Menü
Mustafa Karaca
Mustafa Karaca
“Gönüllere dokunan davet, umudun ete, kemiğe bürünmüş hâlidir.”
Temmuz 19, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Bu sayımızda “umut” kavramını sadece bir hissiyat değil, harekete dönüşen bir irade, dünyayı güzelleştiren bir iman tavrı olarak ele alıyoruz. Çünkü hakiki umut, yalnızca beklemek değil; yola çıkmak, bir gönle dokunmak, bir sözü insanlığa ulaştırmaktır. Bu anlamda İstanbul’un kalbinde, Sultanahmet’in gölgesinde, sessiz ama derin bir hizmet yürütülüyor: Kültürler Arası İletişim Merkezi, kısa adıyla KİM Vakfı… Camilerle çevrili bu kadim semtte, her gün dünyanın dört bir yanından gelen insanlara, kendi dillerinde ve dertlerine dokunan bir çağrı ulaştırılıyor. Vakfın başkanı Mustafa Karaca yıllarca ticaretle uğraştıktan sonra kalıcı olanı tercih edip, “Bu alan daha bereketli!” diyerek gönül dünyasında yeni bir yolculuğa çıkıyor ve bu yolda yüzlerce gönüllüyle birlikte adeta geleceğin sessiz elçilerini yetiştiriyor. KİM Vakfı’nın bu özgün ve samimi tebliğ modeli, bugün Sultanahmet’te atılan küçük adımların, yarının dünyasında nasıl umut halkalarına dönüştüğünü hepimize gösteriyor…

Ahmet Mercan: KİM Vakfı’nın ismi dikkat çekici. “KİM” neyin kısaltması ve bu fikir nasıl doğdu?

Mustafa Karaca: Vakfımızın açılımı, Kültürler Arası İletişim Merkezi. Aslında isminden de anlaşıldığı gibi, bizim işimiz iletişim kurmak, kalpten kalbe köprüler kurmak. 2010’lu yıllarda Beşir Eryasoy Hoca’mız ve oğlu Enes Eryasoy’un öncülüğünde kuruldu. Enes Hoca, Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir projeye imza attı: Gayrimüslimlere yönelik doğrudan tebliğ ve davet hizmeti… O günlerde bu alanda ne bir örnek vardı ne bir tecrübe. Ama bu cesur adım, Sultanahmet’te atıldı ve bugün bir umuda dönüştü.

Siz bu çalışmayla nasıl tanıştınız? Ne zaman bu kervana katıldınız?

Ben yaklaşık on yıl sonra dâhil oldum. Başka yardım kuruluşlarında görev yaparken, arkadaşlarım vasıtasıyla bu projeden haberdar oldum. Bir sunum dinledim, ardından Sultanahmet’te sahayı ziyaret ettim. O an hissettiğim atmosferi tarif etmem zor… Sanki orada başka bir rüzgâr esiyordu. Manevî bir çekim alanı gibiydi. Sonra zamanla görevlerimi devrederek bu tarafa yöneldim. Çünkü burası sadece hizmet değil, aynı zamanda iç huzur bulduğum bir yer oldu. Her gün farklı bir gönüle dokunmak, her an yeni bir başlangıca vesile olmak… Bu, kolay kolay bırakılacak bir şey değil.

Şu anda bu faaliyetler ne kadar yaygın? Kaç dilde tebliğ yapılıyor?

Şu an günlük olarak 14 farklı dilde aktif hizmet veriyoruz. İngilizce, Çince, Fransızca, Korece, Portekizce, İspanyolca… Gelen turist hangi dili konuşuyorsa, onu karşılayacak bir gönüllü mutlaka bulunuyor. Yaklaşık 115 aktif gönüllümüz var. Bunlar haftanın farklı günlerinde sahada görev yapıyor. Kimisi haftanın her günü, kimisi birkaç gün geliyor. Fakat gönüllülüğün güzelliği şu: Sürekli bir dönüşüm ve yenilenme var. Birileri ayrılıyor, başkaları geliyor. Her ay onlarca yeni gönüllü bu hizmete katılıyor. Yani umut, her ay yeniden filiz veriyor.

Peki bu gönüllüler kimler? Nasıl seçiliyor, ne gibi şartlar aranıyor?

İşin güzel tarafı da bu. Çok derin ilmî bilgiye ihtiyaç yok. Biz, İslâmî bir terbiyeyle yetişmiş, duyarlı, samimi gençler arıyoruz. Tabi temel şartlardan biri dil bilmek. B1 seviyesinde bir dil bilgisi yeterli. İngilizce olabilir, ama illa o değil. Hangi dilde bir ihtiyaç varsa, oraya yönlendiriyoruz. Sonra videolu bir mülakat yapıyoruz, ardından çevrim içi eğitim videoları izleniyor. Bu eğitimlerle hem iletişim adabı hem de İslâm’ı doğru ve nezih şekilde anlatma usulü öğretiliyor. Bu gönüllüler, kelimenin tam anlamıyla geleceğin sessiz elçileri oluyor.

KİM Vakfı’nda görev alacak tebliğcilerin nasıl bir eğitim sürecinden geçtiğini merak ediyoruz. Bu gönüllüler nasıl hazırlanıyor?

İlk adım, videolu bir mülakatla başlıyor. Adaylarla ön görüşme yapıyoruz, ardından yaklaşık 12 saatlik rafine bir eğitim sürecine giriyorlar. Bu videolar biraz yoğundur ama son derece sistematiktir. Eğitimleri tamamlayanlar için ikinci bir mülakat yapılır, ardından sahaya çıkmadan önce gözlem süreci başlar. Bu da aslında bizim usta-çırak modelimizdir. Yeni gönüllü, önce tecrübeli bir davetçiyi dinler, izler. Sonra kendisi turistle iletişime geçer ama bu defa onu “ustası” dinler. Eğer gerekli cesaret, ifade yeteneği ve hassasiyet gözlemlenmişse süreç aktif görevle devam eder.

Peki, bu süreçlerin takibi nasıl yapılıyor? Her şey kayıt altına alınıyor mu?

Elbette. Bize göre hizmette şeffaflık ve sistem çok önemlidir. Gönüllü sabah geldiğinde girişini yapar, akşam çıkarken de sistemden çıkışını. Gün içinde kaç kişiyle görüştü, hangi dilde konuştu, ne kadar süre sahada kaldı, hatta eğitimleri ne kadar süreyle izledi… Hepsi kayıt altında. Biz bu kayıtları analiz ediyor, raporlarla süreci sürekli iyileştiriyoruz. Yazılım altyapımızı da kendimiz geliştirdik. Bu işin sadece görünen kısmı değil, arka planında da ciddi bir emek var. Çünkü bir hizmet kalıcı olacaksa, o hizmetin sağlam bir zemini olmalı.

Peki içerik boyutu? Yani sadece teknik değil, dinî duyarlılık da gerekiyor bu alanda…

Kesinlikle. Bizim yöntemimiz, Anadolu irfanına yaslanır. Aşırılıklardan uzak, mutedil ve hikmetli bir bakış açımız var. Diyanet’in temsil ettiği yaklaşımı kıymetli buluyoruz ve biz de o çizgideyiz. Bu yüzden ifrat ve tefrit bizde barınmaz. Zaten gönüllülerimizin yarısı Türk değil. Suriye, Mısır, Hindistan, Pakistan, Brezilya, Japonya… Gönüllülerimizin geldiği coğrafyalar bu işin kültürel zenginliğini artırıyor. Elbette zaman zaman kültürel kodlar farklılık gösterebiliyor ama bu da ayrı bir kazanç: insanlar birbirinden öğreniyor, gelişiyor. Mesela geçen gün Hintli bir arkadaş iftar yemeğinde Hint usulü bir sofra kurdu, bir başkası Çin yemeği yaptı… Bu sadece bir mutfak paylaşımı değil; bir medeniyet muhabbeti aslında. Farklılıklarımızı birlikte büyütüyoruz. Ve bu birliktelik, yarınların İslâm toplumunun nasıl evrensel ve kuşatıcı olabileceğine dair bir umudu da içinde taşıyor.

Yani İstanbul dışında da bu tarz faaliyetleriniz var mı?

Doğrudan davet faaliyeti olarak İstanbul dışında iki şehirde daha sahadayız. Ama kitap ve broşür dağıtımı açısından baktığınızda etki alanımız çok daha geniş. Şu anda 24 farklı dilde Kur’ân-ı Kerîm ve yaklaşık 60 çeşit broşürümüz var. Bunları turistik merkezlerde, ziyaret noktalarında dağıtıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’ler bağışlarla hazırlanıyor. Müslüman kardeşlerimizin desteğiyle yürüyen bir proje bu. Ancak gayrimüslimlerden asla bağış kabul etmiyoruz. Çünkü bu işin içinde en ufak bir ticaret gölgesi dahi olmamalı. Biz daveti ihlâsla, karşılıksız ulaştırmakla mükellefiz.

Yani turistin sadece mimarîye değil, dine dair bir merakı da varsa, o anda karşısında bir muhatap bulabilmesi çok kıymetli değil mi?

Kesinlikle öyle. İstanbul yılda 60 milyon turist ağırlıyor. Onlara sadece kebap, otel, deniz ve tarih sunmak yetmez. Bir de insanî ve ilâhî bir mesaj sunmalıyız. Biz bu toprakların mirasçısıyız ama aynı zamanda bu mirasın emanetçisiyiz. Bu emaneti aktarmak bizim sorumluluğumuz. Bunu yaparken de doğru bir üslûp şart. Sâdî-i Şîrâzî der ki: “Yanlış üslûp, doğru sözün cellâdıdır.” Bizim gönüllülerimiz bu sözü ezbere bilir. Çünkü bir turiste bir kitap uzatmak değil sadece yaptıkları; ona bir tebessümle İslâm’ı hatırlatmak, bir cümleyle arayışını yönlendirmektir aslolan. Camiler, turistler için sadece mimarî değil, aynı zamanda bir mâneviyat kapısıdır. Ve o kapının eşiğinde biri beklemiyorsa, bir boşluk oluşur. İşte biz, o boşluğu umutla doldurmaya çalışıyoruz. Özellikle arayışta olanlar için… Ve inanın, sayıları hiç az değil. Her bir karşılaşma, yeni bir başlangıca, yeni bir inanca, yeni bir hayata vesile olabilir. Bu yüzden her gönüllü aslında bir umut taşıyor yüreğinde. Belki küçük bir sözle büyük bir kapı aralıyor.

Tebliğ hizmetinizde gençlerin rolü nedir? Daha çok gençler mi ilgi gösteriyor?

Gençler elbette bu işin belkemiği. Özellikle 20-30 yaş arası yoğun bir katılım var. Ama bazen bu kalıbı da aşıyor. İleri yaşta biri de gelip şehadet getirebiliyor. Hatta bir keresinde İngiliz bir hanımefendi, oldukça ileri yaşına rağmen kendi kararıyla İslâm’a girmişti. Bazen de 15 yaşında bir çocuk geliyor, ailesiyle birlikte gezmeye çıkmışlar ama o, “Ben kararımı verdim, Müslüman olacağım” diyor. Hidayet, bizim akıl ölçülerimizle açıklayabileceğimiz bir şey değil. Biz sadece vesile olmaya çalışıyoruz. Öyle anlar yaşıyoruz ki, bir kişi imanın altı şartını tek tek kabul ediyor ama “Ben Müslüman değilim” demekte ısrar ediyor. O noktada sabır gerekiyor. Kimi zaman algılar, kimi zaman da İslâmofobik propagandalar insanları geri tutuyor. Bizim görevimiz daha çok çalışmak, daha iyi anlatmak, ön yargıları yıkmak.

Peki bu hizmet neden özellikle camilerde yapılıyor? Turistik ama aynı zamanda mabet olan bir mekânda bulunmanızın özel bir sebebi var mı?

Camiler sadece mimarîyle değil, mânevî atmosferiyle de güven veren mekânlardır. Sokaktan, çarşıdan farklıdır. Buraya giren bir turist, ister istemez bir dinginlik, bir dikkat içinde olur. Ayrıca camilerde, o İslâmî sanat ve mimarîyle temasa geçen insanlar aslında kalplerinde bir arayış olduğunu da fark ederler. O yüzden ilk temas çok önemli. Biz bu noktada gönüllülerimize sürekli şu eğitimi veriyoruz: Sakince, nazikçe ve üslupla yaklaşın.

Zaten yaka kartlarımız var; sertifikalı, QR kodlu. “Biz burada gönüllüyüz. Cami ve İslâm hakkında ücretsiz bilgi verebiliriz. Arzu eder misiniz?” diye sorarlar. Ücretsiz olması da önemli çünkü bazı yerlerde maddî beklentiler olduğu için turistlerde endişe oluşabiliyor. Bizim gönüllülerimiz ise bunu baştan netleştirerek güven oluşturuyorlar. Bazıları sadece mimarî bilgi almak ister, “Sadece cami hakkında bilgi verir misiniz?” der. O anda başlar muhabbet… Mihraptan, minberden, hacdan, imandan, hayattan konuşulur. “Sadece beş dakika” diye girenler saatlerce kalır, kimi zaman birkaç gün sonra geri gelir. Ve çoğu zaman da bu yolculuk, şehadetle neticelenir.

Belli ki bu sürecin sahada pratikle pekiştirilmesi çok kıymetli. Özellikle gençler için ne gibi katkılar sağlıyor bu gönüllülük?

Bu sahaya çıkan her genç, hayatı boyunca unutamayacağı bir tecrübe kazanıyor. Önce çekiniyorlar: “Ben nasıl yaklaşayım? Ya yanlış anlarlarsa? Ya anlayamazsam?” diyorlar. Ama birkaç denemeden sonra dili de açılıyor, özgüveni de. Üstelik sadece dil öğrenmiyorlar; insan ilişkisi, temsil bilinci, kültürel farkındalık kazanıyorlar. Düşünsenize, Brezilya’dan, Japonya’dan, Nicaragua’dan gelen insanlarla birebir konuşma fırsatı buluyorlar. “Yurt dışına çıkayım, bulaşık yıkarken dil öğreneyim” devri değil artık. Dünya ayaklarına gelmişken, buradaki bu gönüllü ortamda dillerini geliştiriyorlar, entelektüel dünyalarını zenginleştiriyorlar.

Ve en önemlisi şu: Güvenli, amaçlı ve nitelikli bir arkadaş çevresi içindeler. Kaliteli bir hedef, kaliteli bir çaba ve kaliteli bir ortam… Gençlerimiz için büyük bir nimet bu. Piyasalar karışık, sokaklar yıpratıcı ama burada başka bir iklim var. İşte bu iklim, İslâm toplumunun yarınlarına dair en büyük umudumuz. Çünkü biz bu gençlerle sadece bir hizmet üretmiyoruz; aynı zamanda bir istikbal inşâ ediyoruz.

Gençlerin bu hizmete başlama sürecinde zorlandığını söylediniz. İlk adımı atmakta çekingenlik mi yaşıyorlar?

Evet, özellikle ilk adımı atmakta bir tereddüt oluyor. “Acaba nasıl karşılanır, ne derler?” gibi düşünceler gençleri bazen o çemberin dışına çıkmaktan alıkoyuyor. Ama bir kez girdiklerinde, o sahadaki tecrübeyi yaşadıklarında gönül dünyaları değişiyor. Sanki bir şifa almış gibi oluyorlar. Bu işte öyle bir ruh var ki içine girince kolay kolay terk edilemiyor. İlk zamanların heyecanı bambaşka… Aynı ilk namaz gibi ilk umre gibi ilk hac gibi… Zamanla elbette rutinleşiyor ama bilinçli ve şuurlu gönüllüler için bu vazife hep kutsal kalıyor. Çünkü onlar sadece bir bilgi aktarmıyorlar; bir hayatın, bir hakikatin kapısını aralıyorlar.

Yani teori, sahadaki pratikle şekilleniyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Masada kurduğunuz plan, sahada değişebiliyor. “Arz-talep” meselesi gibi bir şey bu. Gönüllü, sahaya çıkıyor, bir durumla karşılaşıyor, dönüp bize diyor ki: “Şurada şöyle bir şey yaşandı, bu yaklaşımla ilerlememiz daha doğru olur.” Mesela bir gönüllümüz, bir turiste sadece “Hoş geldiniz” diyerek omzuna dokunmuş. Ama karşı taraf tepki göstermiş: “Bana neden dokundunuz?” demiş. Bizde bu bir samimiyet göstergesidir ama bazı ülkelerde kişisel alan çok katıdır. Diğer yandan öyle kültürler var ki dokunmadan samimiyet kuramıyor. Dolayısıyla biz gönüllülerimize sadece teorik bilgi değil, aynı zamanda kültürel farkındalık da kazandırıyoruz. Çünkü her insan, her millet, hatta her birey farklı bir kalıpla dünyayı algılıyor.

Yani muhatabın duygu yapısına göre yaklaşım geliştiriliyor?

Aynen öyle. Bazı insanlar duygu merkezlidir; bir tebessümle, bir hikâyeyle etkilenir. Bazılarıysa akıl merkezlidir; onlara delil, mantık, sistemli anlatım gerekir. Tebliğ bir reçete gibidir; her hastaya aynı ilacı veremezsiniz. Kimi Allah’ın kudretini sorar, kimi gayb âlemini, kimi namazın hikmetini… Gönüllü önce karşısındakini anlamayı, sonra konuşmayı öğrenir. Burası adeta bir mektep… Bitmeyen, sonu olmayan bir okul gibi ve her yeni temas, o okulun yeni bir dersi olur.

Hidayete eren bazı insanların, özellikle Hristiyan kökenli olanların, bu süreçte daha başarılı tebliğciler olduğuna şahit oluyor musunuz?

Oluyoruz elbette. Çünkü kişi kendi yaşadığı dönüşümle karşısındakine çok daha derin bir pencereden bakabiliyor. İnsan zihni kıyasla çalışır. O yüzden kişi geçmiş tecrübeleriyle İslâm’ı karşılaştırır, sorular sorar, farkları tartar. Bu noktada Hristiyanlıkta var olan bazı mistik unsurlarla İslâm’daki mâneviyatı buluşturmak, o gönüle temas etmek için kıymetlidir. Ama unutmamak gerekir ki İslâm, sadece bireye değil, topluma, insanlığa ve tüm varoluşa hitap eden evrensel bir hakikattir. İşte bu yönüyle İslâm, sadece inançla değil, umutla da yaşatılır. Çünkü hidayetin yolu, kimi zaman akıldan, kimi zaman kalpten, ama daima samimiyetten geçer.

Tebliğde evrensel bir muhatap kitlesiyle karşı karşıyasınız. Bu farklılıklarla başa çıkarken, özellikle gayrimüslim inanç gruplarına yönelik anlatımda nasıl bir yol izliyorsunuz?

İslâm’ın evrenselliği burada kendisini en net şekilde gösteriyor. Çünkü bu din sadece belli bir kavme ya da sınıfa hitap etmiyor; hayatın her alanına, her coğrafyasına dokunan bir çağrısı var. Ancak bu çağrının muhatabına göre doğru bir dil, doğru bir yaklaşım geliştirmek şart. Bir Budist’e tevhidi anlatmak başka, bir Hristiyan’a Hz. Meryem’den, Hz. İsa’dan bahsetmek bambaşkadır. Meselâ bir Hristiyan, “Meryem bizim kutsalımız, sizinle ne ilgisi var?” diye sorabiliyor. Oysa biz Meryem’e de İsa’ya da iman ederiz. Bu noktada doğru bilgiyle ezberleri bozmak gerekiyor.

Ama Budist biri için iş sıfırdan başlar: Tek bir ilahın varlığı, yaratılışın mânâsı, melekler, kitaplar, peygamberler ve ahiret… Hepsini sıfırdan, adım adım inşa etmek gerekir. Bu da ciddi bir emek ve sabır ister. Onun için burada yürütülen tebliğ faaliyetleri aslında bir tohum ekme işidir. Ve bu tohumlar, bir gün umut veren bir yeşerme ile karşımıza çıkar. Bazen bu hemen olur, bazen yıllar sonra.

Kelime-i tevhid getirmek, zahirde basit gibi görünse de bir inkılâbı gerektiriyor. Bu noktada siz nasıl bir yaklaşım izliyorsunuz?

Elbette. Kelime-i şehadet sadece bir söz değil; bir zihniyet devrimidir, bir kalp inkılâbıdır. İnsan o sözle sadece dinini değil, bakış açısını, hayata dair mîzanını da değiştirir. Fakat bu kolay olmuyor. Kimisi beş vakit namazdan, oruçtan çekiniyor. Biz ise şunu söylüyoruz: Eğer kişi teslimiyeti içselleştirirse, diğer ibadetler artık bir yük değil, bir huzur vesilesi olur. O yüzden bu süreci tedricî bir şekilde, adım adım işliyoruz. Herkesin Rabb’i ile olan ilişkisi kendine özel. Biz sadece aracıyız, yol göstericiyiz.

Yani tebliğ süreci burada bitmiyor. Sonrasında da o insanlarla bağ sürüyor mu?

Kesinlikle. Hatta bazen yıllar sonra geri dönenler oluyor. Geçtiğimiz günlerde bir hanımefendi geldi. İki yıl önce tanışmışız. O zamanlar düşünme aşamasındaymış. Bu defa yanında bir kişi daha getirerek geldi ve “Artık kararımı verdim” dedi. Bu tohumun yeşerdiği ânı görmek tarifi mümkün olmayan bir sevinç. Bu yüzden tebliğ sadece cami avlularında yapılmaz. Esnaf da öğretmen de zanaatkâr da güzel bir söz, nazik bir davranışla bu çağrının elçisi olabilir. Biz sadece iletişim bilgilerini alıyoruz, ama aslında gönüllerde iz bırakıyoruz.

Peki şehadet getiren, ama henüz donanımı yeterli olmayan kişiler için nasıl bir eğitim süreci var?

Yeni Müslümanlar için hem kadınlara hem erkeklere özel misafirhanelerimiz var. Buralarda hem kalıyorlar hem de birebir uygulamalı eğitimler alıyorlar. Abdest, namaz gibi konularda sadece teorik anlatım yetmiyor. Çünkü bazıları bu bilgileri hiç bilmiyor. Videodan izleyerek namaz kılanlar bile var. Bu da gösteriyor ki İslâm’ın yaşanabilirliği, uygulamayla kavranıyor. Bu nedenle bire bir temas çok önemli. Ortaya çıkan farkındalık ve dönüşüm, sadece onları değil, bizi de ihyâ ediyor.

Bir de eğitim kamplarınız var sanırım?

Evet. Yılın belirli dönemlerinde, özellikle yabancı dil bilen yeni Müslümanlar için kamp programları düzenliyoruz. İstanbul’da olduğu gibi bazen şehir dışında da yapıyoruz. Genellikle bir haftalık veya on günlük periyotlar hâlinde gerçekleşiyor. Bu süreçte yeme-içme, barınma gibi tüm ihtiyaçlarını biz karşılıyoruz. Onlardan sadece yol masrafını üstlenmelerini istiyoruz. Çünkü bu işin bir de bedel tarafı olmalı. Ücretsiz ama değersiz değil. Her şey hazır ama katılım için bir gayret göstermek gerekiyor. Bu, eğitimin kalıcılığı açısından da çok önemli. Kamplarımızda müfredatlar, dersler, sohbetler, uygulamalar var. Ve en önemlisi şu: Bu insanlar yalnız olmadıklarını, ümmetin bir parçası olduklarını hissediyorlar. İşte bu da bizim için en kıymetli netice.

Yani sistem hem kendini yenileyerek hem de genişleyerek mi yürüyor?

Evet, öyle. Şubelerimiz artıyor, gönüllü sayımız çoğalıyor, ihtiyaçlarımız çeşitleniyor. Biz de bu gelişmeye ayak uydurmak için elimizden geleni yapıyoruz. Ne bulduysak, hangi imkân elimize geçtiyse, hemen sistemi besleyen bir unsur hâline getiriyoruz. Umudumuz bu hizmetin daha da büyümesi, daha fazla gönüle ulaşması.

Yani mesele zaten gönüllülük ve heyecan. Yoksa bu bir memuriyet işi değil.

Kesinlikle. Bu iş saatle yapılmaz. Bu iş heyecanla, huşû ile olur. Bir insanın hidayetine vesile olmak… Bunun değerini ancak Allah bilir. Biz sadece vesileyiz. Ve bu işin en güzel yanı şu: Bu hizmet gönülden yapılırsa bereketleniyor. Herkesin katkısı kıymetli; bir esnafın, bir öğrencinin, bir öğretmenin…

Bu süreçte şahit olduğunuz tepkiler de oluyordur mutlaka. Müslüman olan birinin ilk anları nasıl yaşanıyor genelde?

Elbette, çok duygusal anlar yaşanıyor. Kimisi ağlıyor, kimisi secdeye kapanıyor, kimisi dua ediyor… Hepsi ayrı bir hikâye, ayrı bir yolculuk. Her bir hidayet, bizim için bir umut ışığı, bir gelecek hayalinin inşası oluyor. Bu yüzden yaptığımız işin değerini kelimelerle tarif etmek çok zor. Ama şunu biliyoruz: Her kalpte yeşeren iman tohumu, İslâm toplumunun yarınlarına atılmış bir adımdır.

Bir insanın Müslüman olması çok olağanüstü bir durum. Şahit olduğunuz tepkiler de sizi zaman zaman derinden etkiliyordur…

Elbette… Çok yoğun, çok farklı duygular yaşanıyor. Kimisi caminin içinde sevinçten bağırıyor, kimisi gözyaşlarına boğuluyor. Bazen iki arkadaş geliyor; biri şehadet getiriyor, diğeri ona “Emin misin? Başına gelecekleri biliyor musun?” diye soruyor. Ama kararını vermiş oluyor artık. Sonra sarılıp ağlıyorlar. Çünkü bu, yeni bir hayata adım atmak demek. Kolay bir karar değil bu; bir inanç değil sadece, bir istikamet değişikliği. Bütün bir hayatı yeniden inşa etmek gibi…

Bazıları da bu süreci gizli yaşamak zorunda kalıyor galiba?

Evet, öyle. Kimi ailesinden tepki görüyor, kimi iş yerinde, kimi okulunda problem yaşıyor. Evinden atılan, ailesi tarafından polise şikâyet edilen insanlar var. Bazen rahatlıkla ilan edebiliyor kişi Müslüman olduğunu, bazen de gizlemek zorunda kalıyor. Ama bu zor şartlara rağmen, o yeni kardeşlerimizin pek çoğu bugün İslâm’ın sesi, İslâm’ın umudu hâline gelmiş durumda. Kendileri bir zamanlar arayandılar; şimdi arayanlara ışık tutuyorlar. Bu çok kıymetli bir dönüşüm.

Belki de tam da bu yüzden tebliğ konusunda en çok onlar başarı elde ediyor…

Aynen öyle. Nereden geldiklerini bildikleri için karşılarındakini daha iyi anlıyorlar. Biz bu topraklarda İslâm’a doğarak ulaştık. O bize bir emanet gibi kaldı. Ama onlar bu emanete arayarak, sorgulayarak, bedel ödeyerek ulaştılar. Elbette değerini daha çok biliyorlar. Elindekinin kıymetini bilenin gayreti de farklı oluyor. Bu da bize umut veriyor. İslâm toplumunun geleceğinde bu yeni Müslümanların çok mühim bir yeri olacak.

Ama her süreç böyle olumlu geçmiyor. Bir de İslâmofobi ile karşılaşıyorsunuzdur…

Evet, karşı taraf bazen ağır ithamlarda bulunabiliyor. “Sizin dininiz şöyle, böyle” diye suçlayıcı ifadelerle geliyorlar. Ama burada önemli bir hakikat var: Biz kendimizi gerektiği gibi tanıtamamışız. Davranışlarımızla, ahlâkımızla, hâlimizle aslında sürekli tebliğ hâlindeyiz. Ve maalesef bazen bu halimizle yanlış mesajlar veriyoruz. İslâm’la Müslüman aynı olmalı. Yani Müslüman’ın hâli, İslâm’ın daveti olmalı. Ancak o zaman inandırıcı olur. Bunu sağladığımız ölçüde biz de davetin taşıyıcısı olabiliriz.

Tebliğ diline bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Davetçilerin bu süreçte kazandıkları psikolojik güç ve temsil becerisi de dikkat çekici. Siz neler gözlemliyorsunuz?

Gerçekten de temsil çok önemli. “Düşmanım sen benim azmimsin” derler ya, bazen karşımıza misyonerler çıkıyor, soru sormaktan çok sorgulamaya geliyorlar. Biz bu noktada tartışmadan kaçınıyoruz. Siyasî mevzulara, tarihî hesaplaşmalara girmiyoruz. Bu tür konular kırıcı oluyor, bir fayda da sağlamıyor. Bazen sorulara hemen cevap veremeyebiliyoruz, ama dürüstçe “bilmiyorum, araştırıp sana döneyim” demek en doğru yol. Bu da bir üslup meselesi. Çünkü biz müftü değiliz, sadece İslâm ile arasında perde olan birine bu perdeyi aralamaya çalışan Müslümanlarız. Hidayet Allâh’ın elinde. Bizim görevimiz sadece davet etmek.

Tebliğ ettiklerinizin çoğu muhtedîler. Onların hikâyeleri gerçekten etkileyici değil mi?

Her biri birer senaryo adeta. Yaşadıkları süreç, arkalarındaki hikâye çok derin. Ama hepsini asıl etkileyen, bir olan Allâh’a aracısız bir şekilde ulaşabilmek. Yani kâinatın yaratıcısına doğrudan hitap edebilmek, O’nun kendisini muhatap alması… Bu, büyük bir şeref ve güven duygusu veriyor insana. Allâh “Bana aracısız gel” diyor. Bu muazzam bir şey. Muhtedîler en çok buna vuruluyor. Ve elbette davranış da çok önemli. Güzel muamele, doğru bir üslup, sade bir dil, samimi bir tarz… Bunlar gönle işliyor. Aslında biz birilerine bir şey anlatırken kendimizi de eğitiyoruz.

Bir anlamda, tebliğci üslup sahibi oldukça kendi eksiklerini de görmüş oluyor…

Kesinlikle. Hangi konuda zayıfız, hangi konuda güçlü… Bunları fark ediyoruz. Üslubumuz olgunlaşıyor. Ama burada şu hakikati de unutmamak lazım: İslâm sadece anlatılarak değil, yaşanarak da tebliğ edilir. Eğer bir Müslüman’ın dili başka, eli başka, ayağı başka yere gidiyorsa; bu çelişki meyve vermez. Verse de yenmez. Onun için hayatımızın tamamı İslâm’la örtüşmeli. Ticaretimizden yemeğimize, oturuşumuzdan dostluğumuza kadar…

Muhatabınızı tanımak da önemli. Özellikle kısa sürede temel bilgileri vermek, öncelikleri belirlemek açısından…

İlk önce dinliyoruz. Onun kültürel arka planını, dinî birikimini, inanç dünyasını anlamaya çalışıyoruz. Neyi nereden öğrendi, hangi yanlış bilgileri taşıyor, neyi nasıl algılıyor? Çünkü çoğu zaman İslâm’ın ne olmadığını anlatmak gerekiyor. O yanlış algıları temizlemeden üzerine bir şey inşa edemezsiniz. Mesela “Allâh” kelimesi bile başka dillere çevrilirken büyük sıkıntı oluyor. “God” dediğinizde, karşınızdaki üçlü teslisi düşünebiliyor. O yüzden önce kavramlarda ittifak şart. Cemil Meriç’in dediği gibi: “Kavramlarda uzlaşmadıkça konuşmanın da anlamı yok.” Bizim görevimiz de bu: doğru kavramlarla, doğru dili kurmak. Çünkü doğru bir dil, doğru bir temsil ve en nihayetinde ümmete umut veren bir gelecek demektir.

Gönüllülük esaslı bir vakıf çalışması yürütüyorsunuz. Bu hem maddî hem manevî yönüyle zorlu bir iş. Kim Vakfı bugün neye ihtiyaç duyuyor, gönüllülerden nasıl katkılar bekliyorsunuz?

Burası ümmete ait bir emanet mekânı. Sahibi Allâh’tır, biz sadece hizmetkârız. Cemaat, tarikat ya da belli bir yapıya bağlı değiliz; İslâm dairesi içinde olan herkese kapımız açık. Özellikle gençleri bekliyoruz. Filoloji okuyanlar başta olmak üzere dil bilen, gönlüyle hisseden her gencimiz bu alanda hizmet edebilir. Bu bir “haz” değil, kalıcı bir “huzur” meselesidir. Harcarken kazanılan, çalışırken gelişilen bir yolculuktur bu. Yalnızca bir tebliğ değil, bir dönüşüm ve inşâ çabasıdır. Gençler gelsin, soframıza otursun, kahvemizi içsin, ortamı tanısın. Belki ihtiyaç bizde değil onlardadır, birlikte keşfederiz. Maddî katkı sağlamak isteyenlere de kapımız açık. Çünkü ne kadar çok destek olursa o kadar fazla insana ulaşırız. Bugün İstanbul’daki bir camide bin turist oluyor ama karşılarında belki sadece beş davetçi var. Bu dengeyi değiştirmeye çalışıyoruz. Fakat mesele sadece sayı değil, niteliktir. Türkiye’nin farklı şehirlerinden “Biz de bu işi yapmak istiyoruz” diyenlere şunu söylüyoruz: Şubeleşmek istemiyoruz. Aksine, herkes kendi yerinde daha etkili olabilir. Biz her türlü birikimimizi, eğitimlerimizi, kaynaklarımızı paylaşmaya hazırız. Kitap, broşür, yazılım… Ne gerekiyorsa veririz. Yeter ki birileri bir hayrın ucundan tutsun. Umudumuz da istikbalimiz de bu genç gönüllerde yeşeriyor.

Kim Vakfı’nı yakından tanıdıkça heyecanımız artıyor. İstanbul’da böylesine sahici bir tebliğ modelinin inşa edilmiş olması gerçekten umut verici. Bu modelin Türkiye’nin farklı şehirlerine de uyarlanabileceğini düşünüyoruz. Sizce bu mümkün mü?

Bizim esas alanımız gayrimüslim turistler. Doğal olarak İstanbul gibi turizm merkezlerinde yoğunlaşıyoruz ama bu model farklı ölçeklerde her yere uyarlanabilir. Örneğin bir otel, bir lokanta, bir durak, bir sergi alanı… Oraya bir Kur’ân-ı Kerîm kitaplığı kurarsınız, ücretsiz kitaplar koyarsınız. O mekânı gören bir turist, bir soru sorar ve belki o ilk temas, bir ömürlük dönüşümün başlangıcı olur. Bizim yaklaşımımız net: Talep geldi mi elimizde ne varsa paylaşırız. Kitap, broşür, eğitim, yazılım… Çünkü paylaşmak bu işin doğasında var. Tersi, bu hizmete ihanettir.

Peki bu kıymetli tecrübe sizce nasıl daha geniş kitlelere ulaşabilir? Mesela akademik boyutu da var mı bu işin?

Elbette var. Hatta bu röportajda da gündeme gelmesi beni çok sevindirdi. Bugün sahada yaşananları belgeselleştirmek, kitaplaştırmak, hatıralarla kayıt altına almak mümkün. Ama daha önemlisi, davetin çağdaş metotlarını analiz etmek. Yani bugün Asyalıya, Amerikalıya, Avrupalıya İslâm anlatılırken hangi kavramlarda durulmalı, hangi yanlış bilgiler düzeltilmeli, nerede duygusal, nerede mantıksal bir dil kullanılmalı? Bunlar artık bilimsel olarak da çalışılmalı. Çünkü sahada öyle tablolarla karşılaşıyoruz ki, mesela bir turist camide meditasyon yapıyor. Arıyor. Bir ışık bekliyor. Sana bir işaret veriyor. Diyor ki: “Ben buradayım.” Yani bu bir çağrıdır aslında ve bu çağrıyı duyan gençlerin, akademisyenlerin, gönüllülerin daha çok bu alana yönelmesi gerekiyor.

Yani bu sahada oluşan tecrübeler akademik bilgiyle birleşmeli…

Kesinlikle. Bugün Körfez ülkelerinde, Avrupa’da, Amerika’da bu konuda ciddi akademik ve sahaya dayalı çalışmalar var. Ama Türkiye’de genelde teori var, pratik yok. O yüzden diyoruz ki: Sadece kitap okuyarak bu iş olmaz. Mutfağa da girmek lâzım. Biz akademisyenlerin çalışmalarına saygı duyuyoruz ama onların da bazen pencereyi açıp dışarıya bakmaları lâzım. Sahada neler oluyor? Ne eksik ne fazla? Bunları görmeden yapılan her analiz eksik kalır. Bu yüzden tebliğ ve davet sahada yaşanmalı, sonra o yaşanmışlıklar akademik çerçevede sistemleştirilmelidir. İşte o zaman İslâm toplumunun geleceğine dair gerçek ve sahici bir umut doğar.

Tebliğ denince, Batı’da yürütülen misyonerlik faaliyetleri sıkça gündeme gelir. Kimileri bu çalışmaları bizim faaliyetlerimize benzetiyor. Siz nasıl görüyorsunuz bu farkı?

Elbette ikisi de bir mesaj taşır, bir misyon üstlenir. Ancak arada çok temel bir fark var: Biz ilâhî rol oynamaya kalkışmadan sadece çağrıda bulunuruz. “İslâm budur, buyurun görün” deriz. Hepsi bu. “Dinde zorlama yoktur” [Bakara 2/256] ilkesiyle, tercihi muhataba bırakırız. O yüzden, üslûp çok önemli. Bir örnek vereyim: Bir arkadaşımız internet üzerinden biriyle tanıştı. Karşısındaki kişi ona, “Sen Hristiyansın, o zaman cehennemliksin” deyince doğal olarak irkildi. Aynı sohbetin devamında ise ona Müslüman olup cennete girmesi teklif edildi. Şaşkınlık içinde kaldı. Bu tarz yaklaşımlar daveti değil, tepkiyi doğurur. Halbuki bizim yolumuz, merhametin diliyle çağrıda bulunmak.

Bu noktada, davet faaliyetinin geleceğine dair ne gibi hayalleriniz var? Kim Vakfı’nın modelini başka şehirlere ya da daha kurumsal bir yapıya taşımayı düşünüyor musunuz?

Biz adım adım, altı dolu bir gelişim çizgisiyle ilerliyoruz. Bu sadece bir hizmet işi değil, aynı zamanda organizasyonel bir akıl da istiyor. Sayılar arttıkça idari yapıyı da güçlendirmeniz gerekiyor. Ama her zaman sahaya ve gelişime açık olmalıyız. Şu anda İstanbul’da farklı ülkelerden gelen davetçilerle birlikte çalışıyoruz. Meselâ şu anda vakıf bünyesinde bir kadın davetçi, farklı ülkelerden gelen turistlerle birebir ilgileniyor. Amerika’dan, İngiltere’den, Afrika’dan bu işin uzmanı olmuş insanlar geliyor, seminer veriyorlar. Sürekli yeni sorular, yeni gündemler var. Siyasi gelişmeler, yerel hassasiyetler, kültürel kodlar… Tüm bunlara karşı biz de sürekli eğitim hâlindeyiz.

Peki dünyada bu alanda öne çıkan örnekler var mı? İlham aldığınız kurumlar ya da çalışmalardan söz edebilir misiniz?

Elbette. Özellikle Avrupa’da, Amerika’da güçlü yapılar var. Ama Arap dünyasında maalesef davet çalışmaları çok kısıtlandı. Pek çok ülkede İslâm’ı anlatmak neredeyse yasaklı hâle geldi. Bu çok acı bir tablo. O yüzden bugün dijital alan, yani online tebliğ çok daha fazla önem kazandı. Meselâ bir genç şöyle demişti: “Şehrimde bir tek Müslüman yoktu. Ama ben internetten abdest almayı, namaz kılmayı öğrendim.” Bu ne kadar büyük bir fırsat! İşte bu da başka bir umut alanı. Bu alanda da yapılacak çok iş var.

Yani online tebliğ sizin için yeni bir alan olabilir mi?

Olabilir ama şu anda asıl alanımız, turistlerin camide bizi beklediği saha. İmkânlarımız sınırlı, o yüzden en çok meyve verecek dalı budamaya çalışıyoruz. Ama bu demek değil ki yeni ağaçlar dikilmeyecek. O da olacak inşallah. Buradaki esas mesele şu: Mazeret yok! Her Müslüman, imkânı ölçüsünde bu işin bir ucundan tutmak zorunda. Kimse her şeyi yapamaz, ama herkes bir şey yapabilir. Yeter ki inandığımız hakikati yaşamakla kalmayalım, başkalarına da ulaştıralım. İşte asıl umut burada: İnanmak ve anlatmak.

Türkiye’de yüzlerce eğitim, dayanışma ve yardımlaşma vakfı var. Ancak Kim Vakfı’nın yaptığı gibi, böylesine yüksek motivasyonla çalışan ve kendini bu kadar güçlü bir hedefe adayan çok az yapı olduğunu düşünüyoruz. Özellikle gençleri merkeze alan yönünüz dikkat çekici.

Motivasyon gerçekten çok yüksek. Az önce yine başka bir liseden gençler geldi. Sürekli okullarla, üniversitelerle, lise kulüpleriyle irtibat hâlindeyiz. Onlar gençleri getiriyor, biz de burada onlara bir dava şuuru, bir bilinç kazandırmaya çalışıyoruz. Turistle konuşmak, “How are you?” demek bile bir özenti oluşturuyor çocukta. “Ben de anlatabilirim, ben de bir şey yapabilirim” hissi oluşuyor. Bu bizim için büyük bir imkân. Davet yalnızca gayrimüslimlere değil, bizim kendi gençliğimize de bir misyon kazandırmak için yapılıyor. Elhamdülillah büyük bir emanet bu. Bu noktada artık hiçbir mazeret yok. “Gençler için ne yapabiliriz?” diyenlere somut bir cevap bu çalışmalar. Çünkü bu iş, gençliğe umut vermenin ta kendisi.

Bir insanın Müslüman olmasına vesile olmak… Bu, başka hiçbir şeyle kıyas edilemeyecek kadar büyük bir sevinç değil mi?

Hiç şüphesiz. En güzel anlarımızdan biri de ilk şehadet getirenlerin o duygulu anlarına şahitlik etmektir. Onların gözyaşları, yüzlerindeki huzur… Tarif edilemez bir atmosfer. Her gün şehadetler oluyor bizde. Ancak ne yazık ki bu anları video olarak paylaşamıyoruz. Özellikle Çin, Rusya gibi ülkelerden gelen kardeşlerimiz için güvenlik endişesi taşıyoruz. Yüz tanıma sistemleriyle onların kimliği tespit edilebiliyor. Bu yüzden videoları arşivliyoruz ama kamuoyuyla paylaşamıyoruz. Bu da bir sorumluluk.

En azından bu kayıtların bir gün, uygun koşullarda değerlendirilmesi dileğiyle. Sayın Mustafa Karaca, bu güzel ve umut dolu röportaj için çok teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim. Böyle bir fırsatı bize sunduğunuz için minnettarız. Rabbim bu gayretlerin hayrını ve bereketini artırsın.

Son olarak, unuttuğumuz bir şey varsa ya da bir çağrınız olacaksa, ekleyebilirsiniz.

Allah razı olsun. Gençleri bekliyoruz. Bu alana ilgi duyan, gönül veren herkese kapımız açık. Destek bekliyoruz, duâ bekliyoruz.

Gelip yerinde görmek isteyenler için de mekân bilgisini paylaşalım isterseniz.

Vakıf merkezimiz Süleymaniye’de. Ancak yeni medresemiz Sultanahmet’te. İnşallah sizleri orada ağırlamaktan memnuniyet duyarız. Güzel bir atmosfer, bereketli bir hizmet ortamı inşallah.

Çok teşekkür ederiz. Allah gayretinizi artırsın.

Allah razı olsun. Hayırlı olsun inşallah.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Umudu Filizlendirmek
Sinan Özyurt
Vahdetten Kesrete Lügatten Bir Kelime: Umut...
Özlem Duralı
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
RÖPÖRTAJLAR
“Gönüllere dokunan davet, umudun ete, kemiğe bürün...
Mustafa Karaca
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Ahmet Mercan
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema, İnsanoğlunun En Eski Umut Taşıma Aracıdır...
Abdülhamit Güler
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Turks ve Caicos Adaları
Mikail Çolak
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
İyiye Talib Olmayı Öğreten Ümmü Büceyd...
Rumeysa Döğer
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Abdülfettâh Ebû Gudde (1917–1997): Bir İlim ve Ahl...
Nazlı Çakar
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x