Yeni Bir Tez İhtiyacı
Hakikatten ve ahlâktan hareketle yeni ve başka bir dünyanın gerekli ve mümkün olduğunu ısrarla ve inatla savunduk. Peki bu nasıl ve hangi süreçlerle olacaktır? Bunun fikri ve entelektüel temelleri nelerdir? Yeni bir insanileşmenin, toplumsallaşmanın ve medenileşmenin zemini ve şartları nasıl oluşturulabilir? Sürekli barışı sağlayacak, dünyayı barış yurduna dönüştürecek ve insanları ebedi barış yurduna taşıyacak bir toplumsal sistem hangi temel yasalar üzerine ve nasıl inşa edilecektir?
Bu soruları çoğaltabiliriz. Mesela, öncelikle nereden başlamak gerekmektedir? Burada çok önemli bir nokta olan ahlâk ile hukuk arasında ilişki nasıl olacaktır? Bu ilişki her zaman doğrusal mıdır? Bu kadar ahlâktan ve adaletten bahsedildiği halde neden bir adım bile mesafe alınamıyor? Aksine, neden gittikçe daha çok yozlaşma ve çürüme yaşanıyor?
Bu çalışmada bütün bunların ışığında ahlâk-hukuk diyalektiğini ele alacak, bunun yozlaşma ve çürüme dönemlerindeki dinamiğini değerlendirecek ve çok önemli gördüğümüz bir tez olan, “ahlâk-hukuk diyalektiği” tezini ileri süreceğiz.
Ahlâk
Ahlâk, kelime kökeni olarak yaratmak ve yaratılış manasına gelen “hilkat” kökünden türetilmiştir. Ahlâk; huy, seciye, tabiat gibi anlamlara gelen “hulk” kelimesinin çoğuludur ve yaratılış üzere, iç barış üzere olmak demektir. Ahlâk, insanın fıtratına, doğasına bağlı olması, kendisiyle yaptığı sözleşmeye sadık kalmasıdır. Başka bir deyişle, fıtrata, yaratılıştaki saflığa ve istikamete yani doğal eğilime bağlı kalarak “kalu bela”daki ilahi akdini yerine getirmesidir. Ahlâk, hayatın içinde kendisini gösterir ve o yüzden de iyi ve kötü olarak vasıflandırılan iradeli davranışların bütünü olarak tezahür eder. “Nasıl bir tutum ve davranış içinde olursam doğru olur?” sorusuyla bunun gereğinin yapılması ahlâktır. Kaldı ki iyilik ve insanlık anlamında erdem (birr), ahlâk güzelliğidir ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim,” umdesi peygamberlerin gönderilmesindeki ahlâki boyutu bütün açıklığıyla ifade eder.
Ahlâk, bir yanıyla insanı gerçek özgür kılarken diğer yanıyla da insana, ona karşı oluşan her türlü olumsuzluklarla mücadele için sorumluluk bilinci verir. Ahlâkı temel alan kişi doğasına ve hakikate bağlanması ile aynı zamanda vicdanı temel almış olur, böylece yüce gönüllü olmanın ötesinde hem bağışlayıcı hem de insanlık savaşçısı hâlini alır. Bu suretle kişi, bir şey beklemeden ve bir şey istemeden kendine, başkalarına, topluma, insanlığa, dünyaya, çevreye, tabiata vb. her şeye sırf insan olarak ve sadece fıtrata bağlı kalarak yapılan insanca eyleyişler kazanır. Böylece gayesi ve dayanağı bizatihi kendisi olan ahlâk ile insan, her çeşit menfaat ve tutkulara karşı direnme hatta isyan etme gücü kazanır, tehdit ve tehlikeler karşısında bir kahraman, ahlâk kahramanı, ahlâk isyancısı olma imkânı elde eder. Bu suretle “Her biriniz kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz,” umdesinde belirtildiği gibi inançlı bir kardeşlik toplumunun temelleri atılmış olur. Zira bir toplumda ahlâk çerçevesinde bir yaşam egemen olursa, o toplumun bireyleri arasında uyarı ve yardım temelinde bir ilişki gelişir ve bu durum süreklilik kazanarak toplumun olgunlaşmasına neden olur.
Anlam olarak derin, seviye olarak aşkın olan ahlâk hayatın içinde, toplumda ortaya çıkar ve insanın ahlâkla imtihanı göründüğünden çok daha zordur. Bu imtihan üç alanda son derece çetin geçer. Bunlar; tarihsel örnekte Karun, firavun ve Haman olarak görünen sermaye, iktidar ve bilgisini bunların tutum ve davranışlarını meşru göstermeye adayan sözde aydınlardır. Bunlar kesinlikle kendilerini tutamaz ve bir şekilde eşitsizlik, şiddet ve zorbalık üzerinden açığa çıkarlar.
Sermaye, özellikle belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra, Müslüman ya da gayrimüslim olsun fark etmez, maalesef herkes için bozucu, ifsat edici, yoldan çıkarıcı özelliklere sahiptir. Çağımızda iyice azan kapitalizm, sermaye tarafında insanı ahlâktan kopararak “zalim muktedir”e çevirirken çalışan tarafında ise “birey”i bir makine dişlisine dönüştürerek onu nesneleştirmektedir. Böylece her iki tarafta da ahlâk yozlaşmakta, bir anlamda hakikatin kişideki yansıması olan şahsiyetler yok olup gitmektedir. Bugün ifsat edici sermayeye, kapitalizme karşı verilecek mücadele aynı zamanda şahsiyeti de geri almanın ve yeniden inşa etmenin mücadelesidir.
İktidar, insanları kolay ve hızlı bir şekilde dejenere eden, değiştiren, bozan, yozlaştıran ve kötü alışkanlıklar kazandıran netameli bir güçtür. İktidar hem sahiplerini yoldan çıkarıp başkalaştırır hem de iktidarın nimetlerinden faydalanmak isteyen ikbal düşkünü insanları ifsat edip ahlâktan uzaklaştırır. Her çeşit azgınlık gibi, kendisini aşırı güçlü hissetmekten doğan bu olgu, kişiye her türlü imtiyazı kendinde görerek müstağni bir eda ile “bu benimdir, kendi bilgim ve maharetim sayesinde oluşmuştur,” dedirtir ve bir yandan biriktirerek diğer yandan zulüm üreterek hem kendisini hem de ilişkili olduğu insanları asli değerlerinden koparır.
Haman yani sözde aydınlar ise ki buna bilgisini karşılığını bulduğunda satan bazı akademisyenler ile dini maske olarak kullananlar (belam) da dâhildir, sermaye ve iktidarın her türlü eylemlerini insanlar ve toplumlar nezdinde meşru göstermeye, yapılanların başka bir anlamı varmış gibi olumlu algı oluşturmaya çalışırlar. Hakikate saygıdan ziyade uzmanlıkları, bilgi ve becerileri daha çok aldatma, maskeleme ve örtme üzerinden gelişir. Hakikati boğmaya ve insanların gerçeklerle buluşmasını, aydınlanmasını engellemeye çabalarlar. Çoğu, sermaye ve iktidarın yetiştirmesi ve beslemesi olan bu güruhun asıl amacı başarılı olduklarında konacakları makam, mevki ve ödüldür.
Göründüğü gibi sermaye; değer erimesine, iktidar; değer yozlaşmasına, sözde aydınlar; değer iki yüzlülüğüne, şiddet ise değerin karşıtına dönüşmesine ve yok olmasına sebebiyet verebilmektedir. Bu durum ise insanı kendine, onu üstün kılan yaratılış özelliklerine yabancılaştırmakta, özünden uzaklaştırarak başkalaştırmaktadır. Ahlâkı korumak ve insanın insan olarak kalma davasını sürdürebilmek ancak bu üç alanda titiz davranmakla hatta bu alanlardan olabildiğince uzak durmakla mümkün olabilir. Eğer bu alanlarla ilişkiye bir şekilde mecbur kalınırsa, bu durumda en azından, ilim-ahlâk-eylem bütünlüğüne sahip erdemli bir toplulukla birlikte bu riski karşılamak daha uygun olacaktır. Zira erdemli topluluk, birbirlerini yanlışa karşı uyaran, birbirini yıkayan eller misali zihinlerini ve ruhlarını kirlerden arındıran bir çeşit korunma sağlayabilir. “Muhakkak ki sen; büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem, 68/4). “Güzel davrananlara daha güzeli ve fazlası vardır…” (Yunus, 10/26).
Hukuk
İnsanın ahlâkla ilişkisini böyle ele aldıktan sonra şimdi de insanın hukukla ilişkisini ve onun hayata tekabül eden boyutunu değerlendirelim.
Hayatın anlamı ve amacı insanda, toplumda, kâinatta ve her türlü şeyde barışı ve adaleti aramak, bulmak ve inşa etmektir. Başka bir deyişle, her şeyde bütünlüğü aramak, mizanı sağlamak, dengeyi oluşturmak yani “silm”i, barışı tesis etmektir. İşte barışı tesis etmek için en önemli umde birlikteliğin ilkeleri ve hukuku ve bu hukukun üstünlüğüdür.
Hukuk, insanların ve toplumların hür, bağımsız ve huzur içinde yaşamalarını ve her halükârda haklarını sonuna kadar kullanmalarını teminat altına almalarını sağlayan en önemli toplumsal normdur. Hukuk, insanın meşru savunma hakkının kolektif organizasyonudur. Hukuk, en nihayetinde insanların ve toplumların her türlü güç temerküzü karşısında bizatihi kendilerini bulmalarını ve gerçekleştirmelerini sağlayan bir can suyudur, hayattır. Hukuk; hak ile başlar, adalet ve eşitlik ile meşruiyet kazanır ve özgürlük ile teminat altına alınır.
Hukuk öncelikle haktan hareket eder ve en temel insan hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlar. Hakkın tecellisi için adaletin ikamesini zorunlu kılar. Adaletin tesisi de hukukun meşruiyetini sağlar. Meşruiyet, kanuniliğin/yasallığın ötesinde ve üstünde anlam ve değer taşır. Hak, adalet ve meşruiyetle gerçek özgürlüklerin temeli atılır. Böylelikle hukuk meşru olur, hayat bulur. Bu çerçevede hukukun görevi, temel hak ve hürriyetlerin özgürce kullanılmasını sağlamak ve kişilerin, bu hakları özgürce kullanmasına başka şahısların müdahale etmesini engellemektir.
Hukuk; insanlar ve toplumlar için en genel ihtiyaçlardan biri olmasının yanında birlik ve bütünlük için de en temel yasadır. Büyük bir tefekkür sonucu tecelli eder. Düşüncenin bu boyutu tefakkuh yani fıkhetmektir. Başka bir deyişle, geçmiş, bugün, gelecek ve bunlar arasındaki bağlantıdan yola çıkarak bugüne ilişkin sonuçlar çıkarıp bunu normlara çevirmektir. Bir şeyi hakkı ve künhü ile derin ve ince düşünmek ve buradan hareketle insanları ve toplumları her türlü konuda özellikle de barış içinde birlikte yaşama konusunda güvence altına almaktır.
Bizatihi insanlar ve toplumlar için var olan ve hedefi adalet ve hakkaniyeti sağlamak olan hukuk, örgütlenmiş adalet demektir. Adalete ve eşitliğe yönelmeyen bir hukuk amacından sapmış ve hukuk olma özelliğini kaybetmiş demektir. Hiç kimse hukuku engelleyemez, saptıramaz ve onun üstünü örtemez. Hukuk, sonuçta toplumsal yaşam için adalete yönelmiş, eşitliği hedef almış bir düzen oluşturur. Düzensiz, nizamsız yaşam kaostur ve bu karmaşa da sonuçta yok oluşa götürür. O yüzden hukuksuz bir toplumsal yaşam tasavvur etmek imkânsızdır.
Toplumsal barışın en büyük düşmanı güç temerküz merkezleridir. Ahlâk bölümünde de ele aldığımız gibi bunlar genel olarak üç ana grupta toplanabilir: Birincisi sermaye gücüdür. Bu güç sürekli temerküz ederek büyümeye, her durumda kendisini güçlendirmeye ve devlet aygıtı üzerinden sözde kanuni yollarla kabul ettirmeye çalışır. İkincisi iktidar gücüdür. Bu güç sermayeyi arkasına alarak siyaset üzerinden halktan yetki alıyoruz diyerek muktedirlik devşirir, hukuk ve yasa benim iradem ya da yorumumdur diyerek egemenlik kurmaya çalışır. Üçüncüsü bilgi gücüdür. Bu güç de bilgiyi tekeline alıp orada kurduğu otorite ile sermaye ve iktidarın güç merkezlerini ve yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışır. Bu durum, bazen akademi bazen de din maskesiyle kendisini gösterir. Bu ifsat edici güçleri durdurmanın yolu açıkça bunları sınırlamaktan hatta hapsetmekten ya da parçalamaktan geçer. Hudut konulmamış ya da parçalanmamış bir güç durdurulamaz, insanlığın başına bela olmaya devam eder. “De ki: Ey Ehli Kitap; hepiniz, sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse; o vakit şahit olun ki biz, Müslümanız, deyin.” (Ali İmran, 3/64).
Ahlâk-Hukuk Diyalektiği
Ahlâk ve hukuku böyle ele aldıktan sonra şimdi de bunlar arasındaki ilişkiyi derinden kavramak için masaya yatıralım. Ancak bu suretle dış dünyadaki ve insan düşüncesindeki değişimin/dönüşümün ve hareketin genel yasalarındaki diyalektiği yakalayabilir ve böylece karşımıza çıkan sorunları aşabilir ve ümitleri tazeleyebiliriz.
İnsan yaşamının en temel paradigması “hak” kavramıdır. Her insan varlıkla ve hayatla ilişkisini, kendince hak merkezli bir diyalektik (diyalog-etik) yaşam içinde kurduğu için ahlâk, hukuk ve adalet kavramlarının en ortak yanı olan hak kavramı ile ilişkilerine bakmak lazım. Hak kavramı ahlâk, hukuk ve adalet ile iç içe geçen ve hepsini bir açıdan derin bağlarla birbirlerine bağlayan ve o ölçüde de etkilenmelerine vesile olan bir kavramdır. İşte bu etkilenişin yönü ve ağırlığı nasıl olmaktadır? Hangi süreçte hangisi daha baskın görünmektedir? Ahlâki değer yargılarının temel koruyucusu hukuk mudur? Yoksa hukuk kurallarının koruyucusu ahlâk mıdır? Biri bozulunca diğeri ne ölçüde etkilenmektedir? Kuruluş ve çözülüş sürecinde etkilenişin yönü değişmekte midir?
Ahlâk ve hukuk ilişkisi bilindiğinden çok daha yakındır ve bu durum hukuk felsefesinin ana konularından biri olarak sürekli tartışılmaktadır. Üstelik bu ilişki söz konusu kavramların toplumsallaşmasında da çözülme ve yozlaşmaya uğramasında da önemli rol oynamaktadır.
Ahlâk, uzun bir süreç sonrasında oluşmuş, uyulması genel kabul görmüş kurallar bütünüdür. Toplumun büyük bir kısmı tarafından benimsenmiş bulunan ahlâki kurallar, genel ahlâk olarak kendisini gösterir. Hukuk, ahlâktan neşet etmiş ve adalete yönelmiş kurallar bütünü olarak açığa çıkar. Adalet ise hakkın tespiti ve haklının hakkının iadesi olarak temellenir. Görüldüğü gibi hepsinin doğduğu ve gelip dayandığı yer hakkın tecellisidir.
Ahlâk ve hukuk arasında bu kadar benzer, yakın ve ortak bir ilişki olmasına rağmen şu öncelik sırasını da ifade etmek gerekir: Ahlâkın amacı hakka dönük “iyi”yi gerçekleştirmek, hukukun amacı ise hakka dönük “adalet”i gerçekleştirmektir.
Şimdi de ahlâk ve hukuk kavramlarının farklılıklarını diyalektik bir gözle inceleyelim:
Hukukta, insan davranış ve eylemlerinin başka insanların zarar görmesini önlemek açısından yaptırım söz konusu iken, ahlâkta bir yaptırımdan çok içsel bir sınırlama ve toplumsal değer yargılama söz konusudur. Hukuk, yaptırım gücü ile yanlışları ve kötülükleri cezalandırırken, ahlâk, toplumsal değer yargıları ile bir özsel sınırlama getirir.
Hukuk kuralları yazılıdır ve çiğnendiğinde karşılığı bellidir. Ahlâk kuralları ise bazı mesleki ahlâk kuralları haricinde çoğunlukla yazılı değildir. Hukuk kuralları dışa dönüktür, ahlâk kuralları ise içe dönük ve öz denetim ağırlıklıdır. Hukuk kurallarını devlet oluşturur, ahlâk kurallarını ise geçmişin birikimi ile toplum geliştirir. Hukuk, bir bakıma “resmi ahlâk kuralları” olarak açığa çıkarken, ahlâk, resmiyetten daha çok sosyal değer yargıları, “ihtiyari ahlâk kuralları” olarak kendisini gösterir. Hukuk; kuralları ve yaptırım gücü ile ahlâki değerlerin korunmasına ve gerçekleşmesine katkı sağlarken, ahlâk; hayat bulma şekli ile hukukun uygulamasına destek olur. Hukukun tesisi yasalarla mümkün iken, ahlâkın tam olarak tesisi vicdan ile mümkün olur. Bu suretle yaptırıma bağlanmış yani “hukukileşmiş ahlâk” toplumdaki ahlâk değerlerini yeniden yeşermesine, neşvünema bulmasına yol verir. Velhasıl, iyi ahlâk için iyi yasalar gereklidir ancak yasalar da iyi ahlâk olmadan uygulanamaz ve korunamaz. Sonuç olarak ahlâk gibi adalet ve hakkaniyeti tesis eden hukuk da hem kendi gelişmişliğinin hem de toplumların gelişmişliğinin bir işareti olarak tezahür eder.
Meselenin bir de sosyolojik boyutuna bakalım. Bir toplumsallaşma, ahlâk üzerinden şekillenir ve ondan oluşturulan hukuk kuralları ile somutlaşır. Dolayısıyla hukuk var olan ahlâk temel alınarak oluştuğu için onun koyduğu ilke ve kurallara riayet toplumda bir karşılık bulur. İlke ve kurallara uyumdaki bir gevşeme her ne kadar ahlâkla ilintili ise de çok daha somut olarak kendisini hukukun uygulanmasında gösterir. Hukuk ve onun getirdiği yaptırımlar askıda kaldığında ise bunlar insanların hayatında anlamsız bir yüke dönüşür. Bu suretle ilke ve kurala uymamak adeta bir kültüre dönüşür ve neredeyse daha kazançlı bir hâl alır. Hukuk kurallarının iyice düşünülüp geliştirilmesi ve mümkünse çok sık değiştirilmemesinin tavsiye edilmesinin faydalarından biri de bu değil midir? İnsanlar, hukukun hukuk olmaktan çıktığı bir yerde sadece ona uymamakla kalmaz aynı zamanda kendi ahlâk düzeylerinde bir seviye kaybı da yaşarlar. Hayatın içinde bunu yakinen görüyoruz.
Günümüzde insanların ve toplumların olgunlaşmasında ahlâk önemlidir ancak yaşam pratiği açısından neredeyse hukuk ondan daha önemli bir hâl almıştır. Zira ahlâk bir ölçüde farklılaşarak ve değişerek bireysel bir davranışa indirgenince, tarihi ve sosyolojik olarak hukukun önemi ve ağırlığı artmış olmaktadır. Ahlâk olmadığında ya da yozlaştığında onun etkileme gücü son derece sınırlı kalmakta, bu da çoğu zaman insanların temel hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasına ya da ortadan kaldırılmasına, güç temerküz odaklarının baskın olmasına, hukukun işlevsiz kalmasına neden olmaktadır. Oysa hukuk egemen olduğunda vicdanlar rahatlamakta ve çiğnenen yasa karşısında adil yaptırım uygulandığında için caydırıcı bir atmosfer oluşmaktadır. Üstelik bu durum ilkeye ve hukuka uymayı alışkanlık hâline getirmekte, aynı zamanda cezanın caydırıcı gücü ahlâkı da teşvik ederek daha etkin ve yaşanılır kılmaktadır. Temel hak ve hürriyetlerin çiğnenmesinin kadim kitaplarda açık ve net cezalarla karşılanmasının hikmeti de budur. Bugün bu hal, daha anlamlı bir durum almış ve işlevsel bir boyut kazanmıştır.
Üzerinde ittifak edilip yazılı hâle getirilen ve çiğnenmesi hâlinde bir yaptırımla karşılanan hukuki kurallarının işlevsiz kalması, doğal olarak yazılı olmayan ve cezai bir karşılığı bulunmayan ahlâki değerlerin de yozlaşmasına ve erimesine neden olmaktadır. Anlaşılan asgari ahlâk kurallar olan hukuk yaşanmıyorsa asgarinin ötesi olan ahlâk yaşanabilir? Çürüme dönemlerinde yoğunlaşılması gereken soru budur. Bir de söz konusu yozlaşma ve erime olgusunun, bu dönemlerde ortaya çıkan geçici ve bir süre denilerek mecburiyet ve zorunluluk üzerinden geliştirilen “meşruiyet maskesi” ile âdeta savunulur bir hâle gelmesi çürümenin vardığı derinliği göstermektedir. Bu yüzden de zorunluluk ahlâkını kültüre dönüştüren çürümenin telafisi zorlaşmakta ve aynı zamanda ahlâk ile hukuk beraberce irtifa kaybetmekte ve dolayısıyla bunların varlık nedeni olan hak ve adalet de toplumdan uzaklaşmaktadır.
O yüzden ahlâk; öncelikli ve hayatidir ancak yozlaşmanın ve çürümenin yoğunlaştığı bu günler için hukuk; birlikte yaşama ve toplumsallaşma açısından çok daha önemli ve fonksiyonel bir hâl almıştır. Tabii ki bozulma ve çürüme dönemlerinde ahlâkın yerleştirilmesi ve geliştirilmesi önemini yine sürdürür fakat diyalektik artık yön değiştirmiştir. Diğer bir deyişle, normal dönemlerde hayat; ahlâk ve ondan neşet eden hukuk üzerinden inşa edilirken, yozlaşma ve bozulma dönemlerinde ise hayat; hukuk ve onun etkileyerek tekrar rayına oturttuğu ahlâk üzerinden ıslah edilebilir duruma gelmiştir.
Velhasıl birliğin, dirliğin ve birlikte yaşamanın temeli hukuktur. Yeryüzünde tek ve bir meşru güç olarak hukukun toplumsallaşması, evrenselleşmesi ve tüm insanlığı kuşatması, başka bir ifadeyle, tam ve bütün olarak ete kemiğe bürünüp hayat bulması sadece toplumların iç barışının değil ebedi barışın da yolunu açacak, ortak yaşamın ve geleceğin teminatı olacaktır. İnsan ahlâktan ibarettir ve ahlâkı da hukuk yaşatır, özellikle çürüme dönemlerinde.
“Şüphesiz ki bir kavim kendisini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez.” (Rad, 13/11). “De ki: Hak geldi, batılın önü de kalmaz sonu da.” (Sebe, 34/49). “Şüphesiz ki biz seni hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.” (Fatır, 35/24).