Menü
Yusuf Ziya Keskin
Yusuf Ziya Keskin
Hadislerde Toplumsal Çürüme
Mayıs 3, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Toplumsal çürüme; bir toplumda ahlâkî, ictimaî ve kültürel değerlerin bozulması, insanlar arasındaki ilişki ve değerlerin zayıflaması ile ortaya çıkan durum olarak tanımlanabilir. Bu sürecin önüne geçilmesinde din, kültür, örf ve âdetler gibi toplumsal değerler koruyucu rol üstlenir. Dinî ve ahlâkî değerlerin zayıfladığı, dinin insanlar üzerindeki etkisinin azaldığı ve otokontrol sisteminin işlemediği cemiyetlerde çözülme kaçınılmazdır.

Toplumda meydana gelen çürüme, bireysel düzeyde başlayarak zamanla yaygınlık kazanır ve toplumsal probleme dönüşür. Bireylerin yaşadığı ahlâkî çürüme tedavi edilmediği takdirde zaman içerisinde diğer insanları da etkisi altına alır ve toplumsal çöküş sürecini beraberinde getirir.

İnsanın birinci çevresi ailesi, ikinci çevresi ise toplumdur. Toplum büyük ve geniş bir aile gibi düşünülebilir. Bireyin eğitimi, yetişmesi, iyi veya kötü bir ferde dönüşmesi öncelikle ailede, daha sonra geniş aile olan toplum içerisinde gerçekleşir. Sorumluluk sahibi, ahlâklı ve toplumsal kurallara riayet eden bireylerden oluşan toplumlar, sağlıklı ve huzurlu bir yapı arz ederler.

Sosyal çürümenin temel nedenlerinden biri; aile, akrabalık, komşuluk gibi kurumların zayıflaması, buna karşılık bireyselleşmenin aşırı boyutlara ulaşması, kişisel menfaatlerin toplumsal çıkarların önüne geçmesi; dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma gibi değerlerin yerini rekabet, yalnızlık ve bencilliğe bırakmasıdır. Aynı zamanda sosyal adaletsizlik ve gelir dağılımındaki dengesizlik de toplumsal çürümenin önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Sosyal çürümenin önüne geçmek için eğitim sisteminde etik değerlerin önemi vurgulanmalı, aile yapısı güçlendirilmeli ve ekonomik adalet sağlanmalıdır. Ayrıca bireyler arası güveni artırmak için toplumda şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri de benimsenmelidir.

Tarih boyunca toplumların yükselmeleri ve çöküşleri, evrensel ilâhî yasalar çerçevesinde gerçekleşmiştir. İlâhî yasaları önemsemeyen, peygamberleri yalanlayıp isyan eden, Allah’ın emirlerine karşı gelen, insanlara zulmeden veya Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük eden toplumlar hem dünyada hem de ahirette Allah’ın azabına uğramışlardır. Bu toplumların dünyadaki azapları; medeniyet ve uygarlıktan geri kalmaları, ekonomik sorunlarla karşı karşıya gelmeleri, iç barış ve güveni kaybetmeleri veya toplumun genel bir felaketle tarih sahnesinden silinmesi şeklinde olabilmektedir.

Toplumsal çürümeye yol açan davranışlar ve bu davranışların sonuçları hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de hadislerde sıklıkla dile getirilmiştir.

Yüce Allah, Kur’ân’da “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.1 buyurarak insanların fiilleri sonucu yeryüzünün tabiî dengesinin bozulacağına işaret etmektedir. Bu fiziksel bozulmaya ek olarak sosyal hayatın da bozulması, insanın Allah’ın koyduğu yasaları göz ardı etmesinin ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalmasına yol açmaktadır. Günümüzde ortaya çıkan çevre kirliliği, iklim değişikliği, salgın hastalıklar ve doğal afetlerde yaşanan can kayıpları bu gerçeği gözler önüne sermektedir.

Hadislerde toplumsal çürümeye yol açan pek çok davranış ve tutum ele alınmıştır. Bu davranışlar, bireysel ve toplumsal düzeyde ortaya çıkan ahlâkî zaaflardır. Bu davranışlardan önemli gördüğümüz bazılarını ele alacağız.

Toplumsal çürümeye yol açan hususların başında adaletsizlik ve zulüm gelmektedir. Yüce Allah, Nisâ sûresi 4/58. âyette “Allah, insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” buyurarak adaleti emretmiş, kutsî bir hadiste de “Ben zulmü kendime ve kullarıma haram kıldım. O hâlde siz de birbirinize zulmetmeyin.” diyerek2 zulmün her türlüsünü yasaklamıştır.

Hukukun düzgün işlemediği, adaletin sağlanmadığı ve suçluların hak ettikleri cezayı almadığı toplumlarda endişe ve huzursuzluk baş gösterir, adalete olan güven sarsılır ve toplumsal çürüme başlar.

Hz. Peygamber (sas) insanlar arasında hüküm verirken herkese eşit davranır ve hüküm verme noktasında her zaman adalet ilkesini gözetirdi. Hiçbir zaman hükmü muhataba göre değiştirmez ve asla adam kayırmazdı. Hatta suçlunun affedilmesi için aracı olanlara karşı tepki gösterirdi.

Bu hususta Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle anlatır: Kureyş kabilesinden bir grup insan, hırsızlık yapan Fâtıma adındaki kadını affetmesi için aracı olduklarında Resûlullah (sas) ayağa kalkarak bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu: “Sizden önceki insanların helâk olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen (zengin) kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim!”3

Hukukun kişiye özel işletilmesi ve adaletin belirli kimselere ayrıcalık tanıyacak şekilde uygulanması, adaleti ortadan kaldıran ve toplumsal düzeni bozan bir tutumdur. Oysa İslam, hiçbir ayrım olmadan hukukun herkese eşit şekilde uygulanmasını istemiştir. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın hadlerini (kanunî cezaları, size) yakın olan ve uzak olan herkese uygulayın. Sakın hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah’ın hükmünü uygulama hususunda alıkoymasın!”4

Yargı ile ilgili işlerin yanında ister kamu alanında ister özel sektörde olsun, tüm görev ve sorumlulukların dağıtımında da hakkaniyetin gözetilmesi esastır. İşlerin düzgün yürütülebilmesi için her işin ehil kimselere verilmesi ve o kimselerin sorumluluk bilinciyle hareket ederek görevlerini layıkıyla yerine getirmesi gerekir. Zira her görev, o işi yapan kimseye tevdi edilmiş bir emanettir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçek şu şekilde dile getirilir: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi emreder.”5

Hz. Peygamber (sas), herhangi bir göreve birini atayacağı zaman liyakati gözetir ve o iş için en uygun kişiyi seçerdi. Yakını dahi olsa bu prensipten asla vazgeçmezdi. Görevlendirmelerde insanların sosyal statülerine bakmaz, kimseyi kayırmazdı. Saygın bir aileye mensup olsa bile ehil olmayan kimseye görev vermez, sıradan bir aileden gelse de görevi layık olan kişiye tevdi ederdi.

Liyakatin esas alınmamasını kıyametin habercisi olarak gören Allah Resûlü (sas), bir bedevînin kıyametin ne zaman kopacağını sorması üzerine, “Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekle!” buyurmuş, bedevînin “Emanetin zayi edilmesi nasıl olur yâ Resûlallah?” sorusuna ise “Yönetim, ehli olmayan kimseye verildiğinde kıyameti bekle.” demiştir.6

Ehil kimselere değil de yakınlık, dostluk, tanıdık olma, aynı dünya görüşünü paylaşma, aynı ırk, cemaat veya partiden olma gibi ölçütlere dayanarak bir kimseye görev vermek veya menfaat sağlamak, İslâm’ın adalet ve liyakat ilkelerine aykırıdır. İşler ehil olmayan kişilere verildiğinde hem işlerin gereği gibi yürütülmesi mümkün olmayacak hem de gerçek anlamda yetkin olan kişiler mağdur edilecektir. Bu durum ise toplumsal huzursuzluğa ve adaletin zedelenmesine yol açacaktır.

Daha ehil biri varken başkasını göreve getirenlerin Allah’a, Resûlü’ne ve bütün Müslümanlara ihanet etmiş olacağını bildiren7 Hz. Peygamber (sas), yöneticileri resmî görevlendirmelerde ehliyet ilkesine göre hareket etmeye çağırmış, kayırmak suretiyle bir kimseyi göreve getiren yöneticileri kınamıştır.8

Adalet ve hakkaniyet sağlanmadan toplumsal barışın temin edilmesi mümkün değildir. Adaletin tesis edilmediği toplumlarda ise düzensizlik ve karmaşa hâkim olur. Bunun sonucunda insanlar arasında güven duygusu zayıflar, hak ve adalet beklentisi ortadan kalkar ve toplumsal bozulma meydana gelir. Buna karşılık adalet ve eşitliğin sağlandığı toplumlarda ise toplumun fertleri arasında güven, kardeşlik ve fedakârlık duyguları güçlenir, toplumsal düzen ve istikrar sağlanır. Böyle bir toplumda her birey kendi kişisel gayreti oranında hak ettiği yere ulaşacağına ve bu oranda kazanç elde edeceğine güvendiği için iltimas gibi gayrimeşru yollara başvurma gereği duymaz. Ayrıca toplumun fertleri bireysel olarak adalet duygusunu kazandıklarından başkalarının haklarına tecavüz etmeyi kul hakkı olarak görürler ve böylesi bir haksızlığa başvurmazlar. Toplumsal huzur; adalet, eşitlik ve haklara saygıyla mümkün olurken, huzursuzluk ise zulüm, adam kayırma ve hakların çiğnenmesiyle ortaya çıkar.9

Toplumsal çürümeye yol açan davranışlardan biri de yalandır. Yalan, insanların birbirlerine karşı olan sevgi ve saygı duygularını sarsan, ahlâkî değerleri tahrip eden ve toplumda karşılıklı güven duygusunu ortadan kaldıran ciddi bir hastalıktır. Söz ve davranışlarında dosdoğru olup yalandan kaçınmak, Hz. Peygamber’in (sas) en önemli özelliklerinden biri olduğu gibi samimi müminlerin de en belirleyici vasfıdır.

Sevgili Peygamberimiz (sas) yalanı en büyük günahlardan saymış ve müminleri bu çirkin davranıştan şu hadisiyle sakındırmıştır. “Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Allah katında “yalancı/kezzâbolarak tescillenir.10 Söz ve davranışlarıyla ümmeti için “en güzel örnek” olan Allah Resûlü (sas), yanında birisi yalan söylediğinde o kişinin hemen tövbe edip günahından arınmasını temenni etmiş,11 güven duyulan bir Müslümanın Müslüman kardeşine yalan söylemesini ise ihanet olarak değerlendirmiştir.12

Samimi Müslüman; yalandan uzak duran, özü sözü bir olan, doğruluktan ayrılmayan kimsedir. Bu özelliklere sahip bir Müslüman dünyada ve âhirette razı olunan bir kul hâline gelecek ve ebedî mutluluğu yakalayacaktır. Nasıl ki yalan bütün kötülüklerin temeliyse, doğruluk ve dürüstlük de her türlü iyilik ve güzelliğin kaynağıdır. Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında “doğru/sıddîk” olarak tescillenir.”13

Dürüstlük ve doğru sözlü olmak, özellikle ticaret hayatında daha çok ihtiyaç duyulan bir ilkedir. Ticaretin bereketi doğruluktan, bereketsizliği ise yalandan kaynaklanır. Bu konuda Allah Resûlü (sas) şöyle buyurmuştur: “Eğer bir satıcı, doğru söyler ve gerekli açıklamalarda bulunursa, alışverişi bereketlendirilir. Eğer yalan söyler ve kusurları gizlerse, alışverişinin bereketi yok olur.”14

Hz. Peygamber (sas), müminleri alışveriş esnasında yalan yere yemin etmekten özellikle sakındırmış, Allah’ın kıyamet gününde, yalan yere yeminlerle malını satmaya çalışan kimselerin yüzüne bakmayacağını ve onlarla konuşmayacağını haber vermiştir.15

Bu konuda Allah Resûlü’nün (sas) pazarda karşılaştığı bir olay ibret vericidir. O, bir gün pazarda dolaşırken bir buğday yığını dikkatini çekti. Hububatı satan adamın yanına gelerek buğday yığınına elini daldırdı. Ancak buğdayın altı göründüğü gibi değil, ıslak idi. Satıcıya ıslaklığın sebebini sorduğunda, yağmurdan kaynaklandığı cevabını aldı. Bunun üzerine Peygamberimiz (sas), “Öyleyse insanların görmeleri için ıslak olan kısmı üste koyman gerekmez miydi?”16 diyerek ticaret ahlâkına dikkatleri çekti. Anlaşılan o ki satıcı kuru ve ıslak olan buğdayı ayırmadan satışa sunmak suretiyle insanları aldatmaktaydı. İnsanları aldatmak ise, Peygamberimiz’in (sas) sünnetinden ve yolundan uzaklaşmak demekti. O şöyle buyurdu: “Müslümanlar arasında aldatma olamaz! Bizi aldatan, bizden değildir!”17

Resûl-i Ekrem (sas), toplumda kardeşlik bağlarını zayıflatan ve güven duygusunu sarsan her türlü aldatma ihtimalini önlemek amacıyla alışveriş sırasında satıcı ve alıcının, satılan mal ve ona verilecek bedelle ilgili tüm detayları açıkça belirtmelerini şart koşmuş, hatta bunu alışverişin bereketi olarak görmüştür.18 Başka bir hadisinde ise bir Müslüman’ın, malında bir kusur bulunduğu takdirde bunu açıklamadan satmasının helal olmadığını söylemiştir.19

Böylece Resûlullah (sas), insanların başta gıda, giyim ve barınma gibi temel ihtiyaçları olmak üzere, hayatlarını sürdürebilmek için gerek duyduğu her şeyi alıp satarken dürüst ve samimi olmalarını temin edecek bir ortam oluşturmayı amaçlamıştır. Söz gelimi bazı kişilerin sağmal hayvanlarını satmak istediklerinde sütü bol görünmesi için birkaç gün sağmadan bekletmelerini “aldatma” olarak nitelemiş ve bu davranışın hiçbir Müslüman için helal olmadığını ifade etmiştir.20 Bu konuda bir uyarı da en çok hadis rivayet eden sahâbilerden olan Ebû Hüreyre’den (ra) gelmiştir. O, sattığı süte su karıştırarak insanları aldatan birini görünce ibretlik şu sözü söylemiştir: “Kıyamet gününde, ‘Suyu sütten ayır!’ denildiğinde ne yapacaksın?”21

Bir kimse başkalarını aldatsa da her şeyden haberdar olan Yüce Allah’ı aldatması mümkün değildir. Bu yüzden insanları ve dolayısıyla onların Rabbi olan Allah’ı kandırdığını düşünen kişi, gerçekte sadece kendini aldatmaktadır: “Onlar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.”22

Toplumsal bozulmaya sebebiyet veren bir diğer davranış da dünyevîleşmedir. Dünyevîleşme; dinî inanç, değer ve davranışları önemsemeyerek tamamen dünyaya yönelme, ölümü unutup dünyaya bağlanma, dünyaya kilitlenip âhireti ve hesap vereceğini hiç düşünmeme hâlidir.

Hiç kuşkusuz insanoğlunun doğasında dünyaya ve onun nimetlerine karşı sevgi ve ilgi vardır. Sevgili Peygamberimiz (sas) bu gerçeğe şu hadisiyle işaret etmiştir: “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncü bir vadi daha arzu eder. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doldurur. Allah tövbe eden kimsenin tövbesini kabul eder.”23

Her ümmetin bir imtihanı olduğunu, kendi ümmetinin imtihanının da mal ile olacağını bildiren24 Hz. Peygamber (sas), toplumsal helâke götüren mal yarışına girmekten ümmetini şu hadisiyle uyarmıştır: “Vallahi (bundan sonra) sizin için fakirlikten korkmam. Ancak ben sizden önceki ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi sizin önünüze de yayılıp onların o dünya (nimetleri) için yarıştıkları gibi sizin de yarışmanızdan ve bunun onları helâk ettiği gibi sizleri de helâk etmesinden korkarım.”25

Kişi dünyanın cazibesine kapılıp kendini unutmamalı, fani olan dünya için ahiretini ihmal etmemeli ve ölüm sonrası için hazırlık yapmalıdır. Zira Kur’ân’ın ifadesiyle azgınlık edip dünya hayatını tercih edenlerin varacağı yer cehennemdir.26

Allah Resûlü (sas), sahip olduğu maldan yoksullara, yetimlere ve yolda kalmış kimselere infakta bulunanlardan övgüyle bahsetmiş, malını haksız yollarla elde edenleri obur kimseye benzetmiş ve kıyamet gününde bu malın, sahibinin aleyhine şahitlik edeceğini hatırlatmıştır.27

Müslüman, Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlere kanaat edip şükretmeli, kul hakkına el uzatmamalı ve haram maldan uzak durmalıdır. Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Kim din kardeşinin haysiyetine veya herhangi bir şeyine (malına) yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak kendisine yüklenir.28

Yukarıda saydığımız toplumsal çözülmeye yol açan davranışların dışında aşağıda kısaca işaret edeceğimiz konular da toplumdaki çürümeyi gösteren hususlardır:

Haksız yere cana kıymak, kamu malına haksız bir şekilde el koymak, dini siyasete veya ticarete alet etmek, ibadetlerde veya yapılan hayır ve hasenatta gösterişe kaçmak, helal-haram hassasiyeti olmamak, kul hakkına riayet etmemek, işçilerin haklarını gasp etmek, kadınlar, çocuklar, hatta bebeklere fiziksel veya psikolojik şiddet uygulamak ya da cinsel istismarda bulunmak, hayvanlara eziyet etmek, komşuluk haklarına riayet etmemek, büyüklere saygı, küçüklere şefkat göstermemek, anlaşmalara aykırı davranmak, sözünden dönmek, insanlarla olan ilişkilerinde ikiyüzlü davranmak, ırkçılık yapmak, gıybet ve koğuculuk yapmak, iftira atmak, insanların gizli hallerini araştırıp yaymak, haset etmek, rüşvet almak, karaborsacılık yapmak, hırsızlık yapmak, yapılan iyiliklere karşı nankörlük etmek, iyiliği başa kakmak, Allah’ın lütfettiği nimetlerden istifade ederken israf etmek, hayasızlık ve iffetsizlik etmek, çeşitli cinsel sapkınlıklara dalmak, kumar ve alkol bağımlısı olmak… Tüm bu davranışlar, İslâm’ın yasakladığı gayr-ı İslâmî ve gayr-ı ahlâkî fiillerdir ve toplumun çözülmesine, ahlâkî ve manevî çöküşe sebebiyet verir.

Her insanın kalbi, yaptığı iyilik ve kötülüklerin etkisiyle şekillenir. Her kötülük kalpte bir kara nokta oluşturur. Eğer kişi yaptığı kötülüğü anlar, pişman olur ve tövbe ederse kalbindeki o nokta silinir. Ancak kişi, işlediği kötülüklere devam eder, pişmanlık duymaz ve tövbe etmezse kalpteki bu kara lekeler çoğalarak zamanla kalbi istila eder. Artık o kalbin sahibi boğazına kadar günah bataklığına batmış hem dünyasını hem de âhiretini karartmıştır. Bu durum sadece bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir. İşlenen bir kötülük uygun bir şekilde önlenirse toplumda meydana getireceği tahribat en az zararla atlatılmış olur. Aksi takdirde durgun suya atılan taşın meydana getirdiği dalgalanmalar gibi o kötülük aileden mahalleye, mahalleden beldeye, beldeden bölgeye ve nihayetinde tüm ülkeye yayılır ve masum olan olmayan, suçlu olan olmayan herkes zarar görür. Allah Resûlü (sas) bunu bir gemide yaşayan iki grup insana benzetir. Kura sonucu bu iki gruptan biri geminin alt katına, diğeri ise üst kata yerleştirilmiştir. Alt kattakiler su ihtiyaçlarını gidermek için üst kata çıkmak zorunda kaldıklarından geminin alt tarafına bir delik açmaya karar verirler. Böylece üst kattakileri rahatsız etmeden ihtiyaçlarını giderebileceklerini düşünürler. Resûlullah (sas) der ki, “Eğer üsttekiler, alttakileri, yapacakları bu işten vazgeçirmezlerse hepsi birden helâk olur. Fakat onlara engel olurlarsa hepsi birden kurtulur.”29 Aynı şekilde toplumda bilgi ve yetki bakımından üstün olanlar diğer insanların hatalarını düzeltme gayretinde olmazsa giderek bozulan çevrede kendilerinin de felâkete uğraması kaçınılmazdır.

Günümüz Müslümanları da yaşadıkları topluma ve sosyal problemlere karşı kayıtsız kalmamalı, görmezden gelmemelidir. Çünkü Müslüman, “komşusu açken tok yatamayacak”30 kadar çevresine duyarlı olmayı telkin eden, dünyanın herhangi bir köşesinde bir Müslüman’ın çektiği sıkıntıyı herhangi bir organındaki sancı kadar yakından hissetmeyi31 öğütleyen bir dinin temsilcisidir. Dolayısıyla bulunduğu mevki, sahip olduğu imkânlar, bilgi ve becerisi, kendisine tanınan yetkiler nispetinde mutlaka çevresindekilere iyiliği tavsiye etmekle ve gördüğü kötülükleri engellemekle yükümlüdür. Bu görev yerine getirilmediğinde toplumsal çöküş kaçınılmaz olacaktır.

Allah Resûlü (sas), İsrâiloğulları’nın kendi sonlarını nasıl kendilerinin hazırladığını anlattıktan sonra ashâbına şu hatırlatmada bulunmuştur: “Dikkat edin. Allah’a yemin olsun ki siz (ya) iyiliği emreder/teşvik eder kötülükten menedersiniz/uzaklaştırırsınız, zalimin elinden tutup onu hakka döndürürsünüz ve onu hak üzere tutarsınız (ya da sizin sonunuz da onlar gibi olur).”32

İyiliği yayma ve kötülüğü önleme gayreti, gücü nispetinde her müminin bigâne kalamayacağı bir görevdir. Ancak bu sorumluluk, yetki ve bilgi sahibi olan kimseler için daha büyük bir yüktür. Kötülüklere karşı ilk adım atması gereken otorite öncelikle devlet olmalı ve bu müdahale kanunlar çerçevesinde yapılmalıdır. Bunun yanı sıra, bireyler de kendi sorumlulukları doğrultusunda kötülükleri engellemeye çalışmalıdır. Eğer inanan insan kendisini böyle bir vazifeden azade görürse bilmelidir ki üzerinde yaşadığı geminin batması hâlinde kendisi de boğulmaktan kurtulamayacaktır. Sonuç olarak her birey, sahip olduğu bilgi, beceri ve kabiliyeti nispetinde bu dinî yükümlülüğünü yerine getirmeli ve toplumsal sorumluluk adına üzerine düşen görevi yapmalıdır.33

(Allah’ım!) Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.34

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
Ait Olmadığımız Dünyalarda Çürümek...
Şule Beşinci
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
RÖPÖRTAJLAR
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Ahmet Mercan
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x