Zatıyla kaim, “esmâ” ve “şuunatıyla” maruf olan Allah, yoktan var ettiği muazzam kâinatı, bazı yasalarla onun yaşanır varlığını devam ettirerek kullarına olan rahmet ve merhametini en üst düzeyde göstermiştir. Dâru’l- hikmet olan bu kâinatı Allah, insan için yaşanır hale getirmeyi ve bunu devamlı kılmayı bazı yasalarla gerçekleştirmektedir. Esmâ-i ilâhiye’nin tecellisi olan kâinatta cari olan bu yasaları materyalist ve natüralist çevreler “tabiat, doğa yasaları” şeklinde adlandırsa da İslam literatüründe bunların hepsi “sünnetullah/kevnî kanunlar/uygulamalar” olarak adlandırılmıştır. Sünnetüllah denilen bu “İlâhî yasalarda bir değişiklik olmamakla birlikte, söz konusu yasaları öğrenmek suretiyle, onları lehimize kullanabiliriz. Allah’ın varlık dünyasıyla ilgili kanunları bilindiği takdirde onları kontrol altına almak ve iyiliğin hâkim olma sürecini hızlandırmak mümkündür. Bu ilâhî yasaların bilinmesi ise ancak geçmişlerin tarihini, onların yükselme ve gerileme nedenlerini araştırmakla ortaya çıkabilir.”
Kur’an’da; “afaki ve enfüsi” (Fussilet 41/53) olarak isimlendirilen, insanın içinde ve yaşadığı dış âlem olan evrende cereyan eden bütün gelişmeler birer “ayet” olarak tanımlanmıştır. Buradaki ayeti hem Allah’ı gösteren birer işaret hem de Allah tarafından konulan birer “yasa/kanun” olarak tanımlamak mümkündür. Dolayısıyla kâinat binlerce yasalarla örülmüş sistemler, galaksiler mecmuudur. Yağan yağmurlar, seller, depremler, yaşanan mevsimler vb. kevnî durumların hepsi bu külli yasaların birer parçasıdır. Zira “O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez.” (En’âm, 6/59)
Bu külli yasalardan biri de “inâyet “yasasıdır. Bu yasanın mahiyetine geçmeden önce belki de genel olarak Allah’ın kâinatta cari olan kanunları bağlamında birkaç hususu daha dile getirmekte fayda vardır.
Tarih boyunca Allah’ın varlığı kadar kâinattaki sünnetullah denilen yasalar hakkında da faklı yorumlar yapılmıştır. Başta felsefeciler olmak üzere, kelamcılar ve İslam filozofları bu yasaların keyfiyeti ve mahiyeti üzerinde uzun uzadıya tartışmıştır. Allah’ın zatı, sıfatları ve icraatlarının yanı sıra eşya ve insan ile olan ilişkisi hem filozofların hem de kelamcıların gündemlerinin ortak konularından biri olmuştur. Allah’ın ezel ve ebed sıfatları ile beraber eşyanın varlığı ve devamlılığının arka planı da bu sıfatlar bağlamında zaman zaman geniş tartışmalara konu olmuş, hatta Allah’ın ezeli sıfatının tecellisi bağlamında eşyanın ezeli durumu bile bu tartışmalardan kurtulamamıştır. Eşya ile Allah’ın zatı arasında bu kadar yakın bir anlamdan yola çıkarak varılan bu nokta, aslında Allah’ın mahlûkatla olan irtibat, iltifat rahmet ve inâyetin bir tecellisi olarak okunması gerekirken, maalesef Allah’ın sıfatının bir parçası halinde yanlış bir anlamanın yoluna gidildiğini ifade etmek mümkündür. Allah’ın eşya üzerindeki yasaları görmemezlikten gelinerek o yasalarla, eşyada devam eden faydaların, bizzat eşyanın kendisinden kaynakladığı şeklindeki batıl bir inancın birçok filozofu bile yanlış bir anlayışın içine sürükleyebilmiştir. Sanattaki mükemmelliği bir Sani’-i Kadire dayandırma yerine bizzat eşyanın kendisine hamletmenin gafleti, maalesef tarih boyunca hep var olmuştur.
Kelime anlamı olarak inâyet; “istemek, önem vermek, ilgilenmek, özen göstermek, üzerinde durmak, amaçlanmak, alakadar olmak” anlamlarına gelirken, terim olarak da “Allah’ın kâinat hakkındaki küllî bilgisi ve takdiri” şeklinde bir felsefî terim olarak tanımlanmıştır.
Allah’ın tecellisi olan kâinatı felsefeciler çoğunlukla, “Tanrı-Evren” ekseninde ele aldıklarından dolayı evrene müteallik ve ilahi yasalardan bir olan “inâyet” konusuna da bu çerçevede kısaca bakmakta fayda vardır. Zira bu kelimenin felsefi bir terim olarak tanımlanmasıyla doğal olarak filozof ve kelamcıların bu konudaki düşünceleri öne çıkmıştır. Bu nedenle inâyet kavramının kâinatın işleyişinde yer alan külli bir kanun olarak tanımlanmasından dolayı bu konuda fikir yürüten filozof ve kelamcıların düşünceleri daha çok öne çıkmıştır. Tanrı, âlem ve insan ilişkisi tarih boyunca hep tartışılmıştır. İnâyet kavramı da bu bağlamda ilk dönemlerden itibaren bu tartışmanın merkezinde yer almıştır.
İlk çağda inâyet düşüncesinin en büyük sistematik savunucularından birisi ve ilk filozoflardan olan Platon/Eflâtun (m.ö. 427-347), Tanrı’yı “mutlak iyi, bilge ve mutlak adil” olarak adlandırmış ve O’nun yaratıcılığından evrene şekil vermesinden söz etmiştir.
Orta çağın en önemli Hristiyan düşünürlerinden biri olan St. Augustine (m. s. 354-430) Tanrı’nın iyilik, hikmet, sevgi, kudret ve iradesini ön plana çıkarmış ve inâyet konusu üzerinde önemle durmuştur. Ona göre Tanrı inâyet sahibidir. Çünkü O, bilen ve yapandır. Evren de Tanrı tarafından insanoğlunun yaşaması için iyiliklerle dolu bir şekilde yaratılmıştır. Augustine’nin bu düşüncesi Kur’an’ın şu ifadeleriyle de yakınlık arz etmektedir: “O’nun emriyle içinde gemiler yüzsün, lütfettiği nimetleri elde edesiniz ve şükredesiniz diye denizi istifadenize veren Allah’tır. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır.” (Câsiye, 45/12-13)
St. Thomas (ö. 1274), doğadaki uyumluluk ile tertibe dikkat çekmiş, nesnelerdeki amaçlılık (nihai sebep) fikriyle inâyete açıklık getirmeye çalışmıştır.”
Eflâtun ve Aristo’nun âlemin “yaratılışı” üzerindeki tartışmaları İslam filozoflarını da bu konuda bazı yorumlara götürdüğünü söylemek mümkündür.
İslam filozofları yukarda değindiğimiz gibi inâyeti, “Allah’ın küllî bilgisi ve takdirinin kâinatın varlığı ve iyiliği yönünde tecelli etmesi ve bu tecellinin mükemmel olarak devam etmesi” diye izah etmişlerdir. İslam filozoflarından ilk akla gelen, Kindi (ö. 252/866 [?]) Fârâbî (ö. 339/950), İbn Sînâ (ö. 428/1037) ve İbn Rüşd’ün (ö. 595/1198) “inâyet” konusundaki görüşleri dikkat çekmiştir.
“İlk İslam filozofu Kindî’nin düşüncesi içerisinde tedbir kavramıyla ifadesini bulmaktadır. O, uzak ve yakın sebep anlayışıyla bütün var olanlara yayılan genel bir inâyete, insanın nefsini terbiye ederek özel bir yardıma mazhar olabileceği fikri üzerinde durmuş, özel bir inâyetin varlığına ilişkin düşünceler serdetmiştir. İnâyet, Kindî’de tedbir kavramı ekseninde karşılığını bulurken” Fârâbî felsefesinde inâyet, adalet ve cömertlik kavramına dönüşmüştür. Cömertlik ve adalet, İbn Sînâ’nın inâyet anlayışında bir araya gelmektedir.
Fârâbî, “Şanı yüce Tanrı bütün âlemin yöneticisidir, bir hardal tanesi bile O’ndan uzak kalamaz. O’nun inâyeti en küçükten en büyüğe kadar bütün âleme yayılmıştır. Âlemin bütün cüzleri ve onların durumları en sağlam ve en uygun biçimde yerleştirilmiştir”
Fârâbî’den yaklaşık bir asır sonra vefat eden ve birçok konuda benzer fikirleri olan büyük İslam filozofu İbn Sînâ da inâyeti Fârâbî’nin anlamına yakın bir tarifle şöyle açıklar: “Tanrı bilgisinin bütün varlığı kuşatması ve varlığın en güzel bir nizama göre meydana gelmesine rıza göstermesidir.” Ancak İbn Sînâ, “inâyet” ile ilgili bu yorumu bağlamında “sudur nazariyesi” tartışmalarına da girerek şunları söylemiştir:
“Bizatihi hayır olan Tanrı, âlemdeki iyilik nizamının kaynağıdır. O, son derece yetkin ve güzel olduğu ve hiçbir şeye muhtaç bulunmadığı için âlem, olabilecek en iyi, en ideal bir nizam olarak yine en mükemmel bir şekilde O’ndan feyezan eder. Her ne kadar âlemin yaratılmasında Tanrı’nın bir kastı yoksa da âlemde asla bir abes (saçmalık) yahut bir tesadüf yoktur. O’nun bu bilgisinin gereği olarak âlemin belirlenmiş bir plana göre O’ndan feyezan etmesi ve bir hayır düzenine göre işleyişi Tanrı’nın inâyetidir.”
“İnâyet kavramına en fazla ağırlık veren düşünür İbn Rüşd’dür. İbn Rüşd’ün Allah’ın varlığına dair ortaya koyduğu iki delilden biri inâyet, diğeri ihtirâ‘dır. Filozofun, Kur’an’ın dikkat çektiği ve şeriata en uygun yol olarak tavsif ettiği bu iki delilden inâyet iki esasa dayanır. Birincisi, yeryüzündeki bütün varlıkların insanın varlığına uygun bulunması, ikincisi de bu uygunluğun zorunlu olarak onu kasteden irade sahibi bir fâil tarafından meydana getirilmiş olmasıdır. Zira bu uygunluğun tesadüfen meydana gelmesi mümkün değildir. Gece ile gündüzün, güneş ile ayın, mevsimlerin birbiri ardınca gelişi, dört unsur ve onlardan meydana gelen cansızlar, bitkiler ve hayvanlar ila tabiat olayları insanın ihtiyacına uygunluk hususunda birer misal teşkil ederler.”
İslam filozofların inâyet ile ilgili özet görüşlerinden sonra kelamcılar inâyeti, “Allah’ın, âlem üzerinde müessir olması ve onu belirli hedeflere yönlendirmesi gibi genel anlamının yanı sıra kullarına fiillerinde yardım edip onları başarıya ulaştırması” anlamına dikkat çekmişledir.
Felsefecilerin ve kelamcıların tartıştığı kâinattaki yasalara, yaratılışa, evrenin işleyişi gibi konulardan biri olan inâyet ile ilgili konuya son dönem âlimlerimizden Said Nursi de Risale-i Nur Külliyatı’nda uzun uzadıya değinmiştir. Özellikle delil-i inâyeyi delil-i gâye ile beraber ele almıştır. Kâinatta her şeyi sanat ve hikmetle yaratan Allah, yarattığı eşyayı bir gayeye matuf olarak yaratmış, o gayeye sevk edilmesi konusunda büyük bir düzen içinde eşyayı o gayeye doğru yönlendirmiştir. Hatta sadece yönlendirme ile yetinilmeyip amaçlanan hedefe engel olacak manileri bertaraf etmek de bu inâyet yasasının kapsamındadır. Kâinatta tam bir itkân ile eşyanın gösterilen hedefe gitmesi için verilen bu destek inâyet kanunudur. Bu inâyet kanununa en büyük delil ise kâinatta görülen mutlak nizamdır. Allah, inâyet kanunuyla kâinatta yarattığı gayeye uygun bir şekilde ne lazım ise onun için her şeyi büyük bir hoşnutlukla seferber etmiştir. Mesela yeryüzünün yeşermesi için yağmurun yağması, yağmurun da yağması için buharlaşma olayının gerçekleşmesi gerekir. Birbirleriyle bağlantılı olan bu olayların gerçekleşmesi, büyük bir şevk ile yapılması Allah’ın kâinatta koyduğu inâyet yasasıyladır.
Allah’ın kâinatta tecelli eden isim ve sıfatlarının arkasında şuunat-ı ilahiye dediğimiz Allah’ın isteyerek, kâinatta mevcudatın gaye ve hedefleri doğrultusunda var etmesi ve bu amaç üzere bunun devam ettirilmesi inâyet-i ilâhiyenin bir parçasıdır. Dolayısıyla kâinattaki bu külli gidişat, Allah’ın inâyet kanunudur. Allah’ın kâinatta cömertliğini göstermesi noktasında bütün mevcudatın ihtiyacını karşılaması da aynı yasanın tezahürüdür. “Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir.” (Mülk, 67/30) benzeri ifadeler Allah’ın kullarına olan cömertliğini ifade eden ayetlerden biridir.
Nitekim inâyet düşüncesini İslam felsefesi içerisinde ilk olarak sudur ile ilişkilendiren Fârâbî, varlık vermeyi, var etmeyi Allah’ın cömertliği olarak yorumlarken, varlıktaki düzen, ahenk ve uyumu ise Allah’ın adaleti ile izah etmektedir. “İnâyet kavramı çerçevesinde İbn Rüşd, iki noktaya dikkat çeker. Biri kâinatta bulunan her şeyin insanın varlığına ve maslahatına uygun olması, diğeri ise bu uygunluğun onu amaçlayan ve irade eden bir fail tarafından gerçekleşmesi, tesadüfe mahal verilmemesidir. Gece ile gündüzün, güneş ile ayın, dört mevsimin, bitkilerin, canlı cansız bütün varlıkların bir uyum içinde olması ancak itkân sahibi olan bir zatın eseri ile izah edilebilir.” Nitekim İbn Rüşd, birçok ayetle buna dikkat çeker:
“Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da (yeri dengede tutan) kazıklar yapmadık mı? Sizi çifter çifter yarattık. Uykunuzu dinlenme vesilesi kıldık. Geceyi (uyku için) örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık. Üstünüzde yedi kat sağlam gök yaptık. Orada ısı ve aydınlık saçan bir lamba yarattık. Size tohumlar, bitkiler, sarmaş dolaş olmuş bağlar bahçeler bitirmemiz için yoğun bulutlardan oluk gibi boşalan sular indirdik.” (Nebe’, 78/6-16)
Kâinatta her şeyin istidadına göre ihtiyacının giderilmesi, her hak sahibini hakkının tam olarak verilmesi, cezaya müstahak olanların müstahakkını bulması da Allah’ın inâyet yasasının bir tecellisidir. Adalet ve cömertliğin kâinatta adeta aşk ve şevk ile tecelli edip devam etmesi bu külli yasalardan biri olan inâyet yasasının yansımasıdır. Bu, Allah’ın değişmez sünnetidir. Nitekim ayet-i kerimede “Allah’ın sünnetinde bir değişiklik göremezsin” (Fetih 48/23) ifadesi de bu külli kaideye işaret edilmiştir.
Evrende Allah’ın inâyet yasaları, evrenin insan için yaşanır hale gelmesi ve bu durumun devam etmesi şeklinde tecelli etmiştir. “Cenab-ı Hakk’ın ef’ali, hikmetlerden, maslahatlardan hâli değildir. Öyle ise mevcudat, halkın malûmatına münhasır değildir.”[1] Şayet Allah’ın inâyet yasaları olmasaydı, kâinatta yer alan depremler, seller ve buna benzer insana zararlı olan doğal ve beşerî afetler hiç eksik olmazdı. Merkezi, ateş parçası olan bir yerkürenin üzerinde adeta cennet misali bir yaşamın varlığı ve bunun devam ettirilmesi, bu yasanın bir tecellisidir. Zaman zaman beşeriyetin ihmalinden kaynaklanan ve gafletlerinden uyanmaları için ortaya çıkan deprem ve seller de bu kapsamın bir parçasıdır. Maddi manevi ihmalimizden kaynaklan durumların bir sonucu olarak bu tür sıkıntılara duçar olmamız da bu külli yasaların bir devamıdır. Zira ayette; “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şûrâ, 42/30).
Bir fabrikanın veya bir arabanın en ufak bir parçası o fabrikanın veya o arabanın çalışması için nasıl gerekli ise, kâinat fabrikasının da ahenk içinde çalışması için bir takım külli yasaların varlığı zorunludur. Nitekim bu ahenk ve mükemmelliğe şu ayetle işaret edilmiştir: “İşte bu Allah’ın sanatıdır ki her şeyi mükemmel ve sapasağlam yaratmıştır.” (Neml, 27/88) Bu durumu tersinden ifade edersek, böylesi mükemmel işleyen bir kâinat fabrikasının arkasında sonsuz bir güç ve kudret sahibi, isim ve sıfatlarıyla bedi’, eşsiz, yüce bir kudretin varlığı ve onun koyduğu eşsiz sayısız kanunları vardır. Bu kanunlar “inâyet” yasasıdır. Kâinat fabrikasının yoktan var edilmesi, o mükemmel varlığın aynı mükemmellikle devam etmesi, zaman zaman sonsuz hikmetine mebni olarak yapılan kısaltmaların, değişikliklerin akabinde tekrar en güzel şekliyle tamir ve ta’dil ile fabrikanın işlevini sürdürmesi bu yasalara bir kez daha dikkatlerimizi çekmektedir. Depremlerle yıkılan binalar ve yırtılan yer tabakasının bilgisini paylaşıyoruz da onun tekrar nasıl sakinleştiğini, ateş küre üzerinde nasıl tekrar oturtulduğunu, yer kabuğunun nasıl tekrar evlerimiz için uygun hale getirildiğini pek konuşmuyoruz. Yıkılan birkaç katlı binamızın tamirinden daha erken yırtılmış, kırılmış olan o koca yer tabakasının nasıl ve kim tarafından tamir ve teskin edildiğini pek de bahsetmiyoruz ne hikmetse? İşte bahsetmekten aciz kaldığımız bu muazzam yardım ve kudretin arkasında Allah’ın “ihtira’, gaye, nizam, rahmet, adalet ve hikmet” gibi kevni -külli yasalarından biri olan “inâyet” yasasının varlığı gündüz gibi aşikârdır. Kâinatta yer alan inâyet ayetleriyle Kur’an’da yer alan yazılı ayetlerin faili ve kâtibi, sani’-i kerim olan bir zatın; kudretine, adaletine ve merhametine işaret eder. İnsanı tefekküre davet eden: “Bakmaz mısınız? Düşünmüyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz?” şeklindeki bütün Kur’an ayetleri inâyet-i ilahiye’nin birer tasvir ve telkinleridir.
Âlemin yaratıldığı andan günümüze kadar geçirdiği bütün süreçler nasıl ki inâyet-i ilahiyenin eseri ise, beşeriyetin tarihinde insanlığın muallimleri olan peygamberlerin tarihinde de bu inâyetin izini görmek mümkündür. “Peygamberler ’in karşılaştıkları zorluklar ve bu zorlukların içerisinden olağanüstü bir şekilde kurtulmaları şüphesiz inâyet-i ilâhiyedir. Hazret-i Nuh’un gemisi, Hazret-i Yunus’un balığın karnından kurtuluşu, Hazret-i Eyyüb’ün hastalıklardan şifa bulması, Hazret-i Peygamber’in (asm) müşriklerin her türlü öldürme teşebbüslerine karşı muhafaza olunması inâyet-i ilâhiye’nin tezahürleridir”
Beşeriyetin bütün teknik ve maddi imkânlarına rağmen teslim-i silah eylediği Covid 19 gibi nice hastalıkları yine Şafi ismiyle o hastalığın ortadan kaldırılması da aynı inâyet yasasının tecellisidir. Bir dakikaya varmadan nice gökdelenleri yerle bir eden, mamur nice koca şehirleri metruk hale getiren depremlerle lerzeye gelen yerkürenin teskin olması da aynı yasanın tezahürüdür.
Kâinatta ilahi ve kevni emirlere mûtî olanların tevfik ile ödüllendirilmesi, asi veya ihmalkâr davrananların da aksi durum ile tecziye edilmesi inâyet yasalarının kapsamındadır. Zira Allah’ın Cemal sıfatları Celal sıfatları kâinatta her daim devrededir. “Zararı yalnızca içinizdeki zalimlere dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakının.” (Enfâl, 8/25).”
“Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser insanların o zalim eşhasın harekâtına fiilen, iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.” Nitekim Nuh (as), Ad kavmi ile Lut (as)’in kavminin yanı sıra Karun’un başına gelenler gösteriyor ki, ilahi mesajlar dinlenilmediği zaman musibetler fırsat bulup gelirler ve bazen de zemin hiddet eder. Nitekim Kur’an bu duruma; “İnsanların kendi işledikleri kötülükler sebebiyle karada ve denizde bozulmalar meydana gelmektedir.” (Rum, 30/41) ifadeleriyle işaret edilmiştir. Dolayısıyla umumi musibetlerin olmasında insanların çoğunun, zalim insanların hatalarına rıza göstermesi ve ortak olmasının payı var. Mesela; müteahhitler zemin şartlarını ve inşaat mühendisliğinin gereklerini gözetmeden çürük bina yapmakta, yetkililer denetim zaafı veya ihmal göstermekte, ev sahibi olmak isteyenler de kuralların uygulanıp uygulanmadığını araştırmadan bu konutları satın alarak suça ortak olmayı veya dere yataklarında ev yapıp sele maruz kalmayı bu duruma örnek göstermek mümkündür.
İslam inancında hayat sadece dünyevi bir yaşamla sınırlı kabul edilmeyip dünya ve ahiret ile beraber ele alınmaktadır. Bu sebeple beşerî ve kevnî olaylar materyalist felsefenin aksine bu bakışla ele alınır. Nitekim hayatı sadece dünya hayatı kabul edenlere yönelik ayet şu dikkat çekmekte hatta bu anlayış sahiplerine esef edilmektedir.: “(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!” (Ankebût. 29/64) Bu ve benzeri ayetler dikkatlerimizi bir kez daha dünya ve ahiret hayatını bir bütün olarak ele almamıza çekiyor, “hayat” kavramına da iki dünya ekseninde ele almamızı gerekli görüyor. Ayrıca bir Müslümanın su-i ihtiyarından neşet etmeyen, kesb ve iradesi dışında bu dünyada karşılaştığı bu tür musibetlerden dolayı kendisine verilen müjde ise manevi şahadet mertebesidir. Rahmet-i ilahiye’den o musibetzedelerin kısacık dünyevi hayatlarına bedel, ebedi, daimî ve sermedi bir ahiret hayatının lütfetmesini, kader açısından inâyet-i ilahiye’nin bir tecellisi olarak değerlendirmek mümkündür.
Kaynakça:
Abdulbaki Güneş, “Kur’ân’da Sünnetullah ve Toplumların Çöküş Nedenleri”. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi 5 / 4 (Ağustos 2005): 61-93.
Fârâbî, el-Cemʿ beyne reʾyeyi’l-ḥakîmeyn (nşr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1968.
İbn Sînâ, eş-Şifâʾ el-İlâhiyyât, I,II, trz.
Nursi, Said, İşarâtü’l-İ’caz, Zehra Yayıncılık, 2020.
Nursi, Said, Sözler, Zehra Yayıncılık, 2020.
Tekin, Özkan, Allah’ın Varlığının Delilleri, Fecr Yayınları, 2020.
Topaloğlu, Aydın, “Tanrısal İnâyetin Felsefi Anlamı ve Tarihsel Arka Planı” M. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 27 (2004/2), 105-119.
Turhan, Kasım, “İnâyet” DİA, İstanbul: TDV. Yayınları, 2000, 22/265-266.
Yıldırım, Emine Taşcı, “İbn Sinâ’nın İnâyet Anlayışının Ontolojik ve Epistemolojik Boyutu”, Journal of Islamic Research. 2019;30 (1), 158-81.
https://www.saidnursi.de/inâyeti-ilahiye-nasil-celbedilir/ (Erişim: 01.06.2023)
[1] İşaretu’l-İ’caz, 282