunun egemen olacağı bir siyasallığın nasıl mümkün olabileceği hususunda düşünce faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Ütopya salt düşünsel bir ürün değildir. Ütopik bir kurgu; çok yönlü, çetrefil, içinden çıkılamaz sorunlar, zorunluluklar yumağının artık çözüm umudunu kaybettiği anlarda ortaya çıkmaktadır. Bu durumda ütopya, yürürlükteki sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapı ve ilişkileri adeta sıfırlayarak kurgusal yeniden bir üretim gerçekleştirmektedir.

Ütopyaların taşımış oldukları umut ve özlemlerin ana teması; öncelikle mevcuda karşı yönetilen sosyal ve siyasal bir eleştirinin genel çizgilerini oluşturur. Sonrasında ise süreç içerisinde yapılabilirliği ölçüsünde hayata da yansır. Bu yansımaların siyasallaşarak yeni bir çatışma ve çelişki doğurması ile bunalım ve umutsuzluk tekrar bir ütopyanın doğmasına neden olacak zemini oluşturur; hülasa ütopya sürekli bir üretimdir. Ütopyalar siyasetin ete ve kemiğe büründüğü, dolaysız olarak eşitsizliklerin var olduğu şehir/kent ortamlarında üretilmektedir.

Bu konunun amacı; ütopyaların salt düşünsel üretimler olmadığının, derin bunalım ve felaket dönemlerinin etkisiyle ortaya çıkmış bulunan kurtuluş ve umut üretimleri olduğunun, her kurtuluş ve umut önerisinin aynı zamanda yönetsel bir iddia barındırdığı için siyasallığının yüksek olduğunun çözümlenmesidir. Ütopyaların ana omurgasını oluşturan toplumsal örgütlenme teklifi ile bu toplumsal örgütlenmeye “göz kulak” olacak “yetkinler meclisi”nin olmaz ise olmaz bir mahiyet taşıması, ütopyaları en başından siyasal bir iddia haline getirmektedir.

Tarih felsefelerinin oluşumu ve toplumu anlama çabaları, bunalımlı zamanların ürünleridir. Düşünce etkinlikleri; felaket, ciddi bunalım, geçiş ve çözülme dönemlerinde toplum ve insanlığın nasılı ve niçini üzerinde yoğunlaşır. Felaket ve ciddi bunalım dönemlerinin müsebbibi ise daha çok iktidar arayışları, iktidar uygulamaları ve iktidarların beka vehimlerinin harekete geçirdiği uzun dönemli olaylar silsilesidir. Umutsuzluk ve dolaysız olarak umut arayışları bizatihi iktidar olgusunun harekete geçirdiği bir husustur.

İktidar olma güdüsünün kuramsal ve kurumsal bir mahiyet kazanması bir ‘politik devrimi’ mümkün kılmıştır. Politik devrimin eşlik etmiş olduğu kentsel devrimle ile ortaya çıkmış bulunan “kurumsal savaş”, kentlerin kaynaklarını tüketmekle beraber hemen her kent farklı zaman dilimlerinde hasımları tarafından yok edilmişlerdir. Her kent ayakta kalabilmek için kralının ve tanrısının koruyuculuğu altında genişlemekte, diğer kentleri ortadan kaldırmaktadır. Günümüzde, kazdıkça bir yenisi ortaya çıkan kentler böyle ortadan kalkmıştır. İnsan toplulukları daha önceden de şiddeti tanıyorlardı. Fakat düşmanlarını ortadan kaldırmakla yetinmeyip, “taş üstünde taş bırakmayan” bu “kurumlaşmış şiddet”, kentlerle, uygarlıkla birlikte doğmuştur. Kentleri zenginliğin ve uygarlığın merkezi yapan, aynı zamanda bu şiddettir.[1]

Her kurtuluş umudu ve özlemi, mevcuda karşı bir eleştiriyi beraberinde getirirken umut ve özlemlerin yükselttiği eleştirel üretimler, doğal olarak mükemmele yani ütopik bir tutarlılığa sahip olma zorunluluğunu hissetmişlerdir. Mükemmellik iddiasının dolaysız olarak işaret etmiş olduğu dini/ilahi alan, ütopyaların düşünsel ve eylemsel zeminini oluşturmuştur. Büyük alt üst oluşların yol açtığı derin karmaşa ve bunalımlar, ütopyaların “özcü/püriten” bir mahiyete sahip olmalarına neden olmuştur.  Ütopyaların ana unsurlarından olan yalın ve yatay bir toplumsal örgütlenme iddiasını seslendiren her bir düşünsel ve eylemsel üretimler süreç içerisinde (hesapta olmayan) derin alt üst oluşların, bunalım ve karmaşanın bizatihi nedenleri de olmuşlardır.

Ütopyalarda işaret edilen esasında insan üretimidir. İnsan üretimi kavramının atıfta bulunduğu alan ise dinsel olandır. Her ütopya bir şekilde dinsel bir tema üzerinden yürümektedir. Ütopyanın seküler bir mahiyet taşıması onun dinsel bir art alan taşımasına engel değildir. Teolojik bir ontolojiye sahip olan Platon’un “İdeal Site”si ile Fârâbî’nin “Faziletliler Şehri”, üretilmesi önerilen “mükemmel insan” sakinleri ile hayat bulacak olan selamet mekânlardır. Karl Marx’ın materyalist teorisi, proletaryayı, komünizm aşaması ile kurtuluşa eriştirecektir. Kurtuluşçu fikirlerin taşımış olduğu mesihçi art alan, yine dolaysız olarak dini olana bir atıf içermektedir.

Dini alan, muktedir yahut muhalif siyasal olana, özellikle iktidar tahkimine ve iktidar uygulamalarına mükemmel bir meşruluk sağlamaktadır. Bereket tanrıçası figürleri, umut ve beklentilerin yoğunlaştığı aşkınsal bir obje olmaktan ziyade, sömürülmüş ve sömürülmeye devam olunan doğa ile birlikte çaresiz insanların verimkâr ve mahzun bakışları ile birlikte donup kalmışlardır. Tıpkı Meryem Ana ikonlarındaki çaresiz bir annenin çarmıha gerili oğluna sürekli bakmak zorunda bırakıldığı ihtişamlı katedrallerin loşluklarına sinmiş bulunan iktidar örüntülerinin, bu annenin çaresizliğini ve mahzunluğunu iktidar olgusunun meşrulaştırma aracı olarak kullanmaları gibi. Katolik teolojiye itiraz eden Protestanlık, insan ve Tanrı ilişkisindeki gerilimi gidermek isterken, iman ölçüsünü üst iktidar kurumu olan Kiliseden alıp kalplere yerleştirmek istemiştir. Protestan imanının önemli bir göstergesi olan nimeti elde etme uğraşısı; çalışan ve üreten ama katı ve paylaşmak istemeyen bir insan tipolojisinin meşrulaştırıcı ideolojisini oluşturmuştur.

Ütopyanın şahikası şüphesiz modern zamanlara aittir. Modernitenin bizatihi kendisi, kendisinden önceki bütün yapı ve ilişkilerden derin ve radikal bir kopuş iddiasını taşıdığı için hem kendisi ütopik bir içeriği hem de üretimleri olan dinamik bunalımları nedeniyle karşıt ütopyaları sinesinde barındırmaktadır. Her dinamizm aynı zamanda ütopyaları besleyecek felaket ve yıkımları ile krizli bir zâtiyete sahip olmuştur. Modernite dünyayı bir tabula rasa olarak görmüş, bu boş sayfayı yazmaya çalıştıkça bir ‘yaratıcı yıkım’ ortaya çıkmıştır.[2] Modernitenin ütopyaları daha çok “ideolojiler” olarak düşünsel ve eylemsel bağlamda hayat bulmuşlardır.

Siyasallığın billurlaştığı kentsel bağlamda izi sürülmeye çalışılan medeniyet iddiaları, polisin krizi ile ortaya çıkmış bulunan “Kozmopolisin” büyüttüğü eşitsizliklerden, felaketlerden, bunalımlardan, bunalımların çözüm önerilerinin de süreç içerisinde yeni bunalımlar doğurmasından inşâ edilmekte, gelişmekte, hal değiştirmekte ve “bunalım, dinginlik ve bunalım” dairesi oluşturarak her daim ütopyaların üretilmesi için gerekli ve yeterli zemini sağlamaktadır. Medeniyetler; “ütopyaların rasyonelleştirilmiş hallerinden mi ibarettir?” sorusunu da akla getirmektedir. Medeniyet iddiası; her şeyin yerli yerinde olduğu, iktidar ve siyasal ilişki ve düşüncelerin aleni olduğu “polis”in küçük dünyasından, “kozmopolisin” büyük karmaşasına geçiş ile kendisini ortaya koyabilmiştir. Kozmopolisi mümkün kılan ise evrensel iktidar arayışları daha doğrusu yetkin bir iktidar aygıtının bütün bir dünyaya düzen verebileceği ütopyasında merkezileşmiştir.

‘Büyük dinginlik’ iddiasını seslendiren kozmopolitan siyasa, tıpkı modernitenin sürekli bir oluş halinin meydana getirmiş olduğu “girdabı”[3] yaşatmıştır. Günümüzdeki yerel yönetim anlayışının önem kazanmasının art alanında; merkezi ve otoriter imparatorluk çağları ile ulus-devlet örgütlenmesinin “vatan” kavramsallaştırması dâhilinde mekân farklılıklarını eşitlemesinin getirmiş olduğu olumsuzluklarının derin etkilerini görmek pekâlâ mümkündür. Polis/Şehir, bir nostaljiden ziyade, kendisini bütün içinde erimiş olarak hissedenlerin, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel varoluş umudunu hala beslemeye devam etmektedir. Diğer taraftan büyük dinginlik anlayışının güncel bir tezahürü olarak “küreselcilik”, kadim kozmopolitan siyasanın bir izdüşümü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ütopyalar; Polis’in ya da Kozmopolis’in krizli zatiyete sahip iktidar siyasalarına karşı, ister uysal ve tekdüze bir toplumsallığı sağlayacak siyasal mekanizmaların ideolojik öngörülerini taşıyor bulunsun, ister salt realitenin olumsuzluklarını yalıtan indirgemeci bir düşünme biçimine karşılık gelsin, ister dingin, sorunsuz bir hayatı betimleyen cennet hayallerinin gerçekleştirilebilirlik iddiasının yansımaları olsun, ütopyalar insana ait inatçı bir umudu her zaman için beslemişlerdir ve beslemeye devam edeceklerdir.

Ütopyanın Sacayağı; İyi Toplum, Adil Yönetim ve Mutlu İnsanlar

Platon’un erdem anlayışı; ütopyaların sacayağını oluşturan “iyi toplumu”, “adaletli yönetimi” ve “mutlu insanlar”ı üretmesi bakımından temel kalkış noktası olarak ütopyalarda işlevseldir. Platon’un erdem anlayışında “adalet” kavramı merkezi bir öneme sahiptir. Bireyin adalet duygusuna sahip olmasını önemser. Platon’da adalet kavramı, daha çok bireysel bir haslet olmasının yanında, esas anlamını “devlet” örgütlenmesinde bulmaktadır. Zira toplumu oluşturacak bireylerin adalet duygusunun toplamı, devlet örgütlenmesine yansıyacaktır. Platon’a göre devlet fikri; insanların topluluk haline yaşamak zorunluluğundan doğmuştur. Devlet toplumsallık demektir. [4]

Platon, toplumun bütünü olarak nitelediği devlet fikrinin toplumun üzerinde daha anlaşılır bir ifade ile toplumdan ayrık bir özne olarak topluma rağmen bir örgütlenme biçimi oluşturmaması gerekliliğini ifade eder. İyi bir rejimde yöneticiler, yönetilenlerin mutluluğu için çalışan seçilmişlerden oluşmalıdır. Yöneticilerin seçilmiş olması durumu; toplumsal iş bölümü ilkesine uygun olmalıdır. Çiftçilik, duvarcılık, çobanlık vb. meslekler nasıl bir sanat ise toplumu yönetmek de bir sanattır ve tutarlı bir iş bölümü mantığı içinde bu sanatı icra edecek olanların bu sanata uygun olmaları gereklidir.

İyi bir yönetici nasıl olmalıdır? Platon’da iyi bir yönetici, toplumun iyiliği ve mutluluğu için çalışan, onu koruyan, kollayan ve nihayetinde onu devredebilen erdemli insandır. İnsan doğası, iyiyi ve kötüyü bir arada taşımaktadır. Yönetici, doğasındaki kötü tarafını hükmü altına alabilen olgun ve erdemli insandır. Bunu sağlamak için eğitim şarttır. Bilmek, erdemli davranışlar için temel teşkil eden “kendini bilmek” ile mümkündür. İyi bir rejimi sağlayacak iyi yöneticileri yetiştirecek ve arka planda çalışmaya devam edecek yetkin insanlar ise filozoflardır.

Platon’da devlet sınıflı bir yapıdadır. Platon düşünsel olarak devleti sınıflı bir yapı olarak öngörmemektedir. Zira yaşamış ve gözlemlemiş olduğu toplumu sınıflı bir yapı olarak bulmuştur. Platon adaletsizlik üreten mevcut yapının nasıl iyi bir rejime dönüştürüleceği üzerinde yoğunlaşmıştır. İktidara koşut yaşamın (eksik insanlık durumu) kendi ritmi içerisinde oluşan adaletsizliğe nasıl müdahale edilebileceği üzerinde düşünmüştür. Platon’un siyaset felsefesi ve bu felsefenin siyasal pratiklere yansıması, insanın varoluş gayesini açıkladığı ana felsefesi ile uyumludur.

Platon, siyaset felsefesinde devletin sınıflı yapısını bu metafizik önermeler dâhilinde açıklamaz. Siyasal pratik olarak bir ideoloji önerir. Bu ideolojide “Tanrının” yönetsel alana ait bir müdahalesi söz konusudur. İnsanları nihai mutluluğa götürecek olan düzenli ve mutlu toplumların oluşturulması için Tanrı, insanların yaratılış mayalarına toplumsal hiyerarşiyi sağlayacak olan özü koymuştur. Bu özün gerekliliğine uygun davranmak, toplumsal iş bölümünü oluşturacak olan unsurların temel yükümlülükleri olarak vazedilmiştir. Bu yükümlülüğü yerine getirmek, tutarlı bir toplumsal düzeni oluşturacaktır. Tanrının yaratılış mayasına katmış olduğu öz; yönetici önderler için altın, yönetici yardımcıları için gümüş, çiftçiler ve geri kalanlar için ise demir ve tunçtur. Değer açısından sıralanmış bu madenler hiyerarşisi yönetsel hiyerarşiyi sembolleştirmektedir.

Platon’un toplumsal hiyerarşinin oluşumundaki meşrulaştırıcı tanrısal müdahale iddiası, siyasal pratikler bağlamında ileriye sürmüş olduğu işlevsel bir iddiadır. Tutarlı bir toplumsallık için bir tür yapıştırıcı ideoloji görevini üstlenmesini beklediği yükümlülükler manzumesinde yönetici, yükümlülükler bağlamında teokratik karakterli “kayırılan” bir unsur olarak değil, yükümlülükleri en üst düzeyde koruyup gözeten aktif bir unsur olarak betimlenmiştir.

Platon’a göre mayasına altın katılmış bulunan toplumsal önder, yönetim mekanizmasının sağlamış olduğu zenginliğe, şana, şöhrete itibar etmez, toplumsal olandan ayrık bir özne olarak toplumunun üstünde bulunamaz. Önderin mayasındaki tanrısal altın öz, önderin dünyevi altına ve diğer değerli eşyaya meyletmesine engel teşkil eder.

Platon’un tarif etmiş olduğu toplumsal önderin yaşam standardı, vazetmiş olduğu toplumsalının genel yaşam standardından oldukça düşüktür. Önderin özel yaşamı dahi bulunmamaktadır. Çünkü mal, mülk ve nesep sahibi olmak, tanrısal mayayı bozmaktadır. Önder bir çoban köpeği gibidir. Bir çoban köpeğinden beklenen, her şart altında sürüye göz kulak olmaktır. Çoban köpeği bizatihi sürünün sahibi değildir. Köpeğin doğasında bulunan saldırgan vahşilik, eğitim ile nasıl koruyucu ve kollayıcı bir niteliğe dönüştürülüyorsa önder de tanrısal mayasına uygun olarak çetin bir eğitimle toplumsalını her türlü tehlike ve tehditten koruyacak, kollayacak bir niteliğe ulaşmalıdır.

Egemen eşitler var oldukça kaos kaçınılmazdı. Fakat Platon’un tanrısal ontolojik eşitsizlik üzerine bina etmiş olduğu toplumsallık kurgusu, ancak Polis’in dar sınırlarına kadar varabiliyordu. Toplumlararası çatışma ve çelişki; eşit olan ya da kendisini eşit sayan siyasal aktörlerin çokluğu ile derinleştikçe tek ve merkezi bir gücün siyasal ağırlığı altında barışı ve dinginliği aramak genel bir arzu haline gelmiştir. Polis’in krizi, Kozmopolis’i mümkün kılan evrensel boyutta iktidar iradesi için mükemmel politik ve sosyo psikolojik bir zemin sağlamıştır.

Dünyaya Düzen Verme Ütopyası; Polis’ten Kozmopolis’e Geçiş

Hammurabi’nin (İÖ 2123-2081) kırk üç yıllık hükümranlığı süresince savaşçı küçük devletçikler birliğe ve barışa zorlanmışlar, kanunnamelerle düzen ve güvenlik için disipline sokulmuşlardır. Tanrı tarafından göreve çağrıldığını ifade eden Hammurabi, Kanunnamesinde siyasal varlığının nedenlerini izah etmiştir; adaleti hâkim kılmak, günahı ve kötülüğü yok etmek, güçlünün zayıfı ezmesini önlemek, ülkeyi aydınlatmak ve halkın refahını arttırmak.[5]

Hammurabi’nin dünyaya bir düzen verme fikri elbette ki Hammurabi ile sınırlı değildi. Site devletlerinin aralarındaki bitip tükenmeyen çekişme ve çatışmalar, toplumsal ve toplumlar arası ilişkileri rayından çıkartmıştı. Egemen eşitlerin arasındaki çatışma, istikrarsız bir dünya anlamını taşımaktaydı. Çeşitli zorunluluklardan dolayı oluşturulan ama ömrü uzun olmayan siteler arası konfederatif birlikler istikrarsızlığın oluşturduğu krizleri aşmak için yeterli olamıyordu.

Malum hikâyedir: Büyük İskender bir fetih dönüşü büyük bilge Diyojen’i ziyaret etmek ister. Büyük İskender Diyojen’in yaşadığı yere varınca Diyojen’i bir fıçının içerisinde güneşlenirken bulur. Büyük İskender Diyojen’i selamlar ve “Dile benden ne dilersen!” diye ünler. Diyojen hiç istifini bozmadan “Gölge etme başka ihsan istemem senden” diye karşılık verir.

Bu hikâyeden, Diyojen’in dünya malına ve iktidarını temsil eden siyasal elite meyletmediği sonucuna kolaylıkla varılmaktadır. Gerçekte durum bu merkezde midir? Esasında Diyojen Büyük İskender’e şunu söylemektedir: “Sen ki bilinen ve bilinmeyen bütün ülkeleri fethettin, nice kralları, prensleri, melikleri, şahları ve padişahları diz çöktürdün, itaate zorladın. Zorbaları, çeteleri, hırsızları, uğursuzları, ahlak düşkünü arsızları, hak ve hukuk tanımayan küçük iktidar heveslilerini etkisiz hale getirdin. Askeri kapasitenin eşlik etmiş olduğu siyasal gücünün ağırlığı altına şimdi her şey yerli yerinde. Şurada; fıçımın içinde, esenlikle, korkusuz, ardımı kollamak zorunda kalmadan dilediğimce güneşleniyorum. Daha ne isteyeyim!” Bu hikâyede Büyük İskender ve Diyojen yerine farklı isimleri dilediğiniz gibi koyabilirsiniz.

Dünyaya bir düzen verme ülküsünü bayraklaştıran önemli kozmopolitan güçlerden birisi de şüphesiz Osmanlı Devletidir. Hem Ortadoğu hem de Akdeniz Havzası devlet geleneğinden beslenen Osmanlı Devlet anlayışı Platoncu bir mahiyet taşımaktadır. Bu anlayışa göre her bir tebaanın meşgul olması gereken bir meşgalesi olmalıdır ve bu meşgalesi haricinde başka bir işle ilgilenmemelidir. Adalet, her şeyi yerli yerinde görmek isteyen bir yönetim anlayışının toplumsal düzeni, daha anlaşılır bir ifade ile devleti koruyup gözetecek bir mahiyet taşımaktadır. Adaletin buradaki temel işlevi, var olan siyasal ve toplumsal yapının devamlılığını sağlaması, dolaysız olarak statükonun korunmasıdır. Buna göre askerî aristokrasi, askerler, mülk (toprak) ve tebaa devletin temel unsurlarıdır; ancak bunların hepsini varlığını ve dolayısıyla devletin bekasını sağlayan temel güç adalettir.

Nizam-ı Âlem, Osmanlı Devleti’nin varlık nedenini ve meşruiyetini belirleyen önemli bir kavramdır. Devlet ebed-müddet kavramına içkin olan bu felsefenin ana omurgasını devletin devamlılığı ilkesi oluşturmaktadır. Nizam-ı Âlem, bozkır uluslarının evrensel devlet anlayışının İslâmi bir surete girmiş şekli olarak da görülebilir; “iyiliği emredip kötülükten alıkoymak”. Nizam-ı Âlem, evrensel ve belirli bir zamanla kaim olmayan bir düzeni ifade etmektedir. Devlet, Nizam-ı Âlem esaslarını uygulamaya geçirdiği ölçüde ve sürede meşru olacaktır ve bu bakımdan Nizam-ı Âlem, devletin varlık koşulunu teşkil etmektedir. Osmanlı, adeta kendi yönetim anlayışının herkes için iyi ve yararlı olduğunu; herkesin de bundan yararlanmasının sağlanmasının devlete düşen bir ödev olduğunu kabul eder.[6]

Evrensel iktidar anlayışı; bütün bir dünyaya yöneltmiş olduğu hükümferma gücünün siyasal ağırlığı altında adaletin ve barışın tesis edileceği mesut ve dingin bir yaşam vaat ediyordu. Fakat devasa boyuttaki iktidar aygıtı hükmedilen toplumları soluksuz da bırakmıştır.  Kozmopolitan emperyal vizyonun art alanını oluşturan eşitsizlikler tartışılmazdır. Vahyin bildirmiş olduğu “ilahi gazap”, şehirleri/kentleri, yaşamlarının zirvesinde yakalamıştır. İbn Haldun, bu durumu “çürüme” olarak ifade etmiştir[7]

Sonuç olarak kadim zamanlardan modern zamanlara insanlar cenneti andıran mekân hayalleri kurmuşlardır, sulh ve sükunun egemen olacağı bir siyasallığın nasıl mümkün olabileceği hususunda düşünce faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Fakat bu hayalleri gerçekleşmemiş, ütopya olarak kalmaya devam etmiştir. Ütopya salt düşünsel bir ürün değil, ütopik bir kurgu; çok yönlü, çetrefil, içinden çıkılamaz sorunlar, zorunluluklar yumağının artık çözüm umudunu kaybettiği anlarda ortaya çıkmaktadır.

Ütopyalar aynı zamanda bir insan üretimine işaret etmektedir. Ütopyaların ana temasını oluşturan iyi yönetim ve iyi toplum iddiaları tarihsel süreçte belirli bir siyasa çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Tarihsel olarak elde edilen tecrübeler, insan üretiminin mümkün olamayacağını göstermiştir. Dinginlik ve karmaşa; ayrıştırılmış, indirgenmiş ve yalıtılmış bir mahiyete büründürüldükçe düşünsel, ideolojik ve siyasal bağlamda pek çoğu yok sayılmış insana ait olan haller, eksik bırakılmış olmanın memnuniyetsizliği ile hiç de hesapta olmayan anlarda ortaya çıkmışlardır. Fakat ütopya olgusu, insana ait inatçı bir umudun her zaman var olduğunu göstermesi bakımından ‘ideal olanı’ arama gayreti olarak kıymete haizdir. En azından ideal olanın ne olması gerektiğine dair insani bir refleksin varlığını aşikâr eylemektedir.

Bu refleksin ontolojisi itibari ile ‘İlahi’ bir cevher taşıması, kıymetinin önceliğini bizatihi kendi var oluşu ile takdim etmektedir.

[1]     Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, (İstanbul: Çizgi, 2013), 21-22.

[2]    David Harvey, Paris, Modernitenin Başkenti, çev. Berna Kılınçer (İstanbul: Yapı Kredi, 2014), 117-118.

[3]    Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Umit Altuğ (İstanbul: İletişim, 2011), 28-29.

[4]    Platon, Devlet, çev. Neval Akbıyık (İstanbul: Antik Dünya Klasikleri, 2007), 65-66.

[5]    Will Durant, Our Oriental Heritage, Aktarım, Alatlı, Alev, Batı’ya Yön Veren Metinler (Kapadokya: İlke, 2010), 218-211.

[6]  Hamit Emrah Beriş, “Osmanlı Yönetim Anlayışı ve Pax Ottomana”, 265.

[7]  İbn Haldun, Mukaddime, çev. Halil Kendir (İstanbul: Yeni Şafak, 2004),  503.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Umudu Filizlendirmek
Sinan Özyurt
Vahdetten Kesrete Lügatten Bir Kelime: Umut...
Özlem Duralı
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
RÖPÖRTAJLAR
“Gönüllere dokunan davet, umudun ete, kemiğe bürün...
Mustafa Karaca
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Ahmet Mercan
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema, İnsanoğlunun En Eski Umut Taşıma Aracıdır...
Abdülhamit Güler
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Turks ve Caicos Adaları
Mikail Çolak
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
İyiye Talib Olmayı Öğreten Ümmü Büceyd...
Rumeysa Döğer
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Abdülfettâh Ebû Gudde (1917–1997): Bir İlim ve Ahl...
Nazlı Çakar
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x