Bazı kavramlar ve bazı isimler her birimizin zihninde başka başka bütünleşirler, bir olurlar. Misal benim zihnimde çorba sıcak olmalıdır, çiçek kokulu, dua samimi olmalıdır, anne şefkatle sarılan, kitap öğretmen, dost ise saliha olmalıdır.
Bunca şeyi birbirine yakıştırmışken oturduğum mekânda çorbanın sıcak gelmemesi, çiçeklerin kokmaması, annelerin “temas sevmiyorum” gibi cümleler kurması ve dostların saliha olmaması incitiyor beni. Lakin biliyorum bu benim hatam. Zira yıllar önce okuduğum bir tanımı görmezden gelerek belki de dost olamayacak olanın adına dost dedim ve otomatik olarak yanına sıfatını yerleştirip saliha olan dostu bulduğumu zannettim halbuki o tanımda şöyle söylüyordu; “Fedakârlığa yanaşmayan, paylaşmayı bilmeyen, mahremiyete gereken özeni göstermeyen kimseler dost olamaz ve bulamazlar.” Belkide ilk iki maddenin tamam olması üçüncü maddeyi ehemmiyetsiz kıldı gözümde fakat söz konusu dostluksa bu üç maddenin üçü de hayati önem taşır aksi halde ince yerlerinizden incinebilirsiniz.
Biraz içinizi kararttıktan sonra affınıza sığınarak ve bir özür nişanesi olsun diye sizi hakiki bir dostluğun anılarına ışınlamak isterim. Öyle bir dostluk ki dostlardan birisi vefat ettikten sonra vefat edenin sevenleri bile sahip çıkmış geride kalan dosta buyurun: Hz. Hatice ve Hassâne el-müzeniyye (r.anha).
Hassâne el-Müzeniyye radıyallahu anha, Hz. Hatice annemizin yakın arkadaşıydı. Resûlullah Efendimiz (sas) tarafından ismi değiştirilip “tembel, uykucu, ağır davranan” mânâsına gelen “Cessame” yerine “çok güzel” mânâsına gelen “Hassâne” ismi ile anılmıştır. O, Mekkeli olup Kureyş kadınlarının hanımefendisi idi. Hz. Hatice (r.anha) annemiz ile samimi arkadaştı. Zaman zaman buluşur, bir araya gelir ve sohbet ederlerdi. Fırsat buldukça ziyaretleşirlerdi. Cahiliye dönemindeki bu arkadaşlıkları İslâm’dan sonra da devam etti. Hz. Hatice (r.anha) annemizin evliliğinden sonra Sevgili Peygamberimiz’in evine sık gelip gidenlerden olmuştu. İslâm güneşinin Mekke semâlarını aydınlattığı ilk günlerde kendisine iman dâveti ulaşınca hiç tereddüt etmedi. Zira o, en yakın arkadaşı bulunan Hz. Hatice (r.anha) annemizi çok sever ve ona çok güvenirdi. Öyle ya dost güvenilir olan olmalıydı. Bunu okuyunca içimden “gerçek dost sadece dünyanı değil ahiretini de kurtarandır.” diye geçirdim. Aklıma Ebû Bekir Efendimiz geldi oda tıpkı Hz. Hassâne gibi hakiki dostuna olan güveni sayesinde tereddütsüz şehadet getirmişti Allah’ın birliğine. Hz. Hassâne de Hatice annemizin asaleti, dürüstlüğü ve ahlâkına hayrandı. Onun girdiği yeni dinin gelmesini kendisi de beklemekteydi. O, putlara inanmanın ne kadar mânâsız bir şey olduğunu, onlara ibadet etmenin insana hiçbir şey kazandırmayacağını bilmekteydi. Zira putlar kendisine faydası olmayan ve üzerlerine gelen zararı önleyemeyen cansız varlıklardı. Onlardan medet beklemek ne kadar tuhaf bir şeydi. Ne kadar gülünç bir hareketti. Böylesine güzel düşüncelere sahip olan Hassâne el-Müzeniyye, arkadaşı Hz. Hatice’nin (r.anha) Müslüman olmasıyla ilgili teklifini tereddüt etmeden kabul edip İslâm’la şereflendi.
Resûlullah Efendimiz, Hz. Hatice (r.anha) annemizin vefatından sonra Hassâne (r.anha)’ya hürmet eder , onu sık sık ziyaret ederek hal ve hatırını sorardı. Bunu bir vefakârlık olarak kabul ederdi. Bu konu ile ilgili bir hatırayı İbn Ebi Müleyke, Hz. Âişe annemizden rivayetle şöyle nakleder:
Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:
“Bir gün yaşlı bir kadın geldi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ona;
“Nasılsın? Bizden sonra ne yaptın?” diye sordu.
O da: Anam babam sana feda olsun, iyiyim Yâ Rasûlallah! cevabını verdi.
Hassâne el-Müzeniyye (r.anha) hâne-i saadetten çıkıp gidince Hz. Âişe (r.anha) annemiz Rasûlullah Efendimiz’e: “Yâ Rasûlallah! Bu ne iltifat? İşini gücünü bırakıp bu yaşlı kadına vakit ayırıyorsun? dedi. Rasûlullah Efendimiz tebessüm ederek Hz. Âişe (r.anha) annemize şöyle buyurdu: “Yâ Âişe! O, bize Hatice zamanında gelip giderdi. Vefakârlık, güzel arkadaşlık imandandır” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 1/62)
Sevdiği kadının dostuna bile sahip çıkan Peygamberin daha kendi dostuna, kendi dostunun sırrına, sınırına sahip çıkamayan ümmeti olduk çıktık nihayetinde. Sühreverdi, dostluk bahsini, Kur’ân’ın emirleri arasında görür. Buna bağlı olarak da dostluğu bir amel kabul eder. Ona göre dostluğun şartları vardır ve o şartlardan birkaç tanesi şöyledir: Ayrılıktan şiddetle kaçmak ve birlikte olmaya ısrarla devam etmek. Dostun hatalarını görmezden gelmek, kusurlarını örtmek. Dost aleyhinde kalbe gelen vesveseleri kovmak için gayret sarf etmek. Elindekinin yarısını dostuna verip ondakinin yarısını istememek çıkarsız, ticaretsiz… Tıpkı Ebû Bekir Efendimiz’in dostluğu gibi mağarada dostuna zarar gelmesin diye yılan deliğini ayağının topuğuyla kapatacak kadar onun için acı çekmeyi göze alacak kadar dost olabilmek ne iyi olurdu. Ümidimizi yitirmedik böyle bir dostluk için hâlâ dua makamındayız. Zira bir Yâr-ı Gâr’ının (mağara dostu) olması bu geçici dünya hayatını çok daha yaşanabilir kılardı.