Menü
Necdet Subaşı
Necdet Subaşı
Dilsel Yozlaşma
Mayıs 3, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

İnsanlık tarihinin belki de en muhteşem kazanımlarından biri olan dil, düşüncenin taşıyıcısı, kültürün aktarıcısı ve toplumsal hafızanın koruyucusu olarak varoluşumuzun merkezinde yer alır. Dil yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir düşünme biçimi, kimlik taşıyıcısı ve kültürel miras olarak da referans dünyamızı temellendirir.

Kabul etmek gerekir ki günümüzde artık değişen toplumsal dinamikler, politik atmosfer, teknolojik gelişmeler ve küreselleşmenin etkisiyle, dilin yapısal ve anlamsal bütünlüğü büyük bir tehdit altına girmiştir. Toplumun kimliğini ve düşünce dünyasını en derinden etkileyen unsur kuşkusuz dildir; dilini kaybeden bir milletin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Bu durum, özellikle Türkiye’de, geçmişten günümüze dil üzerinde süregelen tartışmaların giderek daha belirgin hâle gelmesine neden olmuştur.

Dilin doğal seyrinden saparak özgün yapısının, anlam derinliğinin ve ifade zenginliğinin aşınmaya uğraması olarak tanımlanabilecek dilsel yozlaşma, bir toplumun düşünce biçimlerini, kültürel kodlarını ve epistemolojik temellerini derinden sarsan varoluşsal bir krizdir. Yabancı sözcüklerin kontrolsüz akını, kavramların içinin boşaltılması, dilin yapısal özelliklerinin bozulması ve söz varlığının fakirleşmesi şeklinde tezahür eden bu süreç, aslında düşüncenin de yozlaşması anlamına gelir. Çünkü kolayca tahmin edileceği gibi dil imkânlarımızın daralması, düşünme kapasitemizi ve gerçekliği kavrayış biçimimizi de kaçınılmaz olarak daraltır. Ferdinand de Saussure’ün de vurguladığı gibi (Saussure, 2014), düşünce yapımız dilimizin imkânları dâhilinde gelişir; sözcüklerin yokluğunda düşüncenin de şekillenme imkânı bulamayacağı gerçeği, dilin yozlaşmasının aslında düşüncenin de yozlaşması anlamına geldiğini ortaya koyar.

Aslında dilsel yozlaşma yeni bir durum değildir. Daha Antik Yunan’dan beridir dilin bozulması ve değişimi üzerine pek çok tartışma gündeme getirilmiş ve bir çıkış yolu aranmıştır. Örneğin Platon, dilin değişken yapısını ve sözcüklerin anlamlarının nasıl kaybolabileceğini/kaybolduğunu sorgulamış, dilin mutlak bir doğruluk taşıması ve hakikat arayışının bir parçası olması gerektiğini savunmuştur (Platon, 2018). Hatta o, dilin gereğinden fazla esne(til)mesinin ve keyfî kullanımının zamanla insanları hakikatten uzaklaştıracağına da işaret etmiştir. Buna karşılık Aristoteles de dilin doğasının her şeyden önce toplumsal bir mutabakat sonucu şekillendiğini dolayısıyla da değişimin kaçınılmaz olduğunu ileri sürmüştür (Aristoteles, 2019). Bu bağlamda dilsel yozlaşma birinde tedirgin edici sonuçlara gönderme yapan bir bozulma süreci olarak tanımlanırken diğerinde de aksine bütün bu gelişmeler beklenen ve olması gereken bir durum olarak soğukkanlılıkla karşılanır.

Aslında dilsel yozlaşma, dün de bugün de hep aynı gelişmelerin bir sonucu olarak gündeme gelmektedir. Nihayetinde bu durum her şeyden önce kültürel, teknolojik ve sosyal değişim süreçleriyle ilişkili bir durumdur. Küreselleşmenin etkisiyle yabancı dil ve kültürlerden alınan kelime ve kavramlar, yerel dilde birtakım anlam kaymalarının ortaya çıkmasına yol almaktadır. Ayrıca medya ve özellikle dijital platformların yaygınlaşması da dilin kurallarını ve olağan akışını ihmal eden yeni bir iletişim biçimini teşvik etmektedir. Ne var ki modern diskur da bütün bu etkileşimleri normalleştirmekte hatta bununla da kalmayıp bir de makulleştirmektedir.

Eğitim sisteminin çoklukla kendi haline terk edilmiş zayıflamış yapısı ve okullarda dil bilincinin kazandırılmasına yönelik çabaların gevşekliği bu sürecin başta gelen besleyici kaynaklarını oluşturmaktadır. Ayrıca eğitim politikalarına damgasını vuran sendelemeler de bu bağlamda dilsel yozlaşmanın güç kazanmasını pekiştirici bir işlev görmektedir. Bu bağlamların harekete geçirdiği kargaşa, hız ve tüketim arayışı, kelimelerin yanlış kullanılmasına yol açmakta, böylece dil kimlik taşıyıcı özelliğini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Türkçenin tarihsel serüvenine odaklanıldığında, çeşitli dönüşüm ve kırılma noktalarının varlığını görmemek imkânsızdır. Türkçenin tarih içindeki yolculuğu, farklı kültür ve medeniyetlerle etkileşim halinde şekillenmiş ve bu etkileşimler dilin gelişimini hem zenginleştiren hem de zaman zaman karmaşık bir hâle getiren yeni fiili durumlara yol açmıştır. Özellikle Osmanlı döneminde, Arapça ve Farsçanın etkisiyle oluşturulan üst dil, halk arasında kullanılan gündelik dilden önemli ölçüde ayrışmış hatta kopmuştur. Bu durum, zamanla dilin sadece bir iletişim aracı olmasının ötesinde, bir statü göstergesi ve sınıfsal ayrım unsuru olarak kullanılmasına yol açmıştır. Cumhuriyet dönemindeki dil reformları, bu ayrımı ortadan kaldırmaya yönelik radikal adımlar atmış olsa da dilin doğasının yapay müdahalelerle nasıl şekillendirileceği konusunda yeni birtakım tartışmalara da neden olmuştur. Tarihsel açıdan bakıldığında Göktürk yazıtlarından günümüze kadar geçen süreçte dilimiz, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisi altında kalmış, Osmanlı döneminde saray dili ile halk dili arasındaki makas bir hayli açılmıştır. Aslında burada söz konusu olan dilin kardeş müslüman toplulukların ortak hafızasıyla bütünleşerek müslümanlaşmasıdır. Ümmet coğrafyasının terkibi ve tahkiminde Arapça Farsça ve Osmanlıca önemli birer fonksiyon üstlenmiştir. Elit bir dil kümesi olarak bu üç dil, toplumsalın derin kıvrımlarından bağımsız bir şekilde varlığını ikame ettirmekte zorlanmamıştır.

Aslında dil, yalnızca bireysel iletişimi değil, toplumsal yapıyı da şekillendiren temel bir unsur olarak görülmelidir. Nitekim tarih boyunca hemen her bir medeniyet, uygun olduğu vasatta kendi dilini oluştururken aynı zamanda onun bozulması veya dönüşümüyle de mücadele etmek zorunda kalmıştır. 19. ve 20. yüzyıldaki ulus-devlet inşası süreçleri, dillerin siyasi araçlar olarak görülmesine neden olmuş, bu doğrultuda dil üzerinde gerçekleştirilen müdahaleler çoğunlukla ideolojik amaçlar doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Ne var ki bu tür bilinçli müdahalelerin yanı sıra, kontrol edilemeyen ve farkında olmadan meydana gelen dil değişimleri de vardır. Bu değişimler, özellikle küreselleşme, medya ve teknoloji ekseninde hız kazanarak dilin doğasını esaslı bir şekilde dönüştürmüştür.

Cumhuriyet dönemiyle birlikte ise dil, büyük bir sadeleşme ve özleştirme hareketine tabi tutulmuştur. Tanzimat’tan Servet-i Fünun’a, Milli Edebiyat’tan Cumhuriyet sonrası radikal dil devrimine (+alfabe) kadarki hemen her dönem, aslında dilin nasıl şekilleneceği konusunda hiçbir şekilde dilden düşmeyen bir gerilimli mücadele alanı oluşmuştur. Ancak bu sadeleşme sürecinin, yer yer zorlama ve aşırılıklarla iç içe geçen akışkan yapısı kimi zaman beklenmedik düzeyde işleyen derin anlam kayıplarını da beraberinde getirmiştir.

Esasen 19. ve 20. yüzyıl düşünürleri de dilde yaşanan bu çok kapsamlı dönüşümlerin toplumsal ve politik sonuçlarına özellikle vurgu yapmışlardır. Örneğin distopik edebiyatın önde gelen isimlerinden biri olan George Orwell da dilin bilinç manipülasyonu için nasıl da bir araç haline getirilebileceğini vurgulamakta ve “yeni söylem” (Newspeak) adı altında oluşturulan yapay dilin mevcut düşünme biçimlerini sınırladığını vurgulamıştı (Orwell, 2021). Orwell’ın tasavvur ettiği kavram, iktidarların düşünce kontrolünü dil üzerinden nasıl sağladığını göstermektedir. Söz(cük) dağarcığı azaltılmış bir toplumun muhalefet etme, eleştirel düşünme ve alternatif fikirler geliştirme kapasitesi de böylece elinden alınmış olacaktı.

Günümüz dünyasında dilsel yozlaşma, özellikle küreselleşme ve dijitalleşmenin etkisiyle hız kazanmıştır. Dijital çağın getirdiği hız ve enformasyon bombardımanı, dilimizin derinliğine ve zenginliğine belki de tarihte görülmemiş bir şiddette darbe vurmuştur. Özellikle sosyal medya ve internetin etkisiyle, dilin kullanım biçimleri köklü bir değişime uğramıştır. Dijital düzeyde kullanıma giren iletişim platformları, kısa, hızlı ve yüzeysel ifadeleri teşvik ederek, derinlemesine düşünmeyi gerektiren dil yapılarını geri plana itmektedir. YouTube, TikTok ve Twitter gibi sosyal mecralarda hâkim olan kısa içerik kültürü, uzun ve detaylı anlatımlar yerine, çarpıcı ve anlık mesajlara dayalı yeni bir iletişim formunu öne çıkarmaktadır. Sosyal medya platformlarının sınırlı karakter sayısı, hızlı tüketim alışkanlıkları ve dikkat ekonomisinin dayattığı kısalık zorunluluğu, ifade biçimlerimizi derinden etkilemektedir. Örneğin sözgelimi Twitter’ın 280 karakterlik sınırı içinde düşüncenin tüm nüanslarını ve kompleksliğini aktarmak imkânsızdır.

Bunun sonucunda, kelime hazineleri giderek daralmakta, dilin ifade gücü hızla zayıflamakta ve hatta belli kelimeler ciddi anlam kaymalarına uğramaktadır. Dikkatli bir gözlem bu sürecin, yalnızca bireysel değil toplumsal düzeyde de mevcut düşünme biçimlerini dönüştürdüğünü, böylece dilin derinlikli bir yapı olmaktan çıkıp, hızla tüketilen bir araca dönüştüğüne tanıklık etmektedir.

İngilizcenin küresel bir dil haline gelmesiyle birlikte, pek çok dilde yabancı kelime kullanımı yaygınlaşmış, özellikle teknoloji ve iş dünyasında yerli kavramların yerine yabancı kelimeler tercih edilir olmuştur. Öyle ki artık “Meeting”ler, “workshop”lar, “brief”ler, “deadline”lar, “update”ler günlük iş yaşamının olağan sözcükleri haline gelmiştir. Neredeyse tüm teknolojik yenilikler orijinal İngilizce adlarıyla benimsenmekte, Türkçe karşılıklar geliştirilmemekte hatta bunlara önem de verilmemektedir. Bu durum, dilimizin üretkenliğini ve yaratıcılığını zayıflatmakla kalmamakta ayrıca yeni kavramları kendi iç dinamikleriyle karşılama yeteneğini de olabildiğince köreltmektedir.

Dilsel yozlaşmanın belki de en temel bileşenlerinden biri, içerik kaybıdır. Kelimelerin yüzeysel anlamlara indirgenmesi, kavramsal derinliğin erozyona uğramasına yol açmaktadır. Modern dijital kültürün getirdiği hız ve tüketim odaklı yaklaşım, dili derinlemesine düşünmekten alıkoyarak basit, sığ ve bağlamsız bir anlatım biçiminin hâkim olmasına sebep olmaktadır. Bu mecralarda yaygınlaşan kısaltmalar, emojiler ve imgeler, giderek sözcüklerin yerini almaya başlamış, bu çerçevede derin düşünceyi gerektiren kavramsal tartışmalar yerini sloganik ifadelere ve aforizmalara bırakmıştır. Ortalama bir sosyal medya kullanıcısının günlük iletişiminde kullandığı aktif kelime sayısı, bir asır öncesinin okuryazar insanına göre dramatik biçimde azalmıştır.

Türkçe’nin yaşadığı dilde yozlaşma sorunu, aslında küreselleşme çağında başka diğer pek çok dil için de ortak bir mücadele haline gelmiştir. Dil sadece bizim değil bütün toplumların derdidir desek, hiç de abartmış sayılmayız. Örneğin Fransa, İngilizce karşısında kültürel ve dilsel bağımsızlığını korumak için “Académie Française” aracılığıyla kurumsal bir direniş göstermekte, yabancı terimlere Fransızca karşılıklar üreterek bunların kullanımını yasal düzenlemelerle teşvik etmektedir. Japonya ise teknolojik gelişmelere paralel olarak kendi yazı sistemini korurken, yabancı kavramlara Japonca ses uyumu içinde yeni kelimeler (gairaigo) türeterek pratik bir çözüm bulmaya çalışmaktadır. Aynı şekilde İzlanda’nın dilsel saflığı korumadaki ısrarını da bu vesileyle hatırlamak gerekir. Yanı sıra İspanyolca, Latin Amerika özelinde farklı coğrafi, tarihi ve kültürel etkilerle çeşitlenerek bölgesel lehçelere ayrılmış durumdadır. Bununla birlikte, Kraliyet İspanyol Akademisi ve Latin Amerika’daki yerleşik dil kurumları, ortak bir dil normu oluşturmak için gramer ve kelime kullanımlarını standartlaştırmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz bu farklı arayış ve deneyimler, Türkçe için de ilham kaynağı olabilecek, dilsel yozlaşmaya karşı başarılı direnç modellerini temsil etmektedir.

Özellikle genç kuşakların dil kullanımı, eski nesillere kıyasla daha kopuk, sınırlı ve sığ bir yapı arz etmektedir. Bu durum yalnızca gündelik yaşamda değil, akademik ve entelektüel dünyada da göze çarpan bir hâle geliş durumdadır. Akademik yazımın giderek karmaşık ve erişilmez bir forma bürünmesi, bilimsel bilginin toplumla buluşmasını zorlaştırmakta ve entelektüel üretimin dar bir çevre içinde hapsolmasına yol açmaktadır. Akademik camiada yaygınlaşan gereksiz kavramsal ağırlık ve aşırı teknik terminoloji, bilim insanları arasındaki iletişimi bile zorlaştıran bir unsur haline gelmiştir. Bu nedenle, dilin sadece günlük iletişim açısından değil, bilimsel ve entelektüel üretkenlik açısından da bir kriz içinde olduğunu söylemek mümkündür. İnsanlar artık uzun ve katmanlı cümleler kurmaktan kaçınmakta, bunun yerine daha yüzeysel ve çabuk tüketilebilir söylemlerle yetinmektedir. Bu da dilin, bir düşünme aracı olmaktan ziyade anlık tepkilerin aracı haline gelmesine yol açmaktadır.

Ne yazık ki akademik dil de bu yozlaşmadan nasibini fazlasıyla almıştır. Dilsel yozlaşma yalnızca gündelik hayatta değil, akademik ve entelektüel dünyada da derinleşmektedir. Disiplinler arası sınırların belirsizleştiği, her alanın kendi dilini ve jargonunu geliştirdiği günümüzde, akademik dil de giderek daha anlaşılmaz ve içi boş kavramlarla dolmaktadır. Post-modernliğin getirdiği anlam kaymaları ve kavramsal muğlaklıklar, ilkesel yorum arayışlarını gölgelemiş, “interdisipliner sinerjik paradigma”, “diskursif hegemonya”, “post-yapısalcı ontolojik kırılma” gibi ifadeler, içeriği olmayan yeni bir gösterişe dönüşmüştür.

Türkiye’de özellikle akademik dünyada yaşanan yozlaşma, bilginin toplum tarafından erişilebilir olmasını olabildiğince zorlaştırmaya başlamıştır. “Jargonlaşma” olarak da adlandırılan bu süreç, akademik dilin anlaşılırlığını azaltmakta, akademisyenler arasında bile iletişim sorunlarına yol açmaktadır. Pierre Bourdieu’nün “kültürel sermaye” kavramından mülhem olarak söylemek gerekirse (Bourdieu, 2021) bu tür dil kullanımları akademik alanda bir tür ayrıcalık ve otorite kurma aracına dönüşmeye başlamıştır. Oysa gerçek bilimsel düşünce, en karmaşık fikirleri bile sade ve anlaşılır bir dille açıklayabilme becerisini gerektirir.

Bu kavram kargaşası, düşünce dünyamız ile dilimiz arasındaki ilişkiyi daha dikkatli bir şekilde incelememizi gerektirmektedir. Düşünce ile dil arasındaki bu karmaşık bağlantıyı en iyi açıklayan düşünürlerden biri olan Ludwig Wittgenstein’ın “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” sözü (Wittgenstein, 2013: 135), dilin düşünce ile doğrudan bağlantısını açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, dil yalnızca bireysel düşünceyi değil, aynı zamanda kamusal alanı ve toplumsal ilişkileri de şekillendirmektedir. Bir toplumun ortak dili, bireyler arasında anlamın müzakere edilmesini ve buradan hareketle de kolektif bir kimlik oluşturulmasını mümkün kılar. Ancak dil, her zaman yalnızca doğal bir iletişim aracı olarak varlık göstermez; bazen siyasi ve ideolojik hedefler doğrultusunda da belli bir duyarlılıkla dönüştürülür ve yine belirli grup ve kesimlerin çıkarları doğrultusunda da yönlendirilir.

Politik söylem, sık sık dilin yönlendirilme biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkar ve bu süreçte dil, sadece bir iletişim aracı olmaktan çıkıp güç mücadelelerinin sahnesine dönüşür. Dilin sınırları daraltıldığında, bireylerin düşünme kapasitesi de sınırlanacaktır. Günümüzde dilin yüzeyselleşmesinin bir sonucu olarak entelektüel düzey de fark edilir bir şekilde düşmekte ve toplumun normal analiz yeteneği adım adım zayıflamaktadır.

Politik söylemin dilsel yozlaşmaya katkısı göz ardı edilemeyecek boyuttadır. Kutuplaşmış siyasi iklimde kelimeler silah gibi kullanılmakta, kavramlar içeriğinden boşaltılmakta ve propaganda aracına dönüştürülmektedir. “Demokrasi”, “özgürlük”, “laiklik” ve “hukuk devleti” gibi kavramlar hemen her siyasi görüş tarafından kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlanmakta, anlamları bulanıklaşmaktadır. Bu durum, dilin politik arenada sıkça manipüle edilen bir araç haline gelmesine neden olmaktadır.

Böylece farklı ideolojik gruplar, kendi söylemlerini oluştururken verili dili de yeniden şekillendirmekte ve belirli kelimeleri ötekileştirme aracı olarak kullanmaktadır. Politik dilde görülen bu sertleşme, toplumsal kutuplaşmayı artırmakta, bu da ortak bir iletişim zemininin kaybolmasına neden olmaktadır. Her politik fraksiyonun bile isteye kendi dilini yaratmaya çalışması, dilin ortak bir değer olmaktan çıkıp parçalı bir yapıya bürünmesine neden olmaktadır.

Medya kuruluşları da dilin yozlaşmasına katkı sunmaktadır. Sansasyonel başlıklar, çarpıtılmış ifadeler ve gerçeklik dünyasından uzak seçimler, toplumsal bilinci manipüle etmeye yönelik bir dil oluşturmaktadır. Bu da dilin iletişim aracı olmaktan çıkıp ideolojik savaşın bir cephesi haline dönüştüğüne işaret etmektedir.

Totalitarizm analizlerinde vurgulandığı gibi (Arendt, 2014: 80, 147, 157), ortak gerçeklik algısının yitirilmesi ve dilin manipülasyonu, totaliter eğilimlerin ilk belirtileri arasında yer almaktadır. Bu noktada, dilin yalnızca bireysel iletişimi değil, aynı zamanda kamusal alanı ve demokratik müzakere süreçlerini şekillendirdiğini de görmek gerekir.

Halbuki dil, sağlıklı bir toplumsal yapı için vazgeçilmez bir unsur olup, yozlaşması halinde bireyler arasındaki anlam dünyalarının da giderek daha parçalı hâle gelmesine neden olur. Bu da bireylerin ortak bir dil üzerinden uzlaşmasını ve ortak değerler inşa etmesini zorlaştırır. Tam da bu nedenle, dilin yozlaşmasına karşı kararlı bir duruş sergilemek aynı zamanda bireysel ve toplumsal bir sorumluluk olarak görülebilir. Ortak bir anlam dünyasının yokluğunda, toplumsal müzakere ve tartışmalı süreçler de işlevsizleşir. Dil, bir bütün olarak korunmadığında, toplumda ortak bir anlam dünyasının inşası da imkânsız hâle gelir. Bu da sonuçta bireyler arasında iletişimi zorlaştıran bir faktör olarak karşımıza çıkar.

Sonuçta, dilsel yozlaşmaya karşı sıkı bir direniş, öncelikle dilin doğasını ve fonksiyonlarını bilmek ve anlamakla başlar. Dil sadece iletişim aracı değil, düşüncenin, bilincin ve kültürel kimliğin taşıyıcısıdır. “Evrensel dil grameri” teorisinde de belirtildiği gibi (Chomsky, 2019: 77-82), dil insanın doğuştan getirdiği en temel yetilerden biridir ve insan zihni dil yapıları üzerinden gelişir. Dolayısıyla dilsel yozlaşmaya karşı duruş, aynı zamanda düşünsel ve kültürel bir direniştir.

Dil, bir milletin hafızasıdır ve bu hafıza yok olursa, o milletin kimliği de büyük ölçüde erozyona uğrar. “Dil, varlığın evidir” ifadesi (Heidegger, 2013: 5, 25), yabancı sözcüklerin istilası altındaki bir dilin, kendine ait düşünce dünyasını ve varlık algısını koruyamayacağını hatırlatır.

Dilsel yozlaşma, yalnızca bir akademik mesele ya da dilbilimsel bir kaygı olarak ele alınmamalıdır. Bu, bireyin düşünme biçimini, toplumun ortak hafızasını ve kültürel devamlılığı doğrudan etkileyen bir süreçtir. Eğer bu süreç esaslı bir şekilde yönetilmezse, sadece kelime dağarcığımızı değil, aynı zamanda geçmişle kurduğumuz bağı, düşünme yetimizi ve kültürel kimliğimizi de kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırız. Günümüzde dilin geleceğini belirleyen en büyük faktörlerden biri, bireysel ve toplumsal farkındalığın seviyesidir. Bu farkındalık sağlanmadıkça, dilin yozlaşması sadece bir olasılık değil, kaçınılmaz bir gerçeklik haline gelecektir. Dilsel yozlaşmayı önlemek, sadece dilbilimcilerin değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak sorumluluğudur.

Dilin yozlaşması yalnızca kelime dağarcığının fakirleşmesi değil, aynı zamanda düşünme biçimlerinin sığlaşması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, dilin korunması ve geliştirilmesi, bireylerden başlayarak toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren bir mesele olarak ele alınmalıdır. Aksi takdirde, iletişimimizi ve düşünce dünyamızı derinleştirmek yerine, giderek daha sığ ve tepkisel bir yapıya mahkûm oluruz.

Italo Calvino’nun edebiyatın geleceği üzerine düşüncelerinde vurguladığı “hafiflik içinde derinlik” ideali (Calvino, 1994: 24, 29), dilimizin geleceği için de ilham verici olabilir: Çağımızın hızlı ve yüzeysel iletişim biçimlerinin içinde dahi, düşünsel derinliği ve dilsel zenginliği koruyabiliriz. Bu hem bireysel bir sorumluluk hem de toplumsal bir zorunluluktur; zira dilimizin kaderi, düşünce dünyamızın ve kültürel kimliğimizin de kaderidir.

Nihayetinde dil, toplumsal bir varlık ve canlı bir organizmadır; sürekli değişir, dönüşür ve yenilenir. Önemli olan bu değişimin bilinçsiz bir yozlaşma yerine, kendi iç dinamikleri ve zenginlikleri doğrultusunda gelişmesidir. Dilimizin tarihsel derinliğini ve çağdaş ihtiyaçlarını dengeli bir şekilde gözeten yaklaşımlar, gelecek nesillere zengin bir dilsel miras bırakmamızı sağlayacaktır.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
Ait Olmadığımız Dünyalarda Çürümek...
Şule Beşinci
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
RÖPÖRTAJLAR
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Abdülaziz Tantik
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x