Menü
Kasım Küçükalp
Kasım Küçükalp
Modernliğin Sıkıntıları Adlı Çalışması Bağlamında Charles Taylor’ın Aydınlanma ve Modernite Eleştirisi
Mayıs 3, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Bir bütün olarak klasik metafiziklerin bütünlüklü alem fikrine dayanak teşkil ettiği düşünülen kozmosun yıkılışına yol açan yeni bilimsel devrim, Alexandre Koyre’nin de altını çizdiği üzere, düşünce tarihinde Yunanlıların kozmosu keşfetmelerinden sonra yaşanmış olan ikinci büyük devrime karşılık gelir. Yeni bilimsel devrimin iki önemli niteliği olduğunu düşünen Koyre’ye göre bunlardan ilki, kozmosun yıkılışı ve kozmosa dayalı her türlü düşüncenin ortadan kalkmasına gönderme yaparken, ikincisi, niteliksel olarak farklılaşmış kozmik uzay anlayışının yerini Eucleides geometrisinin türdeş, soyut uzay anlayışının alması olup, söz konusu iki niteliğin ortak sonucu ise doğanın ve bilimin matematikselleştirilmesi olmuştur.

Aslına bakılırsa referans sitemindeki dönüşüm anlamında paradigmada meydana gelen bu büyük değişim; matematiği, Pythagorasçılar gibi sayıların erdemi üzerine düşünme ya da Aristoteles’te olduğu gibi yalnızca mükemmel daireler çizebilen gök cisimlerine uygulanabilir bir nitelikte ele alan bilim anlayışının yerine, onu doğanın dili olarak tasarlayan anlayışın geçmesi şeklinde ifade edilebilir. Kozmosun çözülüşü, yapısı; sonlu ve hiyerarşik olmanın yanı sıra ontolojik anlamda nitelikçe farklılaşmış bir dünya düşüncesinin etkinliğini giderek kaybetmesi demektir. Artık söz konusu olan, aynı evrensel yasaların bütünleştirip yönettiği açık, sınırsız bir evren düşüncesinden başkası değildir. Zira gök dünyası ile yer dünyasını dikotomik bir şekilde birbirinden ayıran geleneksel anlayıştan farklı olarak, yeryüzündeki varlıklarla gökyüzündeki varlıkları aynı fiziksel yapıda telakki eden yeni bilim düşüncesinde astronomi ve fizik birleştirilmek suretiyle ele alınmıştır. Tam da bu nedenle yeni kozmolojinin en önemli sonucunun, Aristotelesçi anlamda teleolojik bir evren düşüncesinin terk edilmesi olduğunu söylemek mümkündür. Hemen bütün bir klasik düşünce boyunca hâkim olduğu şekliyle kozmosun düzenli ve amaçlı bir bütün olduğu, bütün içerisindeki varlıkların niteliksel olarak birbirlerinden ayrılması gerektiği fikri ve böyle bir bütün içerisinde anlamını, söz konusu bütünün kendisine biçmiş olduğu amacın gerçekleştirilmesinde bulan bir insan düşüncesi, yeni oluşan ve niceliğin egemen olduğu modern tabiat düşüncesi tarafından reddedilmek durumunda kalmıştır.

Evrenin iç işleyişine Tanrısal bir irâdenin egemen olduğu ve dünyanın anlamını Tanrı ile kazandığı klâsik dünya görüşünün aksine modern dünya görüşü, Newton’ın yerçekimi kanunlarını keşfiyle birlikte, bir bütün olarak evrende mekanistik yasaların hüküm sürdüğü fikrini benimsemek suretiyle klâsik dünya görüşünden tam anlamıyla bir kopuşa yol açmıştır. Birçok klâsik düşünür için insan varlığının dünyadaki amacı, kozmosun düzenini yumuşak başlı bir şekilde tefekkür etmek suretiyle kozmos içindeki insanın ontolojik konumunu ve bu konuma bağlı olarak kendisine biçilen amacı düşünmek, böylelikle de aşağılıklar yukarılıklar dünyası içerisinde kendisine bahşedilen güç ve eğilimlerini ulvi maksutlar doğrultusunda seferber ederek ebediyete taşınmak iken, modern düşüncedeki kopuşla birlikte yeni evren tasavvuruna paralel olarak insanın evrendeki yeri büsbütün değişmiş, evren yumuşak başlı bir tefekkürün objesi olmaktan çıkıp, üzerindeki Tanrısal ihtişamı kaybetmiş ve nihayetinde kendisini, yönetilip işlenmek üzere insanın egemenliğine bırakmıştır. İnsanın dünya üzerindeki egemenliğinin felsefî düşünce bakımından en önemli sonucu, insanın ve dolayısıyla insan aklının evrenin bütünlüğünden soyutlanması ve özne-nesne dikotomisi bağlamında öznenin, yani aklın ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmesidir. Modern öncesi dünyada, evrenin bütünü içerisinde, evrenin bir parçası olan ve insanın bütüne uyumunu sağlamanın bir aracı olarak görülen akıl ise, modern dönemle birlikte evreni dönüştürmenin, yeni modlar ve dünyalar icat etmenin biricik referans noktası olmuş ve böylelikle kendini bütünün bir parçası olarak gören modern öncesi insan, yerini inşa eden modern özneye bırakmıştır. Bilindiği üzere modern dünyaya vücut veren sosyo-ekonomik ve bilimsel gelişmelere paralel olarak yeryüzünü sevk ve idare etme statüsüne taşınan modern özneyle birlikte düşünme eylemine biçilen görev de büsbütün değişmiş, böylelikle de değer, anlam ve amacın kendisinden hareketle temellendirildiği öznenin epistemik temsil ve teorileri hakikatin yerine ikame edilmiştir.

Bu doğrultuda olmak üzere, özgürlük, bireycilik, eşitlik, akılcılık, ilerleme vb. modernite tarafından insanlık için adeta bir kurtuluş reçetesi olarak sunulmuş olup, sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde kavramların, tıpkı Platon’un hem ilaç hem de zehir anlamına gelen pharmakon kavramı gibi hem olumlu hem de olumsuz bir anlam içerimleriyle tezahür ettikleri söylenebilir. Zira söz konusu kavramlar, kimi düşünür ve teorisyenler için gelenek, otorite, körü körüne bağlılık, cehalet, bireyselleşmeye bağlı olarak sosyal ve ahlâkî baskı pratiklerinden kurtuluşa işaret ederken, başka birtakım düşünür ve teorisyenler için ise, bencilliğe, içeriksizleşmeye, anlam ve bütünlük kaybına, teknik ve araçsal bir akılcılığa işaret etmektedir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası Batı’daki birçok felsefe ve sosyal teori çalışmalarında vurgulandığı üzere, modernite zannedildiğinin aksine, Aydınlanma düşüncesine ait idealleri hayata geçirmede başarısızlığa uğradığı gibi, insanlığın içerisinde bulunduğu çaresi olmayan birçok sıkıntının da müsebbibi olmak durumundadır. Bilindiği üzere daha modernitenin kemal noktası olarak düşünülen Aydınlanma düşüncesi nihayete ermeden, Rousseau gibi hem Aydınlanmacı hem de karşı Aydınlanmacı denebilecek düşünürler ortaya çıkmış ve Aydınlanma eleştirisinin önü açılmıştır. “Bilim ve sanatların gelişmesi insanlığı ahlâki olarak geliştirmiş midir?” sorusunu olumsuz olarak yanıtlayan Rousseau’ya göre, modern düşüncenin vücut vermiş olduğu medeniyet, bırakın insanları özgürleştirmeyi, birçok kıskançlık, bencillik, haset ve açgözlülük gibi birçok ahlâki hastalığa vücut vermek suretiyle insanları doğal varoluşlarına ait masumiyetten koparmış ve ciddi bir özgürlük kaybına yol açmıştır. Benzer bir biçimde 19.yüzyılın başlarında karşımıza çıkan erken Alman romantikleri de akla karşı duyguyu, mekanik evren anlayışına karşı organik doğa anlayışını, soyut ve kavramsal düşünce karşısında ise özgürleştirici olduğu kadar, sonsuza tanıklık etmenin imkânı olarak gördükleri şiirsel ve estetik bir düşünce pratiğini salık vermişlerdir. Kierkegaard, Nietzsche ve birçok varoluş filozofu da modern özne, temsil, ilerleme ve teori eleştirisi yaptıkları gibi, söz konusu eleştirilerin kemal noktasına ermesi de hiç kuşku yok ki modernite ve Aydınlanmanın vaatlerinin gerçekleşmesinden ziyade yıkımlarının gün yüzüne çıktığı 20.yüzyılın düşüncesinde söz konusu olmuştur.

Modernite ve Aydınlanma düşüncesinin sıkı bir eleştirmeni olan Charles Taylor da Modernliğin Sıkıntıları adlı çalışmasında, söz konusu sıkıntı kavramıyla, modern uygarlığın gelişim sürecinde, çağdaş kültür ve toplumda kayıp ya da çöküş olarak yaşanan yönlere gönderme yapmaya çalışmıştır. Her ne kadar modernliğe ilişkin sıkıntılar başlığını tam anlamıyla karşılamadığının bilincinde olsa da Taylor, en azından modern topluma dair tedirginlik ve kafa karışıklıklarını giderebileceği düşüncesinden hareketle, modernliğin üç temel sıkıntısından bahseder. İlk sıkıntı veya tehlike kaynağını bireycilikte bulan ve ahlâki ufkun kararmasına yol açan anlam yitimi, ikincisi araçsal akıl karşısında hedef ve amaçların kararması, üçüncüsü ise, bireycilik ve araçsal akıldan kaynaklanan bireysel, toplumsal ve siyasal özgürlük kaybıdır.

Taylor’a göre öncelikli olarak tartışılması gereken husus birçok insan için adeta modern uygarlığın en büyük kazanımı olarak görülen bireycilik olmak durumundadır. Her ne kadar “bireycilik”, insanların kendi yaşam tarzlarını saptama, inanç objelerini bilinçli bir biçimde seçme, kendilerinden önceki nesiller tarafından kullanılmayan değişik yollarla kendi yaşam tarzlarını belirleme gibi hiçbir biçimde insanların üstünde veya ötesindeki kutsal buyruklara kurban edilmeyen haklara işaret ediyor görünse de Taylor, bireycilik dolayımıyla elde edilen modern özgürlüğün daha önceki ahlâkî ufuklardan kopma sayesinde kazanıldığını ifade eder. Kendilerini melekler, öte-dünyaya ait varlıklar ve dünyaya ait diğer varlıklar arasında büyük bir varoluş zincirinin halkası içerisinde, yani büyük bir düzenin bir parçası olarak algılayan modern öncesi insan, modern bireycilikle birlikte söz konusu düzenden kopmak ve ayrı düşmek zorunda kalmıştır. Bu ayrı düşüş veya kopuş, modern insanın, kendisini sınırlamakla birlikte, dünyaya ve toplumsal yaşam pratiklerine anlam kazandıran zeminden de mahrum kalması anlamına gelir. Zira, kozmik bir düzenin hüküm sürdüğü dünyaya yönelik geleneksel tasavvur biçimleri açısından bakıldığında, insanı kuşatan şeylerin, yalnızca insanî tasarım için potansiyel bir hammadde veya araç olarak algılanması kesinlikle söz konusu değildi. Benzer bir biçimde ritüel ve normlar da araç olmanın ötesine taşan bir anlam içeriğine sahipti. İşte tam da söz konusu anlam içeriğine kaynaklık teşkil eden düzenlerin değer kaybına uğraması, her şeyin büyüsünden bir şeyler yitirmesi anlamında, “dünyanın büyüsünün çözülmesi” olarak gönderme yapılan şeyi ifade eder. Nietzsche tarafından, “acınacak rahatlıkları” dışında yaşamdan hiçbir beklentisi olmayan “son insanlar” şeklinde kavramlaştırılan insanlar, Taylor’a göre, çöküşün vardığı son nokta, yani modern bireylerden başkası değildir. Modern bireyin amaçsızlığının kaynağında ise, Taylor, bireysel yaşamlara yoğunlaşmanın sonucunda açığa çıkan görüş açılarının yitirilmesi fenomenini bulur. Taylor’ın ifadesiyle “bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerine odaklanmadır; bu yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da topluma karşı daha kayıtsız hâle getirir.”

Taylor’ın, modernliğin sıkıntıları bağlamında altını çizdiği ikinci husus araçsal akıl olup, bu da tıpkı bireycilik gibi, dünyanın büyüsünün yitirilmesinde önemli bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Araçsal aklın mahiyeti bağlamında Taylor, “belirli bir amaca ulaşmak için araçların en ekonomik olarak nasıl kullanılacağını hesaplarken” başvurulan akıl türünü anlatmak ister. “Burada başarının ölçüsü, maksimum verimlilik, en iyi birim maliyettir.” Her ne kadar Tanrısal otorite veya düzenden kurtuluş anlamında özgürleştirici bir karakter arz etse de araçsal akıl, yalnızca alanını genişletmekle kalmayıp, bütün bir yaşam üzerinde belirgin bir hakimiyet de kazanmıştır. Artık yaşam bir bütün olarak görülmek yerine, tıpkı çeşitli uzmanlaşma alanlarının varlığına benzer bir biçimde, teknik bir mesele olarak görülmeye başlanmıştır. Amaca ulaştıran her yolu mübah hâle getiren araçsal akıl anlayışının, aynı zamanda insan varlığını da düşüncenin nesnesi kılınmak suretiyle, insanın, toplum mühendisliğine ve teknik bürokratik rasyonalizmin insana biçmiş olduğu rollere kurban edildiği tahakküm süreçlerine yol açtığı söylenebilir.

Taylor, bireycilik ve araçsal aklın siyasal yaşam üzerindeki korkutucu sonuçları olduğu fikrinden hareketle modernliği üçüncü sıkıntısını toplumsal ve siyasal özgürlük kaybı olarak ifade eder. Özgürlük kaybının iki boyutu olduğunu düşünen Taylor’a göre, ilk boyut, endüstriyel-teknolojik topluma ait kurum ve yapıların, insanların seçeneklerini belirgin bir biçimde sınırlandırmasını, yani bireyleri olduğu kadar toplumları da ciddi ahlâkî değerlendirme yapmaktan uzaklaştırmak suretiyle araçsal akla ağırlık vermeye zorlamasını ifade eder. Özgürlük kaybının bir diğer boyutu ise, Tocqueville tarafından “yumuşak despotluk” olarak kavramlaştırılan fenomende karşılığını bulur. Bireyleşmeyle birlikte kendi içine yönelen modern insan, yönetim faaliyetine katılma imkânından mahrum edildiği gibi, devlet karşısında yalnızlık ve güçsüzlük hissine düşmek durumunda kalmıştır. Başka bir ifadeyle, son derece merkezi ve bürokratik bir nitelik kazanan modern siyasal yaşam, kamusal alana yabancılaşmaya ve siyasetteki denetlemenin kaybedilmesine yol açmıştır. Bir anlamda siyasal özgürlüğün kaybedilmesi şeklinde yorumlanması mümkün olan bu süreç, gayri şahsi mekanizmalar yoluyla toplumdaki özgürlük düzeyinin azaltılması demek olup, modern topluma ve siyasal yaşama yön verecek olan seçimlerin de yurttaşlar tarafından değil, sorumsuz vekil güç tarafından yapılacağı anlamına gelir.

Taylor’a göre yapılması gereken şey bireycilik, teknoloji ve bürokratik yönetimin avantajları ile dezavantajları arasında bir orta yol bulma çabası değil, ahlâkî seçimin gerçek doğasını karartmadan, son derece incelikli ve karmaşık bir karaktere sahip olan modern kültürün, muhtevasında barındırdığı vaatleri gerçekleştirmeye nasıl yönlendirilebileceği üzerine düşünmek ve bunu pratiğe geçirmektir. Bu doğrultuda olmak üzere Taylor, çalışmasını daha ziyade bireyciliğin tehlikeleri ve anlam yitimine dair bir tartışmayla zenginleştirir. Modern kültürün bireyci ve bu hususla bağlantılı olarak göreceli doğasının temel problemlerine değinen Taylor, olumsuz sonuçları nedeniyle bireyciliğe yöneltilen eleştirilere katılmasına rağmen, ifade biçimi bozulmuş ve dejenere olmuş olsa da bireycilikte, kendini gerçekleştirme idealinin arkasındaki ahlâkî idealin, yani sahicilik kavramında karşılığını bulan, kendine karşı dürüst olma idealinin bir imkân olarak varlığını sürdürdüğünü düşünür. Başka bir ifadeyle Taylor, modernliğe yönelik eleştirilerde yitip giden şeyin, sahicilik idealinin ahlâkî gücü olduğunu düşünür. Bundan dolayı Taylor, modern kültürü destekleyenlerden de yerenlerden de farklı bir tutumu, yani bu kültürde her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna inanmamakla birlikte, sahiciliğin ahlâki bir ideal olarak ciddiye alınması gerektiği fikrini benimser.

Öncelikle sahiciliğin kaynaklarına yönelik bir düşünüm sergileyen Taylor’a göre, sahicilik, sahip olduğu anlam ufkunu dağıtan yollarla savunulamaz, zira yaşamda anlam arayan ve kendini anlamlı olacak bir şekilde tanımlamak isteyen kişinin, aynı zamanda önemli sorulardan oluşan bir anlam ufkuna da sahip olması gerekir. Modern yaşam içerisinde görülen benlik-merkezli “narsistik” biçimler, sahicilik kültürünün bir parçası olmalarından değil, daha ziyade gereklerini yerine getirmemelerinden kaynaklanmaktadırlar. Kendinden başkasından kaynaklanan gerekleri dışlamanın, anlamlılığın koşullarını bastırmak ve bayağılığa davetiye çıkarmak olduğunu düşünen Taylor, sahiciliğin, benliğin ötesinden kaynaklanan taleplerin düşmanı olmadığını, aksine söz konusu talepleri ön gerektirdiğini ileri sürer. Benzer bir biçimde, modern kültürde gözlemlenen köktenci bir bireyciliğin beslenmesi fenomeni anlamında, sahicilik kültüründeki sapma da kaynağını sahicilikten ziyade endüstriyel-teknolojik-bürokratik bir toplumda yaşanıyor olmasında bulur.

Taylor’ın altını özellikle çizdiği üzere, sahicilik, keşfin yanı sıra yaratma ve inşayı, özgünlüğü, toplumun kurallarına ve hatta potansiyel olarak ahlâk denilen şeye muhalefeti içermesine rağmen, anlam ufuklarına açıklığı ve diyaloga dayalı bir kendini tanımlamayı da gerektirir. Her ne kadar gerilimli olsa da önemli olan husus bu karakteristiklerden birine diğerinden daha fazla önem atfetme yanlışına düşmemektir. Zaten Taylor’ın gerçekleştirmeye çalıştığı şey de sahiciliğin anlamı üzerinde savaşmak ve orada gelişecek çıkış noktasından hareketle kendini gerçekleştirmenin, kayıtsız şartsız ilişkileri ve benliğin ötesindeki ahlâkî gereklilikleri dışlamak şöyle dursun, bu gereklilikleri bizzat zorunlu kıldığına ikna etmeye çalışmak”tır. Yine Taylor çalışmasında, büyük ölçüde araçsal akıl ve bunun vücut verdiği teknokrat ve bürokratik devlet anlayışının insanı içine sevk ettiği özgürlük kaybına da demokratik inisiyatifi ele almak suretiyle karşı koymanın önemine değinir.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
Ait Olmadığımız Dünyalarda Çürümek...
Şule Beşinci
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
RÖPÖRTAJLAR
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Abdülaziz Tantik
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x