Bu söyleşi, hakikatin unutulduğu, insanın kendi özüne yabancılaştığı bir çağda; yeniden hatırlamak, yeniden sormak ve yeniden dirilmek için yapıldı. Amacımız, kalabalıkların gürültüsü içinde kaybolan hakikat sesini duyurmak; modern zamanların tozu toprağı altında unutturulmuş fıtratın izini sürmekti. Bu söyleşiyle birlikte insanı, kendi öz varlığına, yaratılış gerçeğine ve vahyin sunduğu hakiki dirilişe bir kez daha davet etmek istedik. Çünkü inanıyoruz ki, hakikat sesini her çağda birileri hatırlamalı, insan her çağda özüne dönme çağrısını işitmelidir.
Mehmet Kaman: Kıymetli hocalarım hoş geldiniz, öncelikle değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bu röportajımızın konusu “çürüme” olacak. Bu minval üzerinde röportajımızı gerçekleştirmiş oluyoruz. Çürüme kavramından bahsettiğimiz biyolojik bir çürüme değil, ruhsal ve manevî bir çürümeden bahsediyoruz. Bunun etkilerini, alanını, kapsamını, detaylandırarak konuşmaya çalışacağız; ama en çok da bu sayıda neden çürüme konusunu ele aldık, bunu konuşacağız inşallah. Bu çürüme konusuna bir kavramsal yaklaşım ve izah getirecek olursak, nereden başlarız, nasıl bir izah yaparız?
Abdülaziz Tantik: Çürüme konusu aslında başlı başına ele almayı hak eden kavramlardan bir tanesidir. Çürümeyi en tabii hali üzerinden, mesela entropi kavramı üzerinden de ele alabiliriz. Kendi doğal seyri üzerinde bir çürüme ile karşı karşıyayız. Tarihsel akış içerisinde, kendi doğal hinterlandı içerisinde yürürken bile aslında insanlar bir çürüme ile karşı karşıya kalıyorlar. Çürümenin kendi içinde birden fazla anlam katmanı da söz konusu. Siyasal bir çürümeden bahsedebileceğimiz gibi iktisadi bir çürümeden de bahsedebiliriz. Hatta psikolojik bir çürümeden bahsedebileceğimiz gibi sosyal psikolojik bir çürümeden de bahsedebiliriz. Toplumsal çürümeden bahsettiğimiz gibi ruhsal bir çürümeden de bahsedebiliriz. Ahlâkî çürüme, aslında belki de bizim en çok üzerinde durmamız gereken temel noktalardan bir tanesi, ahlâkî çürümeyi ifade eden temel noktalardan bir tanesi de aslında sahip olunan anlamın, o anlamı ifade eden ilkelerin, değerlerin bir Müslüman olarak düşündüğümüzde, emr-i bi’l maruf ve nehy-i anil münkerin dışında kalan, yani onlara uyum göstermeyen, aslında her eylem, hareket, tavır, düşünce, niyet çürümeyi kendi içinde taşıyan bir özellik olarak ön plana çıkıyor. Dolayısıyla çürümeden kastımız nedir? Çürüme, Allah’ın rızasına matuf olan eylemlilik ve niyetlilikten uzaklaşarak, dünyevi olana yönelik eylem ve hareketlilik, niyetliliği de içinde taşıyan bir tutum ve davranışlar bütünüdür aslında. Yani bir taraftan uzaklaşıyor, bir tarafa yakınlaşıyor ve bu bir çürümeyi kendi içinde taşıyarak devam ediyor.
Sizin bir de yozlaşmayla çürümeyi ayırdığınız bir durum söz konusu. Ona da kısaca değinebilir misiniz hocam?
Abdülaziz Tantik: Yozlaşma dediğimiz husus, aslında hâlâ bir şekilde kendini muhafaza eden bir tutum var ama o, bazı bölümler üzerinden ya da bazı kısmi durumlar üzerinden, diyelim ki bazı erozyonlara uğruyor, bazı çürümelere uğruyor; ama hâlâ bir umut var. O yozlaşmayı giderebilecek bir hamle yapılabilir. Fakat çürüme başlayıp belli bir süre geçtikten sonra, artık onu geri döndürmek bazen imkânsız hâle gelebiliyor. O yüzden yozlaşma daha tekil olaylarda ön plana çıkan bir durum iken, çürüme bana göre tabii, daha genel, daha toplumsal bir çerçeve içerisinde, tümel bir çerçeve içerisinde ele alınması gerektiğini hak eder diye düşünüyorum.
Yozlaşmayı bireysel, çürümeyi toplumsal olarak ele alıyoruz. Ahmet hocam, Abdülaziz hocamın bıraktığı yerden sizin çürüme konusuna nasıl yaklaşımınızı da öğrenmek isteriz.
Ahmet Mercan: Katılırım. Zira yozlaşma hâlâ içinde umut barındırabilir. Geriye dönüşümü olabilir bir mefhum. Çürüme, bitmişliği gösterir; onun ileri aşaması olarak telakki edilebilir. Tabii, bunu daha çok genişletip üzerinde durulabilir. Öncelikle, insanın amaçlı bir varlık olduğunu düşünerek başlamak istiyorum. Yani, Kur’ân-ı Kerîm’de çok geçer, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” der. İnsanın, dünyada bulunuş amacını, kendi arayarak bulması mümkündür, direkt teslim olarak kendini tanıması da mümkündür. Yani, Rabb’ini bilen kendini bilir, kendini bilen de Rabb’ini bilir. Bütün bu oluşa, bu muhteşem varlık âlemine, içindeki ahenge ve dengeye hayretle bakması gereken insan, bu yolla hedefini ve amacını belirleyebilecekken; her hususu sıradanmış gibi görüp, hiçbir şeyde bir harikuladelik yokmuşçasına, ölümle her şeyin son bulacağını düşünerek bir hayat tarzı kurduğunda, işte o zaman çürüme başlamış oluyor. Abdülaziz hocanın dediği gibi bu bileşik kaplar meselesi… Çürüme oldu mu, insandan başlayan bir çürüme her şeyi yansıyor. Çünkü her şeyi insan yapıyor: Ekonomiyi, siyaseti, yönetimi, sanatı… Bugün de bununla karşı karşıyayız; yani, küresellik dediğimiz husus sadece teknik bir kavram değil, sadece iletişim üzerinden her şeyin birbirine bağlanması anlamına gelmiyor. Bunun bir felsefesi var ve bu felsefe enteresandır. Bir referans noktası yok bu felsefenin. Bizzat referans noktasıyla mücadele ederek gelinen aşamayı ifade ediyoruz. Yani anlam dünyasından boşalmış, kim hangi anlama inanırsa inansın ama refleksleri ve fiillerini belli cebredici bir alanda oluşturmasını sağlayan mekanizmalarla yürüyor bu küresellik. Yani insanın o manevi tarafının tamamen ihmal edildiği dünyadaki düşüncenin sadece menfaat ve çeşitli hazlarla mutlu olabilmekle sınırlı bir felsefesi var. Bugün, Müslümanla bir Hindunun, işte bir Afrikalı ile bir Avrupalının talebini birleştiriyor. O talep ne? O talep üzerinden bu işi çözebiliriz. Bütün dünyaya bir husus fısıldanıyor ve bir hususin istenmesini meşru görüyor. Bu istenen husus de dinlerin ya da dinin uzağında olan tamamen dünyayla sınırlı bir yaşamın sadece bedensel ihtiyaçlarıyla karşılanmasını önümüze koyuyor.
Biraz temellendirecek olursak, insanoğlunun varoluşsal sorgulamasından uzaklaşması diyebilir miyiz?
Ahmet Mercan: Tabii ki… Bugün bilimle ahlâk birbirinden ayrılmış, fizikle metafizik birbirinden ayrılmış. Bir anlam ve ahlâk krizi var, beraberinde anlam krizi ahlâk krizini de getiriyor. Adalet ve vicdanın birbirinden koparılması gibi. Şimdi bunu çok somut bir şekilde artık dünyanın her yerinde insanlar da görüyor; fakat bunu ortaya koyanlar adaleti güçle kaim kılmadıkları için bu yaptıklarını milletin gözünün içine baka baka yapabiliyorlar. Her gün yaşadığımız olaylar, soykırımlar, haksızlıklar var. Haksızlık güçlülere dokunacak olsa dünyayı ateşe veriyorlar. Ama metinleriyle, hayat tarzlarıyla dünyaya anlattıkları metinlerle, tavırla, davranışla bunu ortaya koyuyorlar. Yani kendileri için var olan bir dünyada diğer insanların nesne olarak kabul edilmesi, özne ve nesne ayrımından başlayarak buraya kadar gelen bir sürecin imkânlarla tezahürüdür. Özne nesne ayrımında Doğu dünyası, Afrika dünyasının ancak nesne olabileceği ve dinlerden kopmadığı müddetçe, dinlerin bir defa arkaik bir duruma işaret ettiğini tespitiyle başladılar bu özne nesne ayrımına. Aklını rehbersiz kullanarak var olan bir anlayışın bugün geldiği küreselleşme aşaması, nesnelerin yok olsa da olabileceğini söylüyor. Yani bu durum şuna işaret ediyor: Dünyada insanın hak ettiği bir değer, bütün farklardan öte; dinden, kültürden, hepsinden önce biyolojik insanın şerefli olmadığı… Bizim kültürümüzde mesela, insansa, nerede yaşıyorsa, hangi dönemde, nerede, hangi etnik kökenden yaşıyorsa, bir defa onda bir kıymet vardır, bir değer vardır orada. Ama şu anki dünyada değeri sadece kendi tarafına husus yapıyor. Bu da seküler bir değer, biçilmiş değer. Geçen Mustafa Merter hocanın bir röportajında rastladım.
1972’de Amerika’da değerler tespiti yeniden kaleme alınmış. Değerler kaleme alınır bir husus midir? Yani değerler yasalarla konulacak, sadece yasalarla korunabilecek mi bir husus midir? Eğer değerler, insanın ruhunda, kalbinde bir sorumluluk duygusu ve bir merhamet duygusu, adaleti koruma duygusu oluşturmuyorsa, onu istediğiniz kadar kağıda yazın, onun işlerliği söz konusu değildir. Çünkü insan hakları da aynen, bugün yaşadığı süreçte bunun bir göstergesi olarak ortaya çıkıyor.
Abdülaziz hocam, Ahmet hocamın buraya kadarki ifadelerinden ben şunu anladım: Geleneksel toplumlarla modern toplumlar arasında çok sabit bir fark ortaya çıkıyor. Siz katılır mısınız buna? Modernizmin insanı getirdiği bir uçurum mudur çürüme?
Abdülaziz Tantik: Yani aslında Ahmet ağabey çok güzel noktalara dokundu temel olarak. Ben biraz daha felsefi tarafını dikkate sunmak istiyorum. Modern düşüncenin en temel özelliği, tanrıyı yukarıda tutmak, yani deist yaklaşım ve tanrının yeryüzüne hiçbir şekilde müdahil olmamasını sağlamaktır. Tanrıyı hayatın içinden kopardığı andan itibaren, aslında her varlık kendi otantik yapısını kaybetmeye başlıyor. Bütün varlık skalası böyledir. Çünkü Tanrı artık müdahil değil. Müdahil olmadığı için de doğal olarak her husus biraz daha mekanik bir zemine doğru kayıyor zaten.
Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” feryadı da buraya mı karşılık geliyor?
Abdülaziz Tantik: Tabii. Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünü açıklarken şunu ifade eder: “Anlamın öldüğünü ilan eder.” der. Yani Tanrı artık hayatın kendisinde bir kaynak olarak bulunmuyor. Bir anlam ifade etmiyor. İnsan kendi aklı üzerinden bir yeni yaşam piramidi oluşturuyor. Bu yeni yaşam piramidi de çürümeyi kendi içinde besleyen bir özellik olarak ön plana çıkıyor. Zaten rasyonalizm, pozitivizm, ardından işte modernizmden postmodernizme geçiş, postmodernizmden işte transhümanizm, posthümanizm böyle akıp gidiyor. Yani sürekli değişmek zorunda kalıyor. Çünkü durdukça çürüyor, çürüdükçe de bu sefer anlamını kaybettiği için yeni bir şekle, yeni bir biçime ihtiyaç hissediyor ve sürekli devingen bir şekilde değişime tabi olarak hayatı sürdürüyor. Şimdi gelinen son noktada mesela, bağlantısal bütünsellik diye bir kavram ürettiler ve bu kavramın temel özelliği, insanı tahtından indirmektir artık. Yani insan, ilk hümanizm 16. yüzyıl öncesi, ikinci hümanizme 16. yüzyıl sonrası, 21. yüzyılda artık hümanizm kalkıyor. Yani herhangi bir eşyayla insan arasında mahiyet olarak herhangi bir anlam ya da değer farkı ortaya çıkmıyor artık. Bir insan, bitki, hayvan, işte veya herhangi bir böcek, herhangi bir fark yok. Hepsinin hakları eşittir. Eşitlik kavramının aslında serencamı açısından bakıldığı zaman gelinen son nokta hem toplumsal cinsiyet bağlamında bu böyle yani kadın erkeğin ortadan kaldırılması işte bütün cinsiyetlerin tabiri caizse toplum tarafından belirtildiğini ve dolayısıyla kişi istediği toplumsal cinsiyeti kabul edebilir. Erkek kadınlığı kadın erkekliği gibi böyle bir husus ortaya çıkardılar. Bu da insanın gerçekten tahtından yani krallığından indirilmesi anlamını taşıyor; çünkü klasik dönem dinlerin bütünü, yani bütün dinler ki aslında İslâm dini Hz. Âdem’den (as) Hz. Muhammed’e (sas) kadar insanın eşref-i mahlukat olduğunu söyler, yaratılmışlığı bir amacı olduğunu, hedefi olduğunu ifade eder. Bu amaç ve hedef üzerinden ona bir anlam yüklendiğini, sorumluluk yüklendiğini, özgürlüğünün de aslında bu sorumlulukla mukayyet ve sınırlı olduğunu bize açık bir şekilde ifade eder. Siz bu durumdan vazgeçip tam bir özgürleşmeye yöneldiğinizde, yani Allah’ın emir ve yasaklarını bir tarafa bırakıp, Allah’ın belirleyici olma yani hüküm koyma yetisini insan aklına tevdi ederek, Üstadım özne dedi ya, çünkü özne belirleyici olmak durumunda artık. Siz belirleyici durumda olduğunuzda, artık attığınız her adım çürümeyi besleyen, büyüten, güçlendiren bir anafora dönüşüyor maalesef. Ve bugün Müslümanların da içinde yer aldığı, ki mesela Hristiyanlığı dönüştürdüler bu modern düşünce bağlamında, Yahudiliği dönüştürdüler. Yani seküler bir Yahudilikten bahsedebiliriz, seküler bir Hristiyanlıktan bahsedebiliriz. Protestanlık bunun tipik örneklerinden bir tanesi. Hatta ateist Yahudilerden bahsedebiliyoruz, Hristiyan ateistlerden bahsedebiliyoruz. Benzer bir hususin Çin’de mesela yani hakikaten bir Hindu düşünün, yani klasik Hindu merhamet sahibi, her hususa şefkatle bakan, her hususi olumlayan bir yaklaşımdan, modern dönemde Hinduizm ideolojisiyle buluşarak, yani modern düşünceyle buluşarak, şiddetin kaynağı haline geliyor. Yani Müslümanları öldürüyorlar, yapıyorlar, bir sürü şiddetin ön plana çıktığı bir zemine döndü tabiri caizse. Japonya’da bir ara galiba 5.000 kişi, yanlış hatırlamıyorsam, biz haberlerde okumuştuk, 5.000 kişi birlikte intihar ediyor. Bu çürümüşlük değil de nedir? Yani bir insan taammüden kendini, hem de toplu olarak intihar ediyor, öldürüyor. İntihar zaten Avrupa’da, işte Amerika’da vesaire çok yoğun bir şekilde var zaten. Ötenazi temel bir husus, hak olarak kabul edildi. Yani insanların kendi ölümlerine karar verme yetisi onlara kazandırıldı. Yani diyelim ki birisi artık ölme zamanının geldiğini düşünüyorsa, işte aile efradına haber veriyor, ondan sonra şu saatte ben öleceğim diyor, zehir ya da neyse işte ilaçlarını ayarlıyorlar, acısız bir şekilde ölmesini sağlıyorlar. Bu hâle geldik. Müslümanlara bakıyorsunuz, Müslümanların dinle kurdukları ilişki çok sahici olmaktan uzaklaştı. Tam tersi, dini belirleyen bir pozisyona doğru evrildiler. Allah şöyle dedi, Kur’ân böyle diyor, bilmem işte İslâm şudur diyerek, öznenin kendi yaptığı tanımlar üzerinden dinle bir ilişki kurdukları için aslında kendilerini yeniden çürütüyorlar; çünkü dinden uzaklaştıkları, o hükümlerden uzaklaştıklarında doğal olarak bir çürüme ile karşı karşıya kalıyorlar. Son umut Müslümanlardı. Müslümanlar da aslında bugün baktığımız zaman kahir ekseriyet ciddi bir şekilde bir çürümeyle karşı karşıya. Bunun ilk hususi de aslında hem Aligarh Üniversitesi Hindistan’daki hem de Mısır’daki, bizde de Türkiye’de özellikle Ankara Okulu. Bu çerçevede mesela yozlaşmayı, oradan çürümeye dönüştüren, dini biçimlendiren, onu yeniden yorumlama üzerinden yeniden biçimlendiren ve modern düşünceyle uyumlu hâle getirme çabaları aslında Müslümanların da çürümesinin başlangıç noktalarıdır ve bugün topyekûn hep beraber çürüyoruz. Şöyle bir husus diyor kendini yazar addeden bir adam: “Efendim 8-9. yüzyılda çürüme başlamıştır, İslâm düşüncesi donmuştur ve yeniden biçimlenmiştir.” Ya basit bir muhakeme yapsanız bile, yani İslâm düşüncesine baktığınızda farklı mezheplerin olması, farklı yaklaşım biçimlerinin olması, ortak bir duygunun, ortak bir karakterin, ortak ilkelerin aslında varlığını sürdürmesi bile bu senin söylediklerini yanlışlar; ama sen gelmişsin, muhtemelen oryantalist yaklaşımı eksene alarak diyorsun ki, “İslâm düşüncesi donmuştur, kaybedilmiştir, çürüme oradan başlamıştır.” E ne yapalım? “Hepsini atalım, yeniden başlayalım.” Aslında o arkadaşın yaptığı husus tam çürümenin başlangıcıdır işte. Yani “Herkes yanlış biliyordu, ben dinle yeniden bağ kuracağım ve doğruyu ben biliyorum.” Bu özne dediğimiz modern öznenin tipik tavrıdır, davranış biçimidir. İşte tam da bence çürümeyi arayacağımız noktalardan bir tanesi de budur. Eğer çürümeden kurtulmak istiyorsak, üstadın ifade ettiği o teslimiyet meselesi çok önemli. Allah’a tam bir teslimiyet, Allah’ın bütün alanlarda, yaşamın bütün katmanlarında varlığını kabul etmek ve onun etkisini dikkate alarak tavırlarımızı, niyetlerimizi, tutumlarımızı, düşüncelerimizi geliştirmek bizi çürümeden kurtarabilecek bir özellik olarak ön plana çıkıyor.
Normların etkisizleşmesi, gücünü kaybetmesi, nihayetinde toplumsal istikrarsızlığa sebebiyet veriyor. Ahmet hocam, “Değerler, yasalarla sınırlandırılamaz ya da garanti altına alınamaz” diyorsunuz. Kur’ân’da anlatılan geçmiş kavimlerin durumları (özellikle helak öncesi) bu çürümeye bir örnek teşkil ediyor. Buna rağmen insanoğlu neden ahlâki değerlerin içini boşaltıyor, bunların oluşturduğu yasaları ve normları güçsüz, etkisiz hâle getiriyor ve kendi eliyle yaşadığı toplumu istikrarsızlaştırıyor; sonra da helaka doğru gidiyor. Bu sadece biyolojik bir helak değil, sosyolojik bir helaktır aynı zamanda.
Ahmet Mercan: Evet, beşerî bilginin tam tersine, yani kalabalıkları reytingleri hep kutsal ve doğrunun aracı gören beşerî anlayışların aksine, Kur’ân-ı Kerim, kalabalıkların kavimlerin helaka sürüklendiklerini ve yanılgı içinde olduklarını söyler. Yanılgı içinde olmalarını da hususa bağlar, akletmedikleri için ve yaşananlardan ders çıkarmadıkları için, yani mukayese ederek yollarını doğruyu bulmadıkları için eleştirir. Baktığımız zaman bugün İslâm coğrafyasında üstadın dediği yerden devam edersek, bir öykünme söz konusu. Bu aydınında da öykünme var, kalabalıkta zaten var. Yani çürümenin ilk aşaması olan yozlaşmada biz parçalı kimliği görüyoruz. Parçalı kimlik nedir? İşte cenaze törenlerinde Müslümanız, bak orada çok büyük bir vahdaniyet oluşuyor. Herkes yani dünyada kimliği, yaşantı tarzı hiçbir haline bakmadan biz bu ülkede öleni aksini beyan etmediği müddetçe İslâmî usullere göre tekbirlerle defnediyoruz. Ama baktığımız zaman hayatımıza, özellikle son yıllarda, parçalı bir kimlikle karşı karşıyayız. Ticareti başka kurallara göre işliyoruz, ondan sonra siyaseti yine dünyanın koymuş olduğu normları hüccet kabul ediyoruz ve o normlara ulaşıp ulaşılmadığı için muhalefetimiz de eleştirisini yapıyor. O normların ne olup olmadığı üzerinde durulmuyor. O yüzden bu parçalı kimlik, hayat yaşam tarzımızın her yarısına sirayet ediyor. Nedir? Bunu yakalamak için de öncelikle insanların sevinçlerine bakın ve üzüntülerine bakın. O kalabalık dediği, Kur’ân’ın eleştirdiği kitleyle, tüketim kitlesiyle ya da seküler kitleyle örtüşüyorsa işte biz yozlaşmayla karşı karşıyayız, parçalı kimlikle karşı karşıyayız.
Enteresandır, bugün İslâm coğrafyasında da yaşayan ve Müslüman nüfusa ait olan insanların, o küresel öykünme karşısında kendilerini edilgen kabul edip onlardan bir husus beklemelerini, bir umut olarak hanelerine yazıyorlar ve böyle bir ilişki tarzını onaylıyor ve meşru kabul ediyorlar. Enteresandır, geçmiş kadim dönemlerde bunun tam tersi vardı. Yani Mezopotamya, Mısır ve eski Yunan kültürüne bakın, farklı yaşam tarzları kısmendi ve bir hakikat telakkisinde amaçlılık fikrinde bir ortaklık vardı. Yani Yunan felsefecilerinin de hepsinde bir tanrı anlayışı var ve insan, işte madde, bitki, hayvan, insan hiyerarşisiyle, her biri bir yukarıya doğru evrilme, yukarıya benzeme çabasını güder ve insan da Tanrı’ya benzediği ölçüde benzemek istediği ölçüde erdemli olur denir. Bu anlamıyla o zamanki imkansızlıkları da dikkate aldığımız zaman, nasıl böyle bir ontolojik birliktelik sağlanıyordu? Ama bugünkü küresel hususta bunun tam tersi. Kendini farklı dinlerden addediyor, farklı kültürlerden söylemesine rağmen, hususları, o global anlayışın değerlerinden uzaklaşması mümkün görünmüyor. Zaten en büyük çürüme, zihni çürümedir. Yani insan zihnen çürüdüğü zaman mevcut olan, cari olan ortama uyum sağlıyor demektir. Ve efendisini belirledikten sonra kendinin düşünmesine ve çabalamasına gerek yok. Efendisi ona iyilikleri sunacak, güzellikleri sunacak diye düşünür. Bugün hâlâ geldiğimiz küresel aşamada dünyanın ne sunacağı bize, bütün dünyaya ve insana, insanlığa ne sunacağı çok açık, net anlaşılıyor. Hâlâ bu konuda meşruiyet tanımımızı, yine küresel dünyadan beklemek ve onun yazmak zorunda kaldığı ve sürekli değiştirdiği değer addettiği husus üzerine bina ediyorsak, yazık demek lazım buna. Yani zihinde başlayan bu yozlaşma, parçalı kimliği beraberinde getiriyor ve edilgen, beklenti konumuna sizi atıyor. Halbuki her medeniyetin kendine has değerleri var. Her medeniyet kendi değerleriyle var olduğunda hem başarılı olma imkânı vardır hem de kendi medeniyeti üzerinden başka bir medeniyetle konuşmaya, diyaloğa geçer. Yani bir mimari ortaya koyduğunuz zaman, sizin kendi kültürünüzün mimarisi, o başka medeniyetler üzerinden gelip incelemeye değer bulunur. Ama siz hâkim bir medeniyetin mimarisini yaptığınız zaman, hiçbir kıymeti yoktur, hiç bakmalarına da gerek yoktur. Yani bunu en iyi yine günümüzde görüyoruz. İşte İngilizce bilenden daha İngilizce bildiğimizi gösterme gayreti güdüyoruz. Bu özgün tarafımızı yok ediyoruz hep birlikte. Özgün tarafımızı, bir medeniyetin özgünlüğü dünyaya sirayet etme biçimiyle ortaya çıkar.
Bu konu hakikat algımızın sıkıntılı ve manipülatif baskınlığımız ile ilgili sanırım. Manipülatif etkiler, yanılsama yaşamamıza sebep oluyor.
Ahmet Mercan: Evet, tabii ki. Bugün seküler ve insan ufkuna kilitlenmiş bir düzlemde yaşıyoruz. Yani hakikatin gerçekle olan ilişkisinin geldiği aşama bu. Hakikat dediğimiz zaman, varlık aleminde hiçbir hususi, olgu ve olayı ihmal etmeden, varlık aleminin ne olduğu, insanın bu varlık aleminde ne işi olduğunu belirleyen bir sınır var. Bunu insan kavrayabilir mi? Sınırlı varlık olan insan, kendi aklının sınırına geldiği zaman başka bir akla ihtiyaç duyuyor ve bu akıl, diğer bir insandan geldiği ölçüde yine yarım kalır. Bir milyon, on milyon aklı toplasan, kapasite açısından çok farklı olmaz. Yani bugün görünür alemin ötesinde neler olduğunu bilmek için hiçbir teleskop ya da mikroskopla bunu çözebilecek bir durumda değilsin. O yüzden insanın bir sınırlı varlık olduğunu kabul ederek başlar hakikati anlamaya. Hakikat, bu varlığı, bu muhteşem oluşu var edenin insanda beklediği tavır, davranış, yaşam biçimi insandan ne bekliyor ve bu kâinat içerisinde yaratılan her hususin insan için yaratıldığını beyan ediyor. Bu dehşet verici bir önemdir insana atfedilen. İnsan, buradan yola çıkarak bakmalı. İkinci aşama: Ölümle insanların başka bir aleme gittiğini görüyorsunuz. Bu iki itici güçle hakikati kavrayamaz hiç kimse; ama hakikate tutunabilir. Bunu tutunma imkânı vardır. Nedir? Bizim bu duyularımızla, biz bu aşamaya kadar geldikten sonra teslim oluyoruz o alemi var edene, yağmuru yağdırana, baharı getirene, kâinatı diriltene, öldürene ve bizi diriltecek olana. Bunların önüne geçemiyorsak, engelleyemiyorsak, buna teslim olmaktan başka bir şansımız yok. İşte, oradan Allah’tan gelen bilgi bize hakikatin tamamı değil ama hakikatin bilgisidir. Hakikatin bilgisine, o bilgi insanın ne olduğunu, o bilgi Allah’ın kendini tanıtması ve insanın ne için yaratıldığını ve buna mukabil kendi aralarında nasıl ölçüyü, nasıl kurmaları gerektiğini, bir hayat tarzını, geniş anlamıyla tanımlayan bir bilgidir. Biz, gerçekliği insana verilen iradeyle, kendi gerçekliği kurar. Dünyadaki yaşantı şeklimiz, yapıp ettiklerimiz bir gerçekliktir aynı zamanda.
Ama bu kurulan gerçekliğin hakikatle barışık olması durumunda işte o rızaya, Allah’ın rızasına uygun bir hayat tarzı ortaya çıkar, bir dünya ortaya çıkar; adil paylaşımlı, merhametli, insanın önem kazandığı bir dünya ortaya çıkar; ama siz gerçekliği sadece insan bünyesindeki bir ölçüye indirirseniz, yani her hususin ölçüsü insandır diyen Patogoros’tan bugüne bu evirilerek geldi ve günümüzde özne oldu sonra, bilen özne, sonra da gelinen aşamada tamamen flulaştı. Post modern, işte hümanist dönemde, insan ötesi dönemde kişinin ne yaparsa yapsın, neyi seçerse seçsin, kendi mutluluğunu sağlıyorsa bunda bir sorun görmüyor; ama buradan da başkalarına sirayet etmesini sadece polisiye güçle önlemeye çalışıyor. İkisi arasındaki mahiyet farkı çok büyüktür.
Eyvallah hocam. Sarsılmız bir varoluş tasavvuru oluşturmamız gerekiyor. Zira şöyle bir gerçeğimiz var: Vahiy perspektifli yaşaması gereken insanoğlunu etkileyen akımlar (hedonizm, nihilizm vb.) özellikle post modern etkilerin ahlâkî çöküşü biraz daha hızlandırdığını söyleyebilir miyiz? Bu konuyla alakalı ne söylersiniz?
Kesinlikle. Yani ahlâkî uzlaşma zaten ahlâk nedir sorusuyla aslında alakalı bir hususidir. Biz daha çok, ahlâk kavramı biraz çok geç dönem ortaya çıktığı için, erdem kavramını aslında dikkate almamız gerekiyor.
Tam da hocam burada başta söylediğim o varoluşsal sorgulamayı yaptıracak ve kendisine vahiy temelli bir tasavvur oluşturacak insanoğlunu olumsuz yönde etkiliyor. Ahlâki çöküşten kastım o benim.
Olumsuz etkiliyor zaten. Bu olumsuz etkilemesinin sebebi de fazilet dediğimiz bizim aslında insanın faziletli oluşuna yapılan gönderme ile de ilişkili olarak değerlendirdiğimiz zaman, insanın faziletini yok eden bir özelliğe sahip oluyor. İnsan faziletini nereden alıyor? Allah’tan alıyor. Faziletin kaynağı, Allah’a olan yakınlığıyla, kurbiyetiyle ilişkilidir. Yani insanla Allah arasındaki meratip, yani yakınlaşmanın merhaleleri ya da katmanları çok yüksektir zaten. Çok fazladır. Her insanın Rabb’iyle olan ilişkisinde belli bir yakınlık, belli bir uzaklık söz konusu olabilir. Her mümin de aslında Allah’a daha çok yakın olmak ister. Ne kadar çok yakın olursa, erdemliliği o kadar çok artar. Erdemlilik dediğimiz husus, ilahi rıza çok birebir örtüşen bir şeydir. Buradaki ilahi rızayı kastettiğimiz husus nedir? Bunu açık bir şekilde ortaya koymak gerekiyor. İlahi rıza derken kastettiğimiz husus şu aslında: İnsanın ya da bütün insanların yeryüzüne dair beklentileri, arzuları, istekleri ve bunu gerçekleştirme yöntemleri kendilerine has olduğu zaman bir kaotik durum meydana getirir. Ve bu kaotik durum aslında bir yozlaşmayı, içinde de bir çürümeyi, sonuç itibariyle de bir çürümeyi beraberinde getirir. Siz ilahi rıza dediğinizde, bütün bu kaotik durumun dışına çıkmayı, yani özgürleşmeyi sağlıyorsunuz aslında farkına varmadan. Çünkü sorumlu olduğunuzu kabul ettiğiniz andan itibaren sorumluluğunuza uygun davrandığınızda, insanların beklentilerinin yanında kendi beklentilerinizi de egale ediyorsunuz, ortadan kaldırıyorsunuz, yok ediyorsunuz. Kendi beklentilerinizi ve dünyaya dair beklentileri egale ettiğinizde onlara karşı bir bağımsızlaşma, yani özgürleşme haline kavuşuyorsunuz. Bu hal sizi doğal olarak Allah’a daha çok yakın kılıyor, takva sahibi bir insan kılıyor sizi; ama tam tersi, siz belirleyici olduğunuzda, kendi arzunuzu ve isteğinizi bir tasarım üzerinden herkese dikte etmeye çalıştığınızda faşizm diyorlar buna. Aslında şu anda, tırnak içinde, şu an yani 21. yüzyılda içinde yaşadığımız hususi sosyologlar otoriter toplum olarak tanımlıyorlar. Disiplin toplumundan otoriter toplumuna geçiş yaptık diye kabul ediyorlar. Pandemiden bu tarafa… Otoriter toplum ne? Faşizmin aslında en yoğun bir şekilde ama estetik bir hal kazanarak insanlara zorla kabul ettirilmesi. Dikkat ederseniz pandemideki en büyük husus neydi? İkna edilerek kabul ettirmek. Şimdi herkese ikna ettiriliyor, nasıl ikna ettiriliyor? Televizyonlar üzerinden, sosyal medya üzerinden, sanatçılar üzerinden imkanlar sunarak, imkanları yok ederek yani her halükârda baskı uygulayarak seni bir yöne doğru çekiyorlar ve bu çektikleri yön aslında bir çürümeyi ifade ediyor, çürütüyorlar yani başka bir husus yok ortada. Fıtratın kendisi, fıtratın dışına çıktığı andan itibaren bu hususta böyledir, doğal hayatın kendisinde de böyledir, bir elmanın çürümesi, bir ağacın çürümesi kendi fıtratının dışına çıktığı zaman aslında çürüyor. Bir insan da aslında kendini tanrı yerine koyduğu andan itibaren… Şimdi Allah’a benzemekle aslında Tanrı rolü oynamak arasındaki o mahiyet farkını da iyi kavramak gerekiyor. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak, yani ona benzemek, Allah’ın yoktan var etmesi, hiçbir beklenti içinde olmadan bütün bu nimetleri varlıkların önüne sermesi, insanı tercih etmesi, ona peygamber göndermesi, kitap göndermesi, bütün insan tabiatına değer vermesi… Yani siz de Allah’a benzemek istiyorsanız, yapmanız gereken husus nedir? Kendi çıkarlarınızı, nefsi arzularınızı bir tarafa bırakıp insanı insan olduğu için onu sevmek, onun ihtiyaçlarını görmek, ona yardımcı olmak, ona gülümsemek, onun hayatını kolaylaştırmak, bir zorluğunu gidermek. Bunu yaptığınız zaman kendi asli hüviyetinizi buluyorsunuz ve sağlamlaşıyorsunuz aslında. Fıtratınıza uygun davranıyorsunuz, o zaman muttaki oluyorsunuz ve ödül olarak da yüceliyorsunuz. O maddi bağlardan uzaklaştıkça, koptukça yükselişe geçiyorsunuz. Miraç nedir ki? Miraç, bir yükseliştir aslında; ahlâkî bir yükseliş, manevî bir yükseliş, ruhsal bir yükseliştir. Bunun tam tersi ise, dünyaya batmaktır. Dünya bir bataklık gibidir; eğer bu bataklığa kapılırsanız, doğal olarak o bataklık sizi çürütür, yozlaştırır. Bu dünyada işte arzu, istek, tutku, sahip olma dürtüsü, benlik, ego yani buna benzer şeyler, tahakküm etme, iktidar olma vesaire… Bunları da hep negatif boyutlarıyla uyguladığınızda, yani insanların hayrına değil, yararına değil de hep kendi yararınıza ve çıkarınıza insanlara bir husus verirken bile kendi çıkarınızı gözeterek yaptığınızda, işte o zaman aslında çürüme başlamış oluyor ve bir çürütücü işlevsellik de kazandırmış oluyorsunuz. Firavunların, Kur’ân’da kıssaların anlatıldığı bölümlerdeki insanların temel hali de bu. Niye çürüyorlar? Kendilerini Tanrı yerine koyuyorlar. Firavun öyle, Nemrut öyle, bir başkası öyle. Tanrılık oynadıklarında, tanrılık oynamaya başladığında yeni bir karakter inşa etmiş oluyorsunuz; ama o yeni karakteri idame ettirecek, o gücü gösterecek bir özelliğiniz de yok. Size o husus verilmemiş ki… Başka bir amaçla verilmiş bütün o yetkiler. Sen onu doğru kullandığında inşa edici, ıslah edici, ihya edici, dirilticisin, Sezai Karakoç üstadımızın dediği gibi diriliştir, ruhun dirilişi, İslâm’ın dirilişi, insanın dirilişi… Bu dirilişi nasıl sağlayacaksınız? Fıtrata ve vahye dönerek. Değil mi? Emir ve nehiylere dönerek ancak bunları gerçekleştirebilirsiniz. Biz İslâm’ı nasıl dirilişe tabi kılabiliriz? İslâm’ın emir ve nehiylerini, ben bütün bir içtenliğimle, samimiyetimle uygulamaya başladığımda ve bunu bir toplumsal zemine taşıdığımda dirilmiş olur. Yoksa İslâm’ın kendisi çürümez, hiçbir değer çürümez. Ona döndüğünüzde o değer tekrar gün yüzüne çıkar ve varlık kazanır. Bu çerçeve içerisinde yorulmak önemli. Ben modern düşüncenin özellikle tasarım yapması, yani aklı bir tasarım üzerinden her hususi tasarlaması… Geçen İhsan Fazlıoğlu Hoca kadîm bilgi ile modern bilgi arasındaki farkı izah ederken diyor ki: “Modern bilgi insan zihninin yani öznenin tasarımıdır.” Zihnimizi doğaya giydiriyoruz, doğayı alıp zihnimize yansıtmıyoruz. Bu ayrım çok önemli. Buradan çürüme de başlıyor aslında. Her yaptığınız tasarım, kurgu çürümeyi beraberinde taşıyor.
“İnsan” bir Allah projesi ama kendi tercihlerinin eseri! Varlık özelinde konuşacak olursak, Allah’ın yarattığı “insan” ile bugünkü “insan” kıyas ve değerlemesi yapacak olursak, Allah böyle bir “varlık” yaratmak istemiş midir? “İfsad eden, bozan.” bir varlık mı yaratacaksın sorusuna atfen Rabb’imizin, “Siz bilmezsiniz, ben bilirim.” [Bakara 2/30] finali. Sorumun ikinci kısmı da çözümle ilgili bir talep. Bu insan modeli nereye elini atsa bozuyor. Nasıl toparlanacak, neler yapılmalı?
Abdülaziz Tantik: Şimdi benim bir şahsî kanaatim var. Yani insanın yola düzülmesi gerekiyor. Yola düzülmesinin yolu niyetinin sahih olmasıdır. Önce bir niyete, istikamete sahip olması gerekiyor. Bu niyeti de samimiyetle perçinlemesi lazım. Niyetten kasıt istikamet üzere olmak, bir anlam kurmak, Allah’ı razı etmeye çalışmak, cennete kavuşmak, Allah’a kavuşmak, peygambere tabi olmak, emir ve nehiylere ittiba etmek. Niyet bu aslında. Ne yaparsanız yapın, Allah’ı razı etmek için yapıyorsunuz. Bu niyeti muhafaza ederek istikamet diyoruz biz ona. İstikametin en temel belirleyicisi sadakattir. Ona sadık olmanız gerekir, doğrulamanız gerekir. Bu doğrulama iki boyutludur. 1) Ona inanarak, iman ederek. 2) Eyleme dönüştürerek. Tavırda, davranışta ona uygun davranarak yaptığınızda aslında sadakati gerçekleştirmiş olur, sadık olursunuz. Bunun için de Kur’ân’da bahsedilen dört temel mümin özelliği vardır. Müslim, mümin, muhsin kavramını kullanır. Bu bir sıralamadır aslında. Ve aslında bütün mesele müslimliktedir. Müslim olmayı, Allah’a teslimiyeti güçlendirmek için iman edersiniz, iman ettiğinizde güvene kavuşursunuz. Tıpkı Kur’ân’da ifade edildiği gibi: “Siz teslim olduk” deyin, ama iman kalbinize yerleşmedi. İmanın kalbe yerleşmesi için biraz çaba göstermeniz, yani teslimiyetinizi güçlendirmeniz lazım. Teslimiyetinizi güçlendirdikçe imana erersiniz.
İman aslında sizinle Rabb’iniz arasındaki güven ilişkisidir. Biz iman ediyoruz; neye iman ediyoruz? Gayba iman ediyoruz. Bilmediğimiz, ispat edemediğimiz, görmediğimiz, hatta idrak etmede zorluk çekeceğimiz bir alana dair bir imanımız, güvenimiz var. O güveni sonra bir adım öteye taşıyoruz, muhsin oluyoruz. Muhsin neydi? Allah’ın seni gördüğünün şuurunda hareket etmek, Allah’ı görmüş gibi davranmaktır. Allah seni görüyor, sen Allah’ı görüyorsun. Her ne kadar biz Allah’ı somut gözlerle göremesek de Allah bizi görüyor, bunu biliyoruz. Dolayısıyla muhsin olmak, tam da aslında takvanın bir tanımını da ifade ediyor. Herhangi bir davranışında Allah’ın seni gözetlediğinin şuurunda olarak hareket etmektir. Bunun üçüncü aşaması muhlis olmaktır, yani ihlastır. Muhlis nedir? Bütün o dünyevi kaygılardan, dünyevi tortulardan, günahlardan, fısk ve fücurdan arınmaktır. Şeytan diyor ya: “Benim muhlis kullarıma herhangi bir etkim söz konusu olamaz.” Seytan sadece söyler. Hani cehenneme gidip, “Bizi kandırdın, ayağımızı kaydırdın…” diyorlar ya. Şeytan, “Ben size bir husus yapmadım,” diyor. “Ben sadece söyledim, siz kendiniz kandınız,” diyor. “Benim sizin üzerinizde bir etkim yoktu.” İşte bu sırada aslında çözümün kendisidir. Müslüman olmak, mümin olmak, muhsin olmak… Yani her tavır ve davranışımızda Allah’ın gözetlediğinin, onun denetimi altında olduğumuzun farkındalığı ve oradan tamamen halâs olmak, yani azade olmak, aslında yükselmekle de alakalı bir husustur. Kulluğun bilinciyle özgürleşmektir aslında. Bu sıralamaya dikkat ettiğimizde, çürümeden yavaş yavaş kurtuluruz. Bataklıktan çıkan adamın ilk adımı bir şeye tutunması gibidir. Biliyorsunuz, bataklıkta herhangi bir şeye yaslanmazsanız, bir şeye el atmazsanız debelendikçe içeri çeker sizi; ama bir tutamak noktası yakalarsanız, yavaş yavaş oradan güç alarak çekilirsiniz. Bunun yolu da Allah’a iman etmek, onun gönderdiği kitaba tam bir bağlılık ve onun peygamberinin örnekliğini, temsiliyetini uygulamaya çalışmaktır. Bu çerçeve kurtuluşu sağlar.
Teşekkür ediyorum, Allah razı olsun. Ahmet hocam, siz ne dersiniz? Bu toplumsal çürüme girdabından nasıl kurtulabiliriz?
Ahmet Mercan: Evet, burada şöyle büyük bir soru ortaya çıkıyor: Bizi sorumlu kılan ve her şartta kullandığımız husus nedir? Akıl. O zaman şöyle bir soru sormak icap eder: Biz hangi aklı kullanıyoruz, kimin aklını kullanıyoruz? Bu çok büyük bir sorudur. Elbette suyu isteyen akıl ortak bir akıldır. “Su içmek istiyorum,” dediğiniz zaman ortak bir akıldır; ama siz ahlâki duruma, ilişkilere, ölçüye her hususa başvurduğunuzda, çok fazla bir akla, çok farklı bir ölçüye ihtiyaç duyarsınız. Yani, insandan insanı kim koruyacak diye sorarsınız, bugün olduğu gibi. Bugün insan orman kanununun da ötesine geçmiştir. Çünkü devasa silahlarla silahlanmış hayvanlar bunu başaramazdı. O aklı, hayvansal bir içgüdüyle kullanarak, bugün diğer insanların üzerine yok etme tahakkümünde bulunuyor. Bu akıl, çıkar yol değil; bu akıl kurtuluş aklı değil. Onun için aklı tanımlamak lazım. Fazilet ve maharet, birbirleriyle uyum içinde hareket etmediği ve dünyaya sirayet etmediği sürece, ne dünya ahlâk üzerine imar edilir ne de insan kendini erdemle yetiştirebilir. Çünkü amel, hem aklı hem de ahlâkı geliştirir ve yetkinleştirir. Eğer insanın ameli zayıfsa, aklı da zayıflar ve ardından gerçekleştireceği tüm eylemler bu eksikliğin üzerine bina edilir. Bugün dünyada herkes eğitim metodundan şikayetçi. Bugün dünyadaki İslâm halklarının, toplumlarının, coğrafyasının hepsinde yırtıcı bir maharet yarışı var. Bu maharet yarışı, dünyayı kim yönetecek, kim egemen olacak sorusudur. Bunu da bugünkü akıldan, geçerli olan seküler akıldan alıyoruz. Kim belirleyecek? Oysa bunun yerine, “Bu akıl niye böyle, bu aklı nasıl insafa taşırız?” diye bir soru bence daha yeterli bir soru olacaktır. Çünkü fazilet olmadan maharetin geliştirilmesi, yırtıcılığın daha da artmasına vesile oluyor. Bu da şiddet toplumunun bugün her türlü örneğini yaşıyoruz. Bu sanatta şiddet, şiddet yüklü zaten savaşlar, baskı, tek kendini geçerli görme, diğerlerini meşru görmeme, özne-nesne ayrımı zaten başlı başına ayrımcılık. Dünyada ayrımcılığın her türlüsü yaşanıyor ve bu bir şiddettir aslında. Barış toplumu çok farklı bir dünyadır. Barış toplumunu anlatabilmek için fazileti ortaya çıkarmak gerekir. Faziletin de erdemle, ahlâkla ortaya çıkacağı gerçeği var. Yoksa durup dururken fazilete ulaşamazsınız. İman olmayınca yaptığınız amelin niteliği dünyaya ait olur, yani seküler olur, din dışı olur. Bir eylemden ibaret olur. Amel ederseniz, sizin yaptığınız iş ya hayırlı olur ya hayırsız olur, hesabı verilecek bir husus olur. İşte Müslümanın yeryüzündeki en büyük toplumsal ve kişisel iyiliği, onun öz benliğini oluşturan husus salih amel olmalıdır. Salih amel olduğu zaman hesabı verilebilir bir hayatı yaşama durumunda olur. Çünkü salih amelin yaklaşımı bizzat ahiret saatinin kurulması anlamına gelir. Kişi, bu dünyada yapacağı her eylemin, her küçük iyiliğin ve büyük iyiliğin, her kötülüğün karşılığının geleceği bir günü hesap eder. Bununla aklımızı aklımızı yoğurursak, araçsal akıldan yukarıya doğru, aklı erdemlerle yoğurduğumuzda kazanılmış aklımızın niteliğinin ne kadar madde yerine ruhumuzu dinginleştiricek, onu anlamasını ve kemalat yolculuğunu sağlayacak bir kıvama getirirsek, o kadar dünya barış içinde olacak, salih bir toplum, salih ilişkiler ortaya çıkacak; ama bu o kadar da kolay bir olay değil. Bugün insanlara bunu nasıl anlatacaksınız, niye bunu yapsınlar?
Baktığınız zaman bunun mekanizmalarına bile yetişmekte ya da onları akletmekte bile çaresiz bir konumdayız. Niye? Hâlâ ötekinden iyilik bekliyoruz. Ötekiyle olan ilişkimizin kapısını kapatmadık. Yani dünyayı onların yönetmesini memnuniyetle kabul ediyoruz ve biz kendimizi var etmek için, aydınımız, alimimiz, hiçbir çaba esamesini hissedemiyoruz, böyle bir titreşim yok bizde de başka ülkelerde de. Bu teslimiyetsizlik durumu, bu umutsuzluk hakikaten dehşet verici. Dünya hiç bu kadar karamsar olmuş muydu bilmiyorum. Çok bir kaos var, kriz var ve bunların aslında her krizin, her kaosun içinden çıkabilme bilgimiz, ölçümüz, kriterlerimiz var; ama bunları diyelim ki ekonomide, siyasette, bunları ortaya koyabilmek için sanatta, yaşam tarzının bütününü ele alalım, muamelatın, günümüz endüstriyel toplumuna uygulanması lazım. Bunun için çok büyük bir beyin işçiliği gerekir. Bütün dünyadaki âlimlerin bir araya gelip, bu derdi ortak bir dert kabul ederek bunun üzerinden açılımlar yapmaları lazım. Ve dünyada baskı altındaki halklara, toplumlara da bir müjde olacak bu çalışmanın yapılması durumunda neler olacağını o zaman işte ümit etmeye başlayabiliriz. Bugün sanki dünyadaki tek ümit, tek parıltı, bir kutup yıldızı gibi Gazze’de parlıyor. Allah Teâlâ, her türlü yokluğa rağmen, orada Müslümanların; 8-10 yaşındaki çocukların bile dünyaya verdiği büyük dersi dinletiyor bize. Bu gerçekten dehşet verici bir durum. Eğer buradan da ibret çıkarılmazsa, sonumuzun ne olacağını ancak Allah bilir.
Ne diyordu Ayçin Kantoğlu: “Ben İslâm’ın tefsir edilmesi gerektiğini düşünürdüm; hâlbuki insanın tefsir edilmesi gerekiyor.”
Bu, çok büyük ve derin bir sözdür. Üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir. Ayçin Kantoğlu bunu Filistin üzerinden kavramış. Gerçekten de bu söz, dönüşümü gerçekleştirecek büyük bir imkândır. Bu sözün izinden giderek yeni bir yol açılabilir. Evet, insanlık hakikat krizi yaşıyor aslında. Temel referanslarını kaybetti. Bu sefer her tuttuğu şeyi, hani putlarını yiyen Cahiliye dönemi gibi bugünkü modern cahiliye de kendini insan bünyesinde hapsetti, kendi zevklerini hapsetti. Batı’da da dünyanın her yerinde de düşünce üretimi durdu. Bu şunu gösteriyor: İnsanlar birbirlerinden daha çok haberdarlar; ama nasıl zevk alırım diye bakılarak zevkler üzerinden bir küreselleşme oluşmuş. Bu da aynı zamanda bir hayat tarzını etkiliyor. Bugün biçim olarak, kılık kıyafet olarak baktığımızda, insanların içeriğinin ne kadar değiştiğini ve onlara ne kadar benzediğimizi görüyoruz. Şekilden ibaret kalıyoruz. İşte şekilcilik eleştirisi de yeniden bir anlama tabi tutulmalı.
Eyvallah kıymetli hocalarım, katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun. Son derece faydalı bir müzakere oldu.