Toplumsal çürüme, sosyolojide geçerli yapının; organik sağlıklılık halini yitirmesi, bozulmaya başlamasından mecazdır. Toplumun bozulması ile ifade edilmek istenen şey, söz konusu toplumda hayır yerine şerri, salah yerine fesadın tercihe şayan olması kastedilir. Bu tercih bireysel olmayıp genel bir eğilim halidir. Helaki gerektiren halde toplumun iyiyi tercih etme ihtimali kaybolmuş, bir seçenek olarak iyi çok geride kalmıştır.
Bir başka açıdan toplumsal çürüme; Toplum tarafından üzerinde uzlaşıya varılmış ve onaylanmış değer ve yargıların sosyoloji üzerindeki etkinliğini kaybederek zayıflamasıdır. Süreçte toplumun, öncelikleri ters yüz edilmiş, kuşaklar arası etkileşim ve aktarımları dumura uğramıştır. Bu durumda önemlinin önemsiz, önemsizin de önemli görüldüğü bir doku hiyerarşisi kaosundan söz edilebileceği gibi toplumsal uzlaşı süreçte zarar görmüştür.
Söz konusu sosyolojinin dokusuna yabancı unsurların eklemlenmesi suretiyle toplumun genetiği değişime uğramış olabilir. “Kendinden kaçma”, “kendine yabancılaşma” denilebilecek bu doku değişiminde, özellikle idealist norm ve değer sahipleri, alınan yeni şekilden rahatsızlık duyar, toplumun çıktılarının sağlıksız olduğunu savunurlar. Toplumun üzerinde mutabakat ettiği adet, örf, din… Gibi geleneği temsil eden yapılar, süreçte ya işlev kaybı yaşmış ya da tamamen etki alanlarını kaybetmişlerdir.
Toplumsal beden bir ur taşıyor, dolayısıyla komuta merkezinden bedene gönderilen sinyallere doğru tepki alamıyor olabilir. Bu durumda beden yabancı virüs taşıyan bu ur, kendi içinde yeni bir hiyerarşi oluşturmuş, eski yapıdan bağımsız otonom bir yapı inşa etmiştir. Bunun ileri safhası, toplumda bütün uzuvlar ur tabir edilen hastalıklı yapının etki alanına girmiş olması sağlıklı yapının hiyerarşik önceliğini yitirmiş olmasıdır… Tam anlamıyla çürüme budur. Bu toplumun ürettiği tüm alt ve üst yapıların beslediği değerler, zehirlemiştir ve hastalıklıdır. Sağlıklı kararların alınmadığı, etik normlara riayet edilmediği bu toplumda hevâ ve heveslerin beslediği hedonizm “çünkü ben böyle istiyorum”cu derinliği olmayan, kökleri gösterilmeyen nedenler, edimlerin arkasındaki gerekçelerdir.
Bireylerin içinden geldikleri topluma bağlılıklarını azaltan, onların aidiyet hislerini azaltan, bu yeni durumda söz konusu toplumda ayrışmanın artmasına ve toplumsal huzursuzlukların toplum katmanlarının tümüne yayıldığı görülür. Toplumda benimsenen, iş ahlâkının kaybolması, dürüstlük, adalet, gibi kavramların anlam yitimi yaşadığı varsayılır. Güven duygusu böyle bir toplumda kayıptır. Bu yüzden kalabalıklar kendilerini daha kalabalık gruplara uyum sağlamak onlara entegre olmak zorunda hissederler. Güvenlik arayışının tetiklediği bu tutunma çabası, kalabalığı artmış grubun muhatabına etik hiçbir değer kaygısı gütmeden ve hiçbir ahlâki erdeme sığmayan edimlerde bulunmalarını sonuç verebilir.
Çürüme, inanç, ahlâk, erdem, gibi değerlerin gün geçtikçe daha ağır hasta olması, sonuçta anlamını yitirmesi, işlevsizleşmesi demektir. Böyle bir toplumda dışarıdan bir müdahale yapılmaksızın, sağlıklı hücrelerin, kendilerini üreterek bedene yeniden sağlıklı formunu kazandırmaları nadir görülen durumlardandır… Hilfu’l-fudul gibi yapılar; kokuşmuş bir toplumda, yaşadıkları Mekke şehrine seyahat, ticaret ve dini gerekçelerle gelen fakat haksızlığa uğrayan insanların haklarını savunmak için organize olmuş birkaç sağlıklı hücrenin faaliyetidir. Bu yapı özellikle ticaret ve hac için Mekke’ye gelen ve çıkarlarını bu ahlâksız zorbalara karşı koruyamayan güçsüz kimselere yapılan haksızlıkları önlemek amacıyla kurulmuştur…. Bu çıkışlar çürümüş bir bedenin sağlıklı son hücrelerine de veda ettiği, gelecek adına ümit vermeyen etkisiz teşebbüsler
“Lekum dinikum veliye din” çürüyen ve kokuşan toplumun, eski uzlaşıyı bir kenara bırakarak yeni bir metin öneren despot bir yapının önerdiği yeni uzlaşı metnine razı olmayan ve daha temiz bir geleceği özleyen ve kurgulayan, sağlıklı hücrelerin ortaya koyduğu alternatif bir çıkış yolu arayışıdır. Bu çıkış Mekke site devletinde egemen despot bu yapının, toplumun geriye kalanını zehirlemesine “dur” diyen bir çağrıdır. Var olana insanların mecbur olmadığını deklare eden bir başka tabela bir başka bakış açısıdır.
Toplumun çökmüş bağışıklık sistemini onarıp, bu kokuşmuş çürümüş yapıdan yeni ve alternatif bir toplum üretmeyi öneren bu çağrı, epistemolojik ve ontolojik algıları itibarıyla da ayrıştıkları sosyolojiden farklıdırlar… Farklı öncelikleri ve otoriteleri olan böyle bir toplumda, toplum sözleşmesi bozulmuş dayanışma, güven ve iş birliği gibi önemli ilkelerin zayıflamasına yol açarak, sosyal düzenin ve toplumsal yapının sarsılması kaçınılmaz olmuştur. Alternatif bir noktada ve yeni bir değerler ekseninde iş ve norm barışı temin edilmek zorundadır. Bu yüzden Hz. Peygamber’in yöneldiği hedef “güven toplumu” olmuştur.
İslâm, kokuşmuş çürümüş bu toplumda, Hz. Peygamber’in biyolojik olarak temsilcisi olduğu, fakat değerleri itibarıyla ayrıştığı Mekke toplumunun enkazından dönüştürerek yeni bir toplum inşa etmiştir. Muhataplarından her birinin cahiliye geçmişleri olduğu, cehaletin ve küfrün en karanlıklarını tecrübe ettikleri için bu insanlar Hz. Peygamber’in aydınlığının büyüsüne kapıldı ve ondan asla ayrılmadılar. Şayet bu çürümüşlüğü yaşayıp böyle bir toplumu tecrübe etmeselerdi, aynı sadakat ve ihlasla daha temiz bir toplum için bu denli yoğu bir cabanın içine girecekleri şüphelidir.
Yeniden inşada bir aparat olarak görev üstlenen hasta bir toplumdan sağlıklı bir toplumun devşirilmesi için din fonksiyon üstlenmiştir. Din toplumları kontrol etmek ve bireyler üzerinde bir baskı oluşturmak için bir araç olarak kullanabilir. Dinin kimi anlaşılma biçimleri önce toplumları susturmak sonra uyutmak için bir araç haline gerilebilir. Var olan doğal hali ile din, egemen güçlerin sahiplendiği, onların çıkarlarına hizmet eder onların değirmenlerine su taşıyan bir yapıya dönüşebilir. Siyasal erk, dini otoriteyi de iktidarlarının bir aracına dönüştürmüş, dindarlığı da sömürüye konu haline getirmek istemiştir. Siyasal mihraklar, dindar kitleler ile temas kurarak, kendi siyasal hedeflerine ulaşmakta araçsallaştırmayı istemiş olabilirler. Cemaat, cemiyet, mezhep, tarikat… vb. yapıları arka bahçesi haline getirerek, tabanını konsolide etmek bir politikacının sıkça gördüğü rüyalardandır. Bu sistemin doğurduğu handikaplardandır. Bu yüzden garipsenemez.
İnsanlar üzerinde daha fazla kontrol sağlamayı isteyebilir bir yönetici, buna uygun aparatlar da belirlemek isteyebilir. Din de bu potansiyel araçlar içerisinde yer alabilir… Bu anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılır olmayan, fabrikamızda işe alacağımız kişinin mezhebini, dinini, tarikatını, sormaz onu alınacak pozisyona uygun birikim ve beceriye sahip olup olmadığını sorarız… İnşaatımızı yaptıracağımız taşeron firmanın donanım ve imkânlarının bu işi yapmak için yeterli olup olmadığını sorarız… Bitirdikleri proje ve deneyimleri sorgularız… Onların dini yetkinliklerini ilk planda sorgulamayız. Zira bu onların alan yetkinliği onların fıkıh ya da dinin diğer alanlarındaki yetkinliklerinden daha önemlidir… Kiraladığımız evde ev sahibimizin dini inancı ya da mezhebinden ziyade evin oturulabilir koşulları ve ekonomik maliyetlerini göz önünde bulunduran hesaplar içinde oluruz…
Siyasal bir aktörün de hangi mezhep hangi tarikat hangi takım hangi mahalleli olduğu değil, yönetme becerisi talip olduğu pozisyona liyakatini öncelikle sorgulamak gerekir. Oysa vakıa kişilerin siyasal ve entelektüel donanım açısından yetkin olup olmasının değil, dini ve ideolojik eğilimlerinin yetkinlik ve yeterlilikten önce sorgulandığını ortaya koyuyor. Durum bu minvalde olunca da Allah ile aldatmak yaygın bir sömürü aracına dönüşüyor. Bu durum da toplumsal çöküş ve çürümenin belirtilerindendir.
Toplumlar, belirli normlar üzerine inşa edilir varlıkları da bu değerlerin işlevselliği ile bağlantılıdır. Erozyona uğrayan ve aşındırılan değerlerin toplumdaki etki gücü ve bireylerin söz konusu normlara itibar ederek onları benimsemesi oranındadır. Dinin siyasal bir aparat olduğu toplumlarda iyilik, yardımlaşma, adalet, ahlâk gibi değerlerin zayıflaması, bireylerin birbirlerine olan güvenini sarsar ve toplumun bir bütün olarak işleyişi bundan olumsuz etkiler.
Zarar görmüş, yaralanmış değerlerin tamirinin, moral değerler ve din tarafından yapılması beklenir. Oysa bu vakıada din siyasal erkin kontrol ettiği bir aparattır. Bu sebepten dinin sağaltıcı etkisi, özellikle siyasal muhaliflerde beklendik düzeyde olmaz. Bu örnekte dini otorite siyasal erki temizleme ya da temizmiş gibi gösterme aracıdır. Yanlışlarını düzeltmek değil yanlışlarını aklamak ve yapılanı meşrulaştırarak görevi üstlenir. Siyasal erke yöneltilen eleştirileri de bu süreçte dini otorite karşılar. Yaşanılan proses siyaseti değil dini itibarsızlaştıran, sosyolojideki etki gücünü azaltan yönde etki yapar.
Sosyal çürümenin olduğu toplumlarda, bütün değer ve yargılar, pazarlığa konudur ve kişinin hedeflerine ulaşması için birer araç mesabesindedir. Bu toplumlarda Makyavelist bir yaklaşım hâkimdir ve bütün kutsallar sömürülmeye adaydır. Din de bu kutsallar kümesinden olarak istismar edilmiştir.
Çürümüş bir toplumda hukuk sistemindeki sorunlar da bir semptom olarak görev üstlenebilir. Zira toplumsal çürümenin yoğun biçimde görüldüğü alanlardan biri de adaletin ifasıdır. Zira adalet duygusu toplumsal yapıyı etkileyerek, bireylerin güvenliğini, yaşam kalitesini ve psikolojik durumunu derinden etkiler. Çünkü toplumda düzeni, güveni ve adaleti sağlamaktan hukuk, sorumludur. Hukuki sistem adalet mefhumunun canlanıp nefes aldığı yapıdır. Sorunlu bir hukuk algısından adalet bu yüzden beklenemez.
İnsanların adaletin tecelli etmeyeceği yönündeki inancı, hem onları kanun dışı yollardan haklarını aramaya yöneltir, hem de kötü niyetli olanları zayıfların haklarını gasp etmek konusunda teşvik eder. Hukuk sistemi ve adaletin işleyişinde ortaya çıkan aksaklıklar, toplumun adalet duygusunun zedelenmesine, bireyler arası güvenin azalmasına ve toplumsal bağların zayıflamasına yol açar… Tüm bu durumlar, sosyal çürümeyi besleyerek derinleştirir. Zedelenen adalet duygusu, sosyal çürümenin başlıca sebeplerinden ve dışavurum biçimlerindendir.
Adalet, toplumun temel taşlarından biri olarak bireyler arasında güveni sağlayarak toplumsal bütünlüğü korur. Ancak hukuk sisteminde adil kararların alınmaması ya da geç alınması, suçların cezasız kalması, adalet duygusunu zedelenmesine yol açtığı gibi, zorbaları da hukuksuz işlere tevessül etmek konusunda cesaretlendirir. Bu durum toplamdaki bireylerin adalete olan güveninin yok olmasına sebep olur.
Adaletin sağlanamadığı ve cezaların caydırıcılığını ve hukukun otoritesini yitirdiği bir toplumda, bireyler hukuka olan inancını kaybeder. Bu da toplumda hukuka güvenin azalmasına yol açar; bireyler, kendi adaletini sağlamaya yönelen tehlikeli adımlar atabilir. Hukuk sisteminde güçlülerin korunması gibi ayrımcılıkların yapılması, hukukun tarafsızlığını kaybetmesini getirir. Böylece güçlü ekonomik ve siyasi sınıfların, hukuki ayrıcalıklardan faydalandığı, korunup kollandığı bir düzen yaratır. Bu algı ve perspektif toplumda kokuşmayı hızlandırır.
Adaletin satın alınabilir olduğu algısı yaratılan bir toplumda eş zamanlı olarak verilen mesaj “güçlü olan kazanır” mesajıdır. Bu durum, görece daha zayıf toplum katmanlarının adaletten ümit kesmeleri ve içinde yaşadıkları toplum ile iş birliği yapmalarına engel oluşturur. Devlet erkinin güçlüler için ve onların lehine aldığı kararlar, sıradan halkın sisteme olan güvenini iyice sarsar. Böyle bir toplumda birlikte yaşama azim ve karalılığı ortadan kalkar. Zira haklar ve sorumluluklar dengesi taraflardan biri lehine bozulmuş, devlet çarkı güçlüler için dönmektedir. Toplumun mustazafları daha fazla bu yükü taşımak, için gönüllü olmayacaklardır. Toplumda ayrımcılık duygusu yayıldıkça, eş zamanlı olarak yayılan duygu, derin bir eşitsizlik olacaktır. Bu durum, toplumsal barışı ve dayanışmayı tehdit ederek, dezavantajlı grupların kendilerini haksızlığa uğramış ve yalnız bırakılmış hissine gark olmalarına neden olur. Toplumdaki bölünmüşlük algısını derinleştiren ve çürümeye katalizör etkisi sağlayan bir faktördür.
Haksızlığa uğradığı hissine sahip toplum katmanları haklarının kendilerine iadesi amacı ile her türlü yöntemi meşru kabul ederek, hak dağıtıcılarını etkileme yoluna gireceklerdir. Bu mafyatik yapıları ortaya çıkaracak kadar güçlü bir neden olduğu gibi, bürokrasiye yatırım yapan bir kitleyi de besler. Zira hakların satın alınabildiği bir toplumda bilmek değil, satın alabilmek teşvik ve teşci edilmiştir. Böyle bir toplumda yozlaşma, yolsuzluk ve rüşvet gibi hukuksuz eylemler yaygınlaşır. Para ve diğer kaynaklarının belirli bir kitlenin kontrolünde olduğu toplumlarda, eşitsizlikler insanlar arasında statü rekabetini körükler ve bu rekabet sebebiyle, bazı bireyler başarıya ulaşmak için etik olmayan, yollara yönelebilirler. Haksızlığa uğrayan birey, adaletin yerini bulacağına ve kendisine hakkının iade edileceğine inandığında, kendini güvende hisseder. Öte yandan suça yeltenen birey işlediği sucun cezasını er ya da geç fakat mutlaka ödeyeceklerini bilirse suç işlemekten uzaklaşır. Suça yönelik eylemlerinin sonucu olacağını bilen insanların oluşturduğu bir toplum adalet sisteminden çekinir. Bu toplumun, suçtan uzak bir yaşam sürmesini sağlayarak sosyal çürümenin önüne geçilebilir.
Toplumsal barışı bozulmuş, birlikte yaşama azim ve kararlılığı kalmamış bu toplumda adalete hesap verme korkusu olmadığı gibi adalet beklentisi de kalmadığı için kişi başarı için her yolu mubah görecek, uygulayacaktır. Böyle bir toplumda gasp, hırsızlık, uyuşturucu ticareti de dâhil her türlü suç toplumda yaygın hâle gelirken, suç oranlarının yükselmesi, toplumda korku ve endişeyi artırır…
Aile kurumunun yaşadığı dram, geleneksel kodlarla kurulmuş aile kurumunun geleneksel değerlere saygı duymayan kadın ve erkeğin yine geleneksel kodlarla dağıtılmış rollerini onaylamaması sebebiyle, trajik konumdadır. Yılarca süren boşanma davaları, ömür boyu ödenen nafakalar, kanun yapıcı farkında olmasa bile kadın cinayetlerinin ardındaki temel nedendir. Bireyin sosyal alanda duyduğu güvensizlik dolandırılma korkusu, dijital evrende de devam ediyorsa, toplumsal güven bunalımı yaşanmaktadır. Bu bir çürümüşlük kokuşmuşluk göstergesi olduğu gibi, alanda devletin fonksiyonel olmadığının da göstergesidir.
Devletin kontrol ve denetim görevini yapıp yapmadığı, depremdeki yıkımlarda görülmüştür. Öte yandan, enflasyon kontrolü için yapılan denetimler, gıda sektöründeki tağşiş… vb. durumlarda da devletin teftiş ve denetim görevini yerine getirmediğini göstermiştir. Bu durum, toplumun farklı kesimlerinin birlikte yaşama kararlılığını yitirdikleri ve sorumluluk almadıklarını göstermiştir.
Sosyal Çürümenin Yoğun Biçimde
Gözlemlenebildiği Alanlar:
1. Sosyal Ayrışma ve Toplumsal Nefret: Sosyal çürümenin görüldüğü toplumlarda, bireyler arasında güvenin azalması ve bağlılık hissinin zayıflaması beklenir. Bu durum, toplumsal çatışmaları ve ayrışmayı tetikler. Sözü edilen güvensizlik duygusu, bireylerin kendilerini belirli gruplara ya da ideolojilere ait hissetmelerine sadece onalar güven duymadıkları “ötekiler” e karşı nefret beslemelerine yol açar.
Tolumdaki bölünmüşlük hissi, kampların kendi dışındakilerine sağırlaşmalarını ve onlara duyarsız kalmalarını sonuç verir. Konsolide olarak homojenleşme çabası dışlamayı beraberinde getirirken duyarsızlaşarak yokmuş gibi davranmak ise sosyal ayrışmayı sonuç verir. İzole edilmiş ayrık yapılar ise, birlikte yaşama azim ve ümidini de süreçte yitirirler. Çünkü alanda duyumsama ve dayanışma eksik, buna karşın güvensizlik hâkimdir.
2. Dezavantajlılara karşı artan kin ve nefret: Çürümekte olan bir toplumda, dezavantajlılar topluma yük kabul edilerek, yaşlı engelli… gibi yapıların devletin himaye etmesine karşı toplumun geri kalanları tarafından bir öfke duyulur. Çünkü varsayıma göre, onlar üreten sınıflardan değildir. “Bu dezavantajlı grupları “toplumun sülüğü” olarak gören, bu sınıflar, onların üreten grupların imkânlarını tükettiklerini düşünürler. Dayanışma ruhundan yoksun bu yapılar, paylaşımda pay sahibi olanların, o imkânı üretenler olması gerektiğini savunurlar. Bu yaklaşım toplum barışını zedeleyen ve birlikte yaşama ruhunu provoke eder.
3. Kadın Cinayetleri ve Kadın İstismarı: Sosyal çürümeyle illetli bir toplumda görece toplumun daha naif ve zayıf kesimleri olan yaşlılar, kadınlar çocuklar ve hatta hayvanlara karşı da toleranssızdırlar. Devletin aile sorununa bir çözüm üretememesinin bir türevi olarak kadına karşı şiddet ve istismarın neticesi olan kadın cinayetleri, sosyal çürümenin bir göstergesi.
Geleneksel toplumda kadınların hayatının sistematik olarak daha az değerli görülmesi, eşitsizliklerin normalleştirilmesi ve kadına atfedilen toplumsal cinsiyet rolleri vb. etkenler, geleneksel kalamayan fakat modern de olamayan toplumuzun çözüm bekleyen bir sorunudur.
4. Çocuk Cinayetleri ve Çocuk İstismarı: Sosyal çürümeye bedel ödeyen bir toplumda kadınlar çocuklar ve hayvanlar toplumun zayıf halkaları olarak daha fazla bedel öder.
Geleneksel toplumdan farklı olarak artık savaşlarda bile himaye edilmeyen ve varlıkları hesaba katılmayan bir kitledir çocuklar. Kadınlar ve yaşlılar da dokunulmazlıkları göz önünde bulundurulmayan hakları ihlal edilen gruplar arasındadır. Geleneksel toplumda bu grupların savaşlarda bile ve düşman tarafından bile gözetmesi gereken toplum kesimleridir.
Tümüyle korumasız bu kitlenin himayesiz bırakılması, söz konusu toplumun geleceği adına bir tehlikedir. Geleceğin yetişkini bu küçük ve masum bedenleri psikolojik ve fiziksel iyi oluşları temin edilmez, sorunları giderilmezse gelecekte hasta bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Psikolojik sağlıkları bozuk bir toplumsal yapıda çocuklara yönelik suistimal ve istismar vakalarının artması, dünyada insan neslinin sağlığını tehdit eden bir yapıya evirilebilir.
Yalnızca fiziksel değil, duygusal ve zihinsel travmalara da yol açabilecek bu tehlike ivedilikle çözülerek, çocuklara güvenli limanlar inşa edilmelidir. Bir çocuk evde, okulda, otobüste, hastanede, sokakta dijital evrende vb. ortamlarda güvende değilse sağlıklı bir toplumun inşasına imkân yoktur.
5. Hayvan Cinayetleri ve Hayvan İstismarı: Sosyal çürümeyle malul, hasta bir toplumda kadınlar çocuklara ek olarak hayvanların yaşamına da tolerans gösterilmez. Hayvan dostlarımıza karşı şiddet ve istismar, bir toplumda empati becerisinin eksikliği vicdani erdem yoksunluğu göstergesi olarak ortaya çıkar. Sosyal çürüme, insanların diğer canlılara karşı duyarlılıklarını kaybetmesine de neden olur. Bu durum, toplumun artık şiddeti normalleştirdiğini hatta hoş gördüğünü de yansıtabilir. Hayvanlara yönelik duyarsızlık ve kötü muamele sözü edilen topluma dair çok fazla geri dönüt, alt metin mesajı verir.
6. Suç Oranlarının Artması: Sosyal çürümenin sosyal normların zayıflaması, ahlâkın işlev yitimine uğraması, bireylerin hukuk kurallarını da içeren sosyal kurallara uymama eğilimlerini artırır. Çürümekte olan bir toplumda suç oranlarının artması bu yüzdendir. Sosyal dejenersyonun doğurduğu bir nedenle sosyal bağların zayıflaması, böyle bir toplumda görülür. Toplum tarafından onanan davranış kalıplarının ve ahlâki değerlerin anlam ve değer kaybına uğramasıyla birlikte, toplumsal sorumlulukların ifasında azalma görülebilir. Sosyal çürüme görülen bir toplumda, bireylerin birbirilerinin sorunlarına karşı duyarsızlaşarak egoistleştiği görülür. Ahlâki ve vicdani ölçek ve pusulasını kaybetmiş bireyler, hedeflerine ulaşmak ve çıkarlarını korumak için her türlü suçu işleme cüreti gösterebilirler.
7. Afetlerde Dayanışmak Yerine Afeti Fırsata Çevirme: Toplumsal çürümenin bir başka göstergesi de toplumun geçici bir süre ile olsa bile toplumda dezavantajlı konuma gelmiş unsurlarını bir sömürü aracına dönüştürmeleri ve bundan rant sağlama yarışına girmeleridir. Deprem, sel, yaygın… Gibi afetlerden sonra hortlayan fırsatçılık dayanışma ruhunu zedeleyecek kadar katıdır.
Yolcular, hastalar da bu dezavantajlı gruplar arasında kabul edilebilir. İslam inancı Yolcunun bu dezavantajlı konumunu farkında olarak, Zekat’tan ona pay bile ayırarak, bir dayanışmayı önermişken, Otogarlar, Hava Alanları ve Tren garları… gibi yolcuların ağırlandığı mekanlarda yiyecek içecek gibi iaşe ve ibate materyallerinin fahiş fiyatlarda satılması, sınırlı imkanları ranta dönüştürme çabasından bağımsız ele alınamaz. Başka seçenek olmadığı için astronomik rakamlar isteme bir çürüme belirtisidir.
Hastahaneler, hasta ve hasta yakınlarının bulunduğu mekanlar olarak toplumun geçici olsa bile yine dezavantajlı bir diğer grubunu ağırlar. Hastane civarına çöreklenmiş, sözüm ona ticaret yapan esnafın özellikle yiyecek ve içecek gibi sıradan ürünleri sıra dışı fahiş fiyattan satmaları da başkasının imkansızlığından beslenmek ve bunu ranta dönüştürmek girişimi olarak toplumsal kokuşmuşluğa örnek göstermek icap eder.
8. Hasta Topluma Dönüşme ve Anormali’yi Normalleştirme: Toplumda şiddet, istismar olayları gibi suçlar, hangi oranda yaygınlaşırsa, insanlar da bu tür olayları aynı oranda daha sıradan vakıalar olarak algılamaya başlar. Normal görülen sıradan olaylara ise bireyler tepki veremez hâle gelir. Suç oranlarının giderek artması da bu normalleştirme algısı ile işkili bir meseledir. Normalleştirme artıkça sürecin toplumu zehirleme imkânı daha fazla olacaktır. Gözlerimiz önünde işlenen suçları görmezden gelme, “görmedim duymadım bilmiyorum” şeklinde üç maymunu oynama tavrı, normalleştirme operasyonunun parçasıdır.
Çürümeden Sonra Helak:
Belirli değer yargıları ekseninde toplumda oluşmuş hiyerarşi, belirli parametreler inşa etmiştir. Vahiy yoluyla gelmekte olan emir ve yasaklar, söz konusu toplumun inşa ettiği değer yargıları ve normal hiyerarşisi ile çatıştığı durumlarda toplum ilahi emir ve yasağı kendi normlar hiyerarşisine feda ederek, bir tercihte bulunur. Bu bir yol ayrımıdır… Allah, alternatif bir norm inşası talebinde bulunulmayabilir, fakat bulunursa; var olan ile talep edilen arasında bir gerilim oluşturarak bireyden kendi öneri lehine tavır almasını ister. Birey artık bu noktadan sonra doğru-yanlış şeklinde iki durum ile karşı karşıyadır. Helak, sürekli kirlenen ve kirlenmesinin önü alınamayan, kokuşması geri döndürülemez bir hal almış toplumların itlafı anlamı ifade eder. Bütün tedavi çabalarına olumsuz yanıt vermiş ve geri döndürülemez biçimde hasta bir toplumun sonlandırılması anlamı taşır. Bu toplum sağalma imkânından yoksun olduğu gibi başkalarını zehirleme potansiyeli de oldukça yüksektir.