Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle!
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle.
Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın,
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar.
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez…
En korkulu câni gibi ye’sin yüzü gülmez!
Mâdem ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin;
Mâdem ki ondan daha mel’un, daha çirkin…
Şiir böyle devam ediyor, en son şöyle bitiyor…
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
“İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.
Mehmet Âkif Ersoy’un (1873-1936) bu haykırışı çok derin bir feryattır. Milletinin iman selâmeti için ortaya koyduğu bu feryat, bir ızdırabın yansımasıdır. Âkif’e bu satırları yazdıran ruh nedir biliyor musunuz? Hz. Ya’kûb’tur. Aslında bu satırların ilham kaynağı Yûsuf sûresinin 87. âyetidir. Bu âyette Hz. Ya’kûb’un (as) evlatlarına yaptığı önemli bir uyarısını okuyoruz. Âyette deniyor ki:
يَا بَنِيَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَاَخ۪يهِ وَلَا تَا۬يْـَٔسُوا مِنْ رَوْحِ اللّٰهِۜ اِنَّهُ لَا يَا۬يْـَٔسُ مِنْ رَوْحِ اللّٰهِ اِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
“Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” [Yûsuf 12/87].
İman ve Umut
İman ve umut, bu iki kavram birbirinden asla ayrılmaz, ayrılamaz. Ama ayırmışız; imanın beslediği, büyüttüğü, geliştirdiği, olgunlaştırdığı en önemli kavramlardan biri umut iken biz umudu ya önemsizleştirmiş ya kırmış ya da öldürmüşüz…
Umut, bugün Müslümanların içerisinde istenilen oranda yer almayan bir kelime, bir kavramdır. Umudumuz olmadığı için yerimizden kalkamıyoruz. Umudumuz olmadığı için gerekli düzeyde himmet ortaya koyamıyoruz. Umudumuz olmadığı için iman adına fedakârlıklar yapamıyoruz.
O hâlde umut nedir? Umudun, Arapça karşılığı emeldir… Umut, insan olmamızın ve insan kalmamızın en önemli vesiledir. Aslında umut, bizi biz kılan en önemli değerimizdir.
Biz umut dediğimizde bakın şunları demiş oluruz:
Umut, imandır.
Umut, tevhiddir.
Umut, tevbedir.
Umut, Âdem olmaktır.
Umut, duadır.
Umut, ufuktur.
Umut, uyumdur.
Umut, güvendir.
Umut, âna mahkûm olmamaktır.
Umut, ânın altında ezilmemektir.
Umut, geleceğin azığıdır.
Umut, sabredebilmektir.
Hem de nasıl bir sabır? “Sabrün cemîl” yani “güzelce sabretmektir.”
Kur’ân Kıssaları ve Umut
Kur’ân’ın anlattığı peygamber kıssalarının hepsi aslında birer umut kıssasıdır. Bütün peygamberler birer “umut elçisi”, karşılarında olan şahıs ve topluluklar da “umudunu yitiren” muhataplardır.
Mesela;
Umudun örneği Hz. Âdem, umutsuzluğun ibreti İblis’tir.
Umudun örneği Hz. Nûh, umutsuzluğun ibreti Ken‘an’dır.
Umudun örneği Hz. Hûd, umutsuzluğun ibreti Âd kavmidir.
Umudun örneği Hz. İbrâhim, umutsuzluğun ibreti Nemrud’dur.
Umudun örneği Hz. Lût, umutsuzluğun ibreti ihanet eden hanımıdır.
Biz Kur’ân kıssalarını umut adına dersler almak için okuduğumuzda çok ama çok önemli mesajlar alırız.
Mesela;
Sınırı olmayan bir dünyada Hz. Âdem gibi Hz. Havva’yı aramaktır.
Denizin olmadığı yerde Hz. Nûh (as) gibi gemi yapmak için tahtalara çiviler çakmaktır.
Ot bitmez, kervan geçmez bir coğrafyaya Hz. İbrâhim gibi Hâcer’ini ve İsmâil’ini bırakabilmektir.
Keskin bir bıçağın önüne Hz. İsmâil gibi “kes Babacığım!” diyerek boyun uzatabilmektir.
Bin bir derde ve imtihana müptela olsa Hz. Ya’kûb gibi sabrı güzelce kuşanıp hikâyenin sonunu bekleyebilmektir.
Muhtacız Umuda!
Umut dediğimiz şu asil duyguya her zamankinden daha fazla bugünlerde ihtiyacımız vardır. Neden biliyor musunuz?
Etrafımız kendinden umutlarını kesmiş binlerce gencimiz ile;
Umut kıran anne ve babalar ile,
Umutları söndüren evlat ve çocuklar ile,
Umutları yok eden hoca ve kurumlar ile,
Umutları bitiren öğrenci ve talebeler ile,
Umutları zedelenen milletler ve halklar ile doludur.
İster fert bazında ister aile bazında ister kurum bazında, ister millet ve devlet bazında olsun; her tarafı inanılmaz bir şekilde bir umutsuzluk kaplamıştır.
Gerçekten umut katliamı yaşanan bir dünyada yaşamak zorunda kalmışız…
Hz. Ya’kûb (as) ve Umut
Böyle bir zamanda bir peygamber kıssası önümüze çıkıyor, diyor ki: “Ben bir umut muallimiyim, gelin size umut adına bir ders vereyim!”
Bu bir kurgu veya hayal değil, Kur’ân’a giren bir kıssadır.
Hz. Ya’kûb’un umut dersi nasıl bir derstir?
İkiz kardeşi Ays (Tevrat’taki ismi ile Esav) ile yaşadığı imtihanlar…
Azgın bir muhatap kitlesi ile yaşadığı imtihanlar…
Bir peygamber olarak yaşadığı ağır ağır imtihanlar…
Hanımları ile yaşadığı imtihanlar…
Çocukları ile yaşadığı imtihanlar…
Anne ve babalar bilirler, onları en fazla yoran nedir? Çocukların birbirleri ile geçimsizlikleri, kavgaları, birbirlerine karşı haset ve tahammülsüzlükleridir.
Bunların hepsini en üst düzeyde Hz. Ya’kûb (as) yaşadı…
Çok sevdiği ve ilâhî bazı iltifatları üzerinde gördüğü Yûsuf ile alakalı yaşadığı imtihanlar…
Yûsuf’un ayrıldığından sonra Bünyâmin’in ayrılığı ve ikisinin oluşturduğu imtihanlar…
Ve daha neler, neler…
Tüm bu imtihanlara rağmen, Hz. Ya’kûb yüreğinde sarsılmaz bir umut taşıdı. Bir gün olsun ne kardeşinden ne kavminden ne yanındaki vefasız dostlarından ne hanımlarından ne çocuklarından ne Yûsuf’undan ne Bünyamin’inden umudunu kesti…
Hatırlanacağı üzere çocukları, Hz. Yûsuf’un kanlı gömleğini getiriyorlar, “Ey babamız! Yûsuf’u kurtlar yedi. İşte bu da delili, onun kanlı gömleği!” diyorlar…
Düşünelim; 11 çocuğu aynı şeyi söylüyor… Yûsuf ortada yok, kanlı gömlek delil olarak karşısında… Ama buna rağmen dilinden dökülen ne oluyor?
فَصَبْرٌ جَم۪يلٌ وَاللّٰهُ الْمُسْتَعَانُ عَلٰى مَا تَصِفُونَ
“Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Bu anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.” [Yûsuf 12/18].
Umut olmazsa bu söylenecek bir söz müdür Allah aşkına?
Aradan yıllar geçiyor, bu defa küçük oğlu Bünyâmin, Mısır’da alıkonuyor. Kardeşleri gelip yine babalarına durumu anlattıklarında, babaları ne diyor?
فَصَبْرٌ جَم۪يلٌ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَن۪ي بِهِمْ جَم۪يعًا اِنَّهُ هُوَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
“…Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ dedi.” [Yûsuf 12/83].
Dikkat edelim; Yûsuf gitmiş, ardından Bünyâmin de gitmiş, ama baba Ya’kûb (as) ikisinin döneceğine ve diğer evlatlarının da iyileşeceğine dair dağlar kadar bir umut taşıyor.
Çünkü umut iyileştiriyor, umut yüreklere derman oluyor.
Aslında Hz. Yûsuf, Hz. Ya’kûb’un hem umudu hem duasıdır. Hem de kabul olmuş bir duasıdır.
Umut Karşısında Üç Sınıf
Etrafımızda umuda yaklaşımları noktasında insanlara baktığımızda üç sınıf görürüz. Bunlar:
Umut Katilleri
Umut Tacirleri
Umut Kâşifleri
Bunları kısaca da olsa biraz açıklayalım.
Umut Katilleri: Bunlar, terminatör gibi işleri güçleri başkalarının umutlarını yok edenlerdir. Yanlarına gitseniz ya da yanınıza gelseler, moral bozmaktan başka bir işe yaramazlar. İçinize umuda dair ne varsa hepsini katlederler ve sizi hâlden hâle düşürürler.
Umut Tacirleri: Bu tiplerde insanlar çoktur. Bunlar, umutları tüketenlerdir. Hassasiyetiniz ne ise bunları kullanan; bazen din, iman, vatan, bayrak adına bazen ise ilim, irfan, hikmet adına, bazen de dostluk ve arkadaşlık adına sizin umutlarınızı satın alınacak bir eşya gibi görüp, satan ve alan tüccarlardır…
Umut Kâşifleri: İnsan umutla doğar, sonra bazı durumlar, içinde beslediği umudu zedeler, zayıflatır ya da öldürür… Ama eğer insanın kendisi bir umut kaşifi olursa yada iyi bir kâşife denk gelirse içindeki o umudu yeniden yeşertir. En olumsuz zamanlarda ve zeminlerde umut olur, umut aşılar, umutla ayağa kaldırır.
Allah (cc) bizi böylelerinden kılsın ve bizi böylelerine denk getirsin.
Bir Umut Kâşifi
Said Nursî (rh) (1878-1960), 31 Mart Olayı’nda, Divan-ı Harp’te yargılanıp beraat ettikten sonra Van’a gitmek için Batum üzerinden Tiflis’e de uğrar. Bu tarih 1910 yılının Mart ayına rastlamaktadır. Burada gitmiş olduğu Şeyh Sanan tepesinde bir Rus polisiyle bir muhavere yaşar. Said Nursî, Eski Said döneminde kaleme aldığı Sünûhat adlı risalesinde “Bir Hikâye” adı altında bu olaydan bahsetmiştir. Tarihçe-i Hayat’ın hazırlanması sırasında bu olaya talebeleri tarafından yer verilmiş, böylelikle bu hadise Tarihçe-i Hayat adlı esere de girmiştir. Bu olay Said Nursî’nin kendi ağzından söyle dile getirilmektedir:
“Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh Sanan tepesine çıktım, dikkatle temâşâ ediyordum. Bir Rus yanıma geldi.”
Dedi: ‘Niye böyle dikkat ediyorsun?’
Dedim: ‘Medresemin plânını yapıyorum.’
Dedi: ‘Nerelisin?’
‘Bitlisliyim’ dedim.
Dedi: ‘Bu Tiflis’tir.’
Dedim: ‘Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.’
Dedi: ‘Ne demek?’
Dedim: ‘Asya’da, âlem-i İslâm da üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.’
Dedi: ‘Heyhat! Şaşarım senin ümidine.’
Dedim: ‘Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.’
Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş.”
Umut Kâşifi konuşuyor, “bu ümmet bir daha toparlanamaz!” diyenlere inatla konuşuyor ve diyor ki: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…
Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”
İnşallah bu olacak…
İnşallah İslâm coğrafyalarının dört bir tarafında çiçekler açacak…
“Bir çiçekle bahar olmaz ama her bahar bir çiçekle başlar!”
Bütün mesele umutla yaşamak ve umutla yaşatmaktır.