Menü
Mehmet Kaman
Mehmet Kaman
Yitik Umutlar: Melankoli’den Anlam’a Doğru
Temmuz 19, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Bazı umutlar ölmez, sadece şekil değiştirir. Bazılarıysa hiç dile gelmez, içimizde bir gölge gibi dolaşır; varlığını ancak kaybıyla fark ederiz. Yitik umutlar… Kaybedilmiş bir şeyin acısı değil sadece, onunla birlikte kaybolan anlamın, yönün, hatta kimliğin de yasıdır. Her insanın hayatında sessizce gömdüğü bir “neden” vardır; neden çalıştığını, neden sevdiğini, neden sabrettiğini hatırlatan bir umut… Bu yazı, işte o gömülü yerlerde filizlenen yeni anlamların izini sürmeye çalışacak.

Melankoli, sadece bir hüzün hali değildir. Bir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını kabullenmekle başlayan, ama bu kabullenişin içinde derin kavrayış taşıyan bir ruh halidir. Melankolide umut hâlâ vardır, ama artık geleceğe değil, içe bakar. Artık bir şeyin “olmasını” değil, onun “ne anlama geldiğini” düşünürüz. Bu nedenle yitik umutlar, çoğu zaman insanı derinleştirir. O yüzdendir ki anlam arayışının kapısı genellikle kırıklıkla aralanır.

Bir düş kırıklığı bazen bir inancın, bazen bir insanın, bazen bir geleceğin çöküşüdür. Ama çöken her şey, ardında bir boşluk bırakır; bu boşlukta ya bir hiçlik büyür ya da hakiki bir anlam için yer açılır. Umudun yeniden doğduğu yer burasıdır: her şeyin yıkıldığı, inançların sarsıldığı, tanımların çözüldüğü yer. O yüzden yitik umutlar sadece kayıp değil, aynı zamanda davettir: Daha derin bir bakışa, daha sade bir gerçeğe ve daha dirençli bir umuda çağrı…

Modern insan, umutla baş etmeyi unuttuğu kadar, umutsuzluğu da anlamlandırmayı unuttu. Hep ileriye, hep daha güzele bakmaya şartlanmış bir zihnin içinde, kayıplar zayıflık sayıldı; kırılmak utanılacak bir şey, yavaşlamak bir kusur gibi gösterildi. Oysa bazı umutlar, yalnızca kırıldığında gerçek olur. Parçalanan hayallerin içinden çıkan küçük bir hakikat, sahici bir umudu filizlendirebilir: artık başkası için değil, kendin için, başarmak için değil, yaşamak için umut etmek…

İnsanın kırıldığı yer, bazen en sahici dua yeridir. O an, insan kendi kibrinden sıyrılır; neyi kontrol edemediğini, neye hükmedemediğini anlar. Yitik umutlar bu açıdan bir tür arınmadır. Ne kadar acı verici olursa olsun, insanı hakikate yaklaştırır. Umut bir çocuktur bazen; kırılmış oyuncaklarının arasında, gözyaşlarına karışan bir tebessümle yeniden bir dünya kurmaya çalışan… O çocuk, bizim içimizde hâlâ yaşayan o saf yanımızdır. Onu dinlemeyi bırakmak, umudu bütünüyle terk etmektir.

Melankoli, dış dünyanın taleplerinden yorulmuş bir ruhun, kendi iç evrenine dönmesidir. Orada, kimsenin alkışlamadığı ama kalbin duyduğu küçük mucizeler vardır. Bir dostun sessizce omzuna dokunuşu, bir yabancının gözlerindeki sıcaklık, bir sabahın serinliğinde duyulan aitlik hissi… Bazen en büyük umutlar, en sıradan anlarda belirir. Ve yitik umutların ardından gelen bu sade, derin yaşantılar, hayatı daha önce hiç olmadığı kadar gerçek kılar.

Kimi zaman umut sandığımız şey aslında toplumsal bir beklentidir: İyi bir kariyer, huzurlu bir aile, sağlıklı bir beden… Ve bu hedefler birer birer sarsıldığında, umut da beraberinde yıkılır. Ama belki de umut, sonuçlara değil, yolda olmaya, sürdürmeye, katlanmaya ve yeniden doğmaya dair bir şeydir. Hayatın özüne ilişkin bir güven, bir tür sessiz sadakattir. Her şeye rağmen… her şeye rağmen devam etmeye dair.

İnsanın hayal kırıklıkları büyüdükçe, kalbi de büyür. Kalp genişledikçe daha çok acıyı taşıyabilir hâle gelir. Ve her yeni kırılma, kalbi biraz daha yumuşatır. Bir zamanlar bize sert gelen, yıkıcı görünen şeyler, sonra anlayışa, hatta şefkate dönüşebilir. Yitik umutlar böyle çalışır: Başlangıçta bizi küçültür, çaresizleştirir. Ama zamanla içimizde bir yer açar; başkalarının yaralarını da görebileceğimiz, kendimizle daha dürüst bir bağ kurabileceğimiz bir yer… Acı, insanı büyütürse eğer, umut onunla birlikte olgunlaşır.

Bazı insanlar umutlarını mezar taşlarına yazar. Bazıları şiirlere, bazıları dua aralarına gizler. Kimileri hiç dile getirmez ama bakışlarında taşır. Ve bazıları, yitik umutlarının külleriyle bir soba yakar hem ısınır hem başkalarını ısıtır. Umut bir eylem değilse bile bir duruştur. Ve bu duruş, en çok melankolinin içinden geçerek sahicileşir. Çünkü sadece yitirenler gerçekten bağ kurabilir. Sadece yıkılanlar yeniden inşa etmeyi öğrenebilir. Sadece kırılanlar başka bir kırığı anlayabilir.

Bu yazının amacı, umut pazarlayan sahte iyimserlikten uzak durmak; aksine, umut etmeyi hakiki bir iç yolculuğun sonucu olarak görmek. Melankoli bir çıkmaz değil, bir eşik olabilir. Yeter ki onun içindeki sesi duyabilelim: “Her şeyin anlamını yitirdiği yerde, anlamın kendisi başlar.”

Devamında, yitik umutların sadece bireysel değil, toplumsal ve tarihsel bir gerçekliğe de dokunduğunu fark ederiz. Filistinli bir çocuğun eline aldığı taş, sadece bir taş değildir; o taş, yerinden edilen çocukluğun, yakılan evlerin, bombalanan okulların ve gömülemeyen cesetlerin gölgesinde filizlenen bir umuttur. O taş, yitik ama terk edilmemiş bir geleceğin sembolüdür. Bir çocuğun korkuyla değil, umutla savunduğu bir topraktır orası. Taş atan o küçücük el, dünyanın en büyük çaresizliğine karşı gösterilen en büyük direncin adıdır.

Bir Gazzeli annenin gözlerinde gördüğümüz yaş, sadece acının değil, dua eden bir inancın, yılmayan bir bekleyişin izidir. Her bombanın ardından kalan enkazda o, hâlâ oğlunun sesini duymaya çalışır. Oğlunun olmayabileceği ihtimaliyle değil, hâlâ onu karşılayabileceği bir kapının eşiğinde yaşar. Çünkü bazı anneler, acıyı değil umudu doğururlar. Gözyaşıyla suladıkları her dua, başka bir çocuğa gölge, başka bir yaralıya merhem olur. İşte o annenin umutla dolu suskunluğu, bu çağın en güçlü haykırışıdır.

Ve Doğu Türkistan’da bir baba… Adını bile söylemeye korktuğu çocuğuna yazdığı mektupları hiçbir zaman postaya veremez. Her kelimeyi kalbine kazır. Her dua, bir gece yarısının sessizliğinde fısıldanır. Kendi geleceğini çalmış bir zulme rağmen, çocuğuna dair hayaller kurar hâlâ. Özgürce konuşamadığı bir ülkede, çocuğunun bir gün özgürce konuşabileceği bir dünya umudunu taşır. O baba, yasaklı bir dilin içinde, kelimelerden umut inşa eder. Susturulmuş seslerin arasında yankılanan bu sessiz umut, insanlığın en dip noktalarından yükselebilecek tek ışıktır belki de.

Yitik umutlar, insanı önce susturur, sonra konuşturur. Önce yaralar, sonra şiir yazdırır. Önce her şeyi boş gösterir, sonra en küçük şeydeki mucizeyi fark ettirir. İşte bu nedenle, kırılmış umutlar birer son değil, kimi zaman başlangıçların en kıymetlisidir. Melankoliden anlam doğar; çünkü acının içinden geçen insan, artık yalnızca umut etmez umut olur.

Ama bazı umutlar vardır ki sadece hayatta kalmakla yetinmez. Onlar, yokluğun içinde kendine bir varlık kurar; gölgesizliğin ortasında ışık olmaya niyet eder. O taş atan Filistinli çocuk, belki açtır, belki uykusuz, belki annesini daha bu sabah enkazdan çıkarmıştır. Ama elini kaldırırken sadece öfke değil, bir “hak” duygusunu da taşır o küçücük avucunda. Belki dünyadan habersizdir, ama dünyaya ses olmuştur. Ve belki kendine bile umut edemeyecek kadar küçüktür, ama milyonlarca insana umut olmuştur. Umut, bazen bir taşın ağırlığında taşınır, bazen bir çocuğun gözlerindeki ışıltıda.

İşte o ışık, bir annenin yüzünde gözyaşıyla karışınca kutsallaşır. Yıkık sokaklarda yürüyen bir annenin gözyaşı, o sokakları ıslatmaz sadece, zamanın yitirdiği vicdanlara da dokunur. Çünkü anne gözyaşı döktüğünde, yalnızca kendi evladına değil, dünyanın tüm çocuklarına ağlar. Evladını gömmeye kıyamayan bir annenin elleriyle açtığı toprak, bize sadece ölümün değil, hakikatin de adresini gösterir. Umut, bazen bir kabir başında edilen dua, bazen bir çığlık kadar sessiz ama yankısı asırlara yayılan bir dokunuştur.

Ve tüm bu sessiz çığlıkların biriktiği yerde, biz konuşmayı öğrenmeliyiz. Çünkü bazı acılar anlatılmaz, bazı umutlar açıklanmaz, sadece hissedilir. Hissedilmek… Belki de çağımızın en çok unuttuğu şey. Herkesin bağırdığı bir dünyada, sessiz bir acıyı fark etmek, en büyük insanlık sınavıdır. Tüm mazlum coğrafyalarda umut edenlerin ortak dili bu sessizliktir; bastırılmış, ötelenmiş, ama vazgeçilmemiş bir hayat hakkının dili.

Sessizin, çaresizin, kimsesizin sustuğu yerde, biz konuşmak zorundayız. Onun suskunluğu, korkunun değil, sabrın sesi. Yıllardır beklediği huzur için tek bir kelime bile etmeden, gözleriyle dua ediyor. Onun gözleriyle gördüğümüzde, kendi gözlerimizle bakmayı öğreniyoruz. O, hayallerine ulaşamasa da bizim vicdanımıza ulaşıyor. Çünkü umut sadece sahip olunan bir şey değildir; paylaşılan bir şeydir. Umudu olan biri, başkasının yüreğinde yer açabilir. Suskunluğu bile ilham olur. Sustukça bağırır, gizledikçe açığa vurur. Ve bu yüzden, umut aslında sessiz bir devrimdir.

Bu yazı, içimizde sessiz duran o umudu uyandırmak için yazıldı. Bir şeyleri değiştirmek için değil sadece, bir şeyleri yeniden hatırlamak için… Çünkü insan bazen sadece hatırlayarak iyileşir. Yitik umutlarımızı hatırlayarak; onları neden yitirdiğimizi, yitirdikten sonra nereye savrulduğumuzu ve hâlâ hangi parçamızın umut etmeye devam ettiğini… Çünkü umut, sadece bir beklenti değil, bir yön tayinidir. Umut nereye dönerse, kalp oraya yürür. Bu yüzden yitik umutlar, bazen yönsüzlüğün kendisidir. Ve onları yeniden kurmak, yeniden yön bulmaktır.

Yüreğimizin içinde hâlâ kıpırdayan, ama adını koyamadığımız bir şey varsa, orada umut vardır. Sessiz bir direnç, görünmeyen bir ısrar… Çünkü bazı umutlar dile gelmez, yaşanır. Öyle derin bir yerden sızar ki, insan kendisi bile anlamaz neden hâlâ devam ettiğini, neden hâlâ sabrettiğini, neden hâlâ sevebildiğini. Ama devam eder, sabreder, sever. Çünkü umut, bazen en çok bilinç dışında çalışır. Bilinçli bir karar değil, içsel bir varoluş biçimidir. Hayatla yapılmış bir tür sözleşme: “Ne olursa olsun, yeni umutlara yelken açacağım.”

İşte o sözleşmeyi en çok da kırılanlar, parçalananlar, terk edilenler yapar. Çünkü kaybetmeyi öğrenmiş biri, kazanmanın değerini başka türlü bilir. Umudu yitiren biri, onu yeniden bulduğunda artık daha fazla kıymet verir. Çünkü artık bilir ki umut bir lüks değil, bir ihtiyaçtır. Ve aynı zamanda bir sorumluluk. Sadece kendin için değil, başkaları için de umut etmek… Bu yüzden, taş atan o çocuk için umut etmek zorundayız. Gözyaşı döken o anne, sessiz kalan o baba için umut taşımak zorundayız. Onlar yalnızca bizim duamızda değil, bizim yönümüzdedir artık.

Belki hiçbir şey değişmiyor gibi görünüyor. Belki acı hâlâ sürüyor, yıkım hâlâ devam ediyor, adalet hâlâ suskun. Ama bu suskunluğun içinde büyüyen bir şey var: dayanıklılık. Ve dayanıklılık, umudun en hakiki formudur. Umut, her şey yolundayken değil, her şey ters giderken hâlâ doğruya tutunmaktır. Tüm yanlışların arasında bir doğru olabileceğine inanmaktır. Tüm gölgelerin arasında hâlâ ışık aramaktır.

Bugün yitik umutlarla yürüyen insanlığın ayak seslerini duyuyoruz. Kimisi yalnız, kimisi sessiz, kimisi çaresiz… Ama hepsi bir anlam arıyor. Ve bu anlamı bulmak için önce kendi içimizin karanlıklarına inmeye, kendi yitimlerimizi kabullenmeye, kendi çöküşlerimizi onarmaya ihtiyacımız var. Belki o zaman, sadece kendimiz için değil, başkaları için de umut olabiliriz. Ve umut olmak, umut etmekten daha güçlü bir eylemdir. Çünkü artık sadece bekleyen değil, yön veren, ışık olan, yol açan oluruz.

5 1 Yorum
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Umudu Filizlendirmek
Sinan Özyurt
Vahdetten Kesrete Lügatten Bir Kelime: Umut...
Özlem Duralı
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
RÖPÖRTAJLAR
“Gönüllere dokunan davet, umudun ete, kemiğe bürün...
Mustafa Karaca
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Ahmet Mercan
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Sinema, İnsanoğlunun En Eski Umut Taşıma Aracıdır...
Abdülhamit Güler
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Turks ve Caicos Adaları
Mikail Çolak
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
İyiye Talib Olmayı Öğreten Ümmü Büceyd...
Rumeysa Döğer
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Abdülfettâh Ebû Gudde (1917–1997): Bir İlim ve Ahl...
Nazlı Çakar
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x