Menü
Muhammed Emin Yıldırım
Muhammed Emin Yıldırım
Toplumsal Bir Çürüme Olarak Irkçılık
Mayıs 3, 2025
Yazarın Tüm Yazıları

Asabiyet denince çoğu zaman sadece ırk temelli bir üstünlük anlaşılır. Oysa bu yaklaşım, meseleyi oldukça dar bir çerçevede bırakır. Cinsiyet, yaş, soy, coğrafya gibi insanın kendi tercihine dayanmayan tüm unsurlar üzerinden üstünlük taslamak, aynı şekilde asabiyetin karanlık zeminine düşmektir. Erkekliğini kadına, yaşını gence, kavmini başkasına üstünlük sebebi sayan herkes bu hastalığın tuzağına yakalanmış demektir.

Bu şeytanî hastalık, nefsin beslediği bir virüstür. Tedavisi ise Allah Resûlü’nün (sas) öğretilerindedir. Nübüvvet mektebinden istifade edilmedikçe bu hastalıktan kurtulmak mümkün değildir. Bu noktada Efendimiz’in (sas) iki hutbesi bize ışık tutar. Bunlardan biri, insanlık tarihinin en kapsamlı evrensel mesajlarından biri olan Vedâ Hutbesi’dir. Bugün ne yazık ki bu hutbe gerektiği gibi anlaşılmamakta, satırları arasındaki ilâhî denge göz ardı edilmektedir. Oysa bu hutbe, 23 yıllık risâletin bir özeti, ümmete ve insanlığa bırakılan bir ahlâk manifestosudur.

Vedâ Hutbesi’nin insan onuru bağlamında dikkat çektiği 10 temel mesaj şunlardır:

1. Kulluk bilincinin insana kazandırdığı onur,

2. Asabiyetin insan onurunu zedeleyen yönü,

3. Can, mal ve namusun dokunulmazlığı,

4. Kadın haklarının gözetilmesi,

5. Haksız kazancın önlenmesi, faiz yasağının hatırlatılması,

6. Kan davalarının sonlandırılması,

7. Suçun şahsîliği ilkesi,

8. Bütün haklara riayet,

9. Nefse hürmet ve denge,

10. Hakkı temsil etme ve iyiliği yayma görevinin ümmete yüklenmesi.

Takvâ Üstünlüğün Yegâne Ölçüsüdür

Allah Resûlü (sas), Vedâ Hutbesi’nde insanlığı ortak bir soya, ortak bir kıvama davet etmiş; üstünlüğün sadece takvâda olduğunu açıkça beyan etmiştir: “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca takvâdadır.” Bu ifade, nebevî kardeşlik toplumunun temel harcıdır. Ancak bu uyarı sadece Vedâ Hutbesi’ne mahsus değildir. Efendimiz (sas), hayatı boyunca bu ilkeyi defalarca dile getirmiş, fiilî örneklerle de göstermiştir. Bir defasında, Mescid-i Nebevî’de bir cemaate hitap ederken, yüzü öfkeyle kızarmış, mübârek alnında damarları belirginleşmiş, boncuk boncuk ter dökerken şöyle seslenmiştir: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arapçılık ne babanızda vardır ne de annenizde. O sadece sizin uydurduğunuz, boş kuruntularla övündüğünüz bir isimden ibarettir. Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece iman ve itaattedir!” [Bk. Hindî, Kenzü’l-ʿummâl, 12/47].

Bu hutbe, sadece sahâbîleri değil, bugünün insanlarını da muhatap alır. Irk, soy, coğrafya, aidiyet farkı üzerinden üstünlük iddiasında bulunan herkese yöneltilmiş bir ikazdır. Efendimiz (sas), ortak yaratılış gerçeğini vurgulayarak ayrımcılığı kökten reddetmiş, üstünlüğün yalnızca Allah’a yakınlık ve takvâ ile ölçülebileceğini öğretmiştir.

Münafığın Yakasına Yapışan Eller

Medine’de fitne üretmeye çalışan tescilli bir münafık vardı: Kays b. Mutada. Önce ensâr ile muhâciri, sonra Evs ile Hazrec’i birbirine düşürmeye çalıştı. Başaramayınca yeni bir yol denedi: Sahâbe efendilerimiz Selmân, Bilâl ve Suheyb’in (r.anhum) etrafında toplanan gençlerin arasına girdi. Sözde sorgulayıcı bir üslûpla, ırk ve aidiyet üzerinden ayrımcılık tohumları ekmeye kalkıştı: “Arap olan Evs ve Hazrec başka, bunlar yabancı! Nasıl olur da Arap olmayanlar eşit muamele görür?” Bu sözleri duyan genç sahâbî Muâz b. Cebel (ra) bir aslan gibi yerinden fırladı ve Kays’ın yakasına yapıştı: “Ey Allah’ın düşmanı! Bu sözleri nasıl söylersin?!” Muâz, onu mescide götürdü ve durumu Allah Resûlü’ne (sas) bildirdi. Efendimiz (sas), bu olay üzerine bir hutbe irat etti ve ardından şu ağır cümleyi kurdu: “Daʿhu ile’n-nâr!/ Bırak onu, cehenneme kadar yolu var!” [Bk. İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, 24/224]

Bugün de bu ümmetin içine fitne sokmak isteyenler var. Ancak Muâz gibi eller olmadıkça, bu münafıklar rahatça konuşabiliyor. Bir tarafı pohpohluyor, diğerine hakaret ediyorlar. Duyguları kaşıyor, kardeşleri birbirine düşürüyorlar. Farklılıklar rahmet olmaktan çıkıyor, ayrılığın malzemesine dönüşüyor. Düşman da bu çatlaklara yerleşip kendi gücünü inşa ediyor. Oysa onların gücü kendilerinden değil, bizim zaaflarımızdan kaynaklanıyor. Artık karşımıza yabancılar çıkmıyor; bizim gibi görünen ama içten içe ümmeti bölenler sahnede. Bu yüzden, Muâz gibi eller yeniden çıkmalı. Tarlada nasır tutmuş, makamla bağı olmayan, hak söze secde eden eller… Efendimiz’in (sas) hutbeleri, Muâz’ın cesareti ve Vedâ Hutbesi’ndeki ilkeler; hepsi bu şeytanî hastalığa karşı reçetemizdir.

Eğer bu hakikati kavrarsak, bugün bizi “Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Laz…” diye ayırmak isteyenlerin oyununu da boşa çıkarırız. Çünkü Asr-ı Saâdet’e dönüş demek, o duruşu bugüne taşımak ve karanlık çağları saâdetle aydınlatmak demektir.

Fitne Ateşi Bir Kıvılcımla Başlar

Asr-ı Saâdet’ten çok çarpıcı bir örnek… Medineli yaşlı bir Yahudi olan Şaʿs b. Kays, İslâm toplumunun içine fitne sokmak için fırsat kolluyordu. O sıralar, Evs ve Hazrec’in gençleri aralarında muhabbetle oturup sohbet ediyor, birliğin neşesini yaşıyorlardı. Oysa sadece birkaç yıl önce, Buʿâs Savaşı’nda babaları birbirleriyle savaşmıştı. Şaʿs, işte bu eski yarayı kaşıyarak yeni bir fitne üretmeye karar verdi. Tanımadıkları bir genci ayarlayarak, onu sahâbîlerin arasına soktu. Görevi şuydu: “Sanki dışardan değilmiş gibi aralarına karış, Buʿâs Harbi’ni hatırlat, geçmiş savaşları konuş, şiirler oku, kavmiyetçilik damarlarını tahrik et.” Plan tuttu. Bir anda ortam gerildi. Gençler kavgaya tutuştu. Hatta silahlanıp Harre denilen yerde savaş hazırlığına giriştiler: “Babalarımızın öcünü alacağız!” dediler. Durum Allah Resûlü’ne (sas) bildirildi. Hemen harekete geçti, sahâbîlerle birlikte Harre’ye gitti ve orada şöyle seslendi:

“Ey Müslümanlar! Ben aranızdayken hâlâ Câhiliye davası mı güdüyorsunuz? Allah sizi İslâm ile şereflendirdikten sonra, yine mi cehâlete döneceksiniz? Allah’tan korkun ve bu yaptıklarınızdan tevbe edin!” [İbn Hişâm, Sîre, 2/132-133]. Daha hutbe bitmeden, az önce kılıç kuşanan gençler ağlayarak birbirlerine sarıldılar. Dikkat ediniz: Efendimiz (sas) suçu dış unsurlara atmadı. “Yine mi Yahudiler, yine mi dış mihraklar?” demedi. İçimize konuştu. Çünkü fitneye açık kapı bırakıldığında, sahâbî olsak da Medine’de yaşasak da hatta Peygamber bizimle olsa bile o ateş bizi yakar. Bu yüzden, bugünün Müslümanları olarak da aynı uyanıklığa sahip olmalıyız. Farklılıklarımız Rabb’imizin ikramıdır; renklerimiz, dillerimiz, kültürlerimiz zenginliktir. Ama biz bunları üstünlük aracı hâline getirirsek, münafığın ve şeytanın tuzağına düşeriz. O hâlde, Efendimiz’in (sas) öğrettiği gibi iman kardeşliği temelinde birliğimizi korumalıyız. Bizi biz yapan, bu kardeşliği diri tutmaktır.

Irkçılığın Kökü Şeytanda Gizli,

Tedavisi İslâm’da Saklı

Irkçılık, kökeni şeytana uzanan bir hastalıktır. Şeytan, “Ben ateştenim, o topraktan” diyerek yaratılış farkını üstünlük sebebi saymış, bu gerekçeyle secde emrine isyan etmiştir. İşte ırkçılık tam da budur: İnsan iradesi dışında şekillenen özellikleri üstünlük aracı hâline getirmek.

Oysa Allah bize ne kavmimizi ne dilimizi ne rengimizi seçme hakkı vermiştir. O hâlde bunlarla övünmenin de başkalarını küçümsemenin de anlamı yoktur. Böyle bir iddia, şeytanın izinden gitmektir. Bu konuda sahâbe döneminden ibretlik bir olay yaşanmıştır. Saʿd b. Ebî Vakkâs ile Selmân-ı Fârisî (r.anhumâ) arasında bir tartışma sırasında Saʿd, Selmân’a: “Nesebin nedir, söyle bakalım!” der. Selmân hüzünle ama vakur bir tavırla cevap verir: “Ben Selmân b. İslâm’ım.” Bu olay Hz. Ömer’in (ra) kulağına ulaşır. Ömer (ra), cemaati toplar ve hutbesinde şöyle der: “Bütün Kureyş bilir ki babam Hattâb, Câhiliye’de en şereflilerindendi. Buna rağmen ben, İslâm oğlu Selmân’ın kardeşi İslâm oğlu Ömer’im. Kim ki atalarıyla övünürse, o zincirin son halkası cehennemlik olabilir!” [Zehebî, Siyeru aʿlâmi’n-nübelâʾ, 3/336]. Böylece Saʿd yaptığı hatayı fark eder, Selmân’ın gönlünü alır. Bu kıssa bize şunu öğretir: Kardeşlik, aynı soydan gelmekle değil, aynı imana sahip olmakla kurulur.

Bir başka örnek ise Ebû Ukbe el-Fârisî’nin Uhud’daki tavrıdır. Bir müşriği yaralarken, “Bu darbe sana Fârisî bir delikanlıdan!” der. Efendimiz (sas) bunu duyar ve hemen uyarır: “Böyle deme Ebû Ukbe! ‘Ensârî bir gençten’ de!” [İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 5/217]. Bu müdahale, kavimle övünmenin de, kökenle yerinmenin de İslâm’da yeri olmadığını ortaya koyar. Bugün biz de benzer hatalara düşüyoruz. “Osmanlı torunuyuz!” diyerek geçmişle övünüyoruz ama bugün nerede durduğumuza bakmıyoruz. Bu övünmeler, başka kardeşlerimizin gönlünü kırıyor ve ümmetin birliğine zarar veriyor.

Bir de tersinden bakalım: Övünmek kadar yerinmek de hastalıklı bir durumdur. Bugün hâlâ “Ben Kürdüm!” diyemeyen nice kardeşimiz var. Çünkü bazı kimliklerin hâlâ rahatsızlıkla karşılandığı bir ortam var. Oysa hepimiz annemizi, dilimizi, kavmimizi seçmeden doğduk. Kimimizin annesi “Nenni nenni” diyerek büyüttü, kimimizin “Lori lori” diyerek… Bu farklılıklar, Allah’ın ikramı olan birer zenginliktir.

Eğer İslâm kardeşliğini sahâbe gibi başa koymazsak, araya düşman sızar. Bu düşman ister münafık olsun ister kâfir ister emperyalist… Fark etmez. Boşluk bulursa, bizi birbirimize düşürür.

Asabiyetin İlacı: Muhabbetle Adalet Arasında

Bir Denge

Irkçılığın sınırını Efendimiz (sas) çok net bir hadisle belirlemiştir. Sahâbî Vâsile b. Eskâ (ra) sorar: “Yâ Resûlallah! Kendi kavmini sevmek asabiyet midir?” Efendimiz cevap verir: “Hayır, değildir.” “Peki asabiyet nedir?” “Zalim de olsa kavmine arka çıkmandır.” [İbn Mâce, “Fiten”, 7]. Yani asıl ırkçılık, zulme göz yummak, zalim “bizden” diye taraf olmak, gerçeği örtmektir. Halbuki insan, kavmini elbette sevebilir. Nitekim Resûlullah (sas) de Mekke’yi en çok sevdiğini söylemiştir. Ama bu sevgiyi adalet terazisinde dengelemiştir: “Kızım Fâtıma da hırsızlık yapsaydı, elini keserdim…” Bu noktada Müslümanlar için iki temel denge hayati önem taşır:

1. Muhabbet-adalet dengesi: Sevgi adaleti gölgelememelidir.

2. Muhabbet-ehliyet dengesi: Sevgi, liyakati gölgelememelidir.

Efendimiz’in (sas) Mekke valiliğine genç ve ehliyetli Attâb b. Esîd’i ataması; Hâşimîlerin devlet görevlerinden uzak tutulması bu dengeye dair eşsiz örneklerdir. Irkçılığın hakikati örten tarafını ise Müseylimetü’l-Kezzâb’a inanan Talha en-Nemirî’nin şu sözü ortaya koyar: “Muhammed haklıdır ama Benî Rebîa’nın yalancısı, Benî Mudar’ın doğrusundan bana daha evladır!” [Taberî, Târîh, 2/277]. İşte bu, ırkçılığın gözleri kör etmesidir.

Peki bu hastalığın sonucu nedir?

Câhiliye ölümü:Kim asabiyetle savaşır, onun uğruna ölürse, ölümü câhiliye ölümüdür.” [Müslim, “İmâre”, 57].

Ümmetten kopuş:Irkçılığa çağıran, onun için savaşan, onun için ölen bizden değildir.” [Ebû Dâvûd, “Edeb”, 111-112]

Peki Tedavisi Nedir?

Efendimiz (sas) bu sorunun da cevabını vermiştir: “Sizden biri, kendisi için sevip istediğini, din kardeşi için de sevip istemedikçe tam iman etmiş sayılmaz. [Müslim, “Îmân”, 69-72]. Kürt olarak ne istiyorsan Türk için de iste. Arap olarak neyi arzuluyorsan, Laz, Çerkez, Arnavut, Boşnak için de onu iste. Reçete bu kadar net ve sadedir…

Dua ve Çağrı:

Allah’ım! Muhacir ile ensâr nasıl kardeş kıldıysan, bizleri de kardeş kıl!

Evs ile Hazrec’in kalplerini nasıl ısındırdıysan, bizim kalplerimizi de öyle ısındır! Âmîn.

Biz kardeş olursak, bir olursak, el-Vâhid ve el-Ehad olan Allah’ın isminin gölgesinde gerçekten vahdet buluruz. Tarihte bir kez olan, bir kez daha olabilir. Ensâr-muhacir kardeşliği yeniden dirilebilir. Biz bu ümmeti asabiyetten arındırır, takvâda buluşturursak, Allah’ın bu dualara nasıl icabet ettiğini hep birlikte göreceğiz inşallah.

Mevlâ bizi birbirimize ve birbirimizin dualarına şâhit kılsın (Âmîn).

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Hissetmekten mi korkuyorum, yoksa unuttum mu?...
Mehmet Kaman
Dijital Teknolojinin Ahlâkı ve Toplumsal Çürüme Ü...
Sadi Özgül
Cami Mimarisinde Kaybettiğimiz Hikmetin Peşinde Ol...
Avni Çebi
Ait Olmadığımız Dünyalarda Çürümek...
Şule Beşinci
Psiko-Sosyal Açıdan Güvenin Yitimi...
Ferhat Kardaş
RÖPÖRTAJLAR
“Hakikat algısının aşınmasıyla çürüyen insan ve ...
Ahmet Mercan
“Reform edilmesi gereken bir şey varsa o da modern...
Recep Şentürk
Öz eleştiri, varlığımızı geleceğe taşıma konusunda...
Temel Hazıroğlu
“Gazze” demek şahitler diyarı demektir....
Muhammed Emin Yıldırım
“Şahitlik; her zaman ve zeminde hakkı söyleme, hak...
Şinasi Gündüz
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Değişemeyen mi çürür, çürümek mi değişimdir?...
Abdülhamit Güler
Sinema Sanat Olmasaydı, Çoktan Bitmişti......
Abdülhamit Güler
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Bir Mabedler Şehridir Ankara
Mikail Çolak
Doğunun Tüm Yolları Erzurum'dan Geçer...
Mikail Çolak
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Dost Saliha Olandır
Rumeysa Döğer
Ya Hanzala Münafık Olmuş Olsaydı?...
Rumeysa Döğer
Leyla “A” dır
Rumeysa Döğer
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
NEBEVİ VARİSLER
Yahya İbrahim Hasan Sinvar: Filistin Davasının Bir...
Selcan Çakar
Ubey b. Kâ'b: Allah’ın Seçtiği Muallim...
Damla Mıdış
Ümmü Seleme
Hayrunnisa Duran
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x