Kur’ân’da belki de en temel anahtar kavramlar arasında yer alan kavramın, doğrudan Allah’a hasredilerek gerçekleştirilmesi murâd edilen bir eylemin, öncelikle tevhid fikriyatı içinde ele alınmayı gerekli kılan bir derinlik içerdiği açık. Anlaşılan o ki her ne yapacaksak Allah’ı hesaba katarak, O’nu dikkate alarak ve sonuçta bütün beklentilerimizi O’na râcî kılarak yapacağız. Açık ki bütün bu ameliyeler bile gerçekleştirdiğimiz eylemi kâmil manada amel-i sâlih kılmaz. Yapıp ettiklerimizin bütün bunlarla beraber O’nun razı olacağı şeylerden birisi de olması gerekir; O’nun bizden beklediği ve bizim de O’na teslim olarak gerçekleştireceğimiz bir eylem.
Bizimle Allah arasında gerçekleşen ameli alelade bir eylem olmaktan çıkaran, öncelikli olarak niyetimizde içkin olan bu yönelimdir. İçimizden geçirdiğimiz şeyler bir Allah’a malumdur. Alelade bir eylemi seküler bir tercih olmaktan çıkaran ve onu amel-i sâlih kategorisine eviren hem istisnasız ona tahsis edilmiş niyetimiz hem de onun Allah katındaki bilindik yeri ve statüsüyle ilgilidir.
Belli bir müfredata bağlı olarak kendi kültürel evrenimiz içinde şekillenirken büyüklerimizin bizden beklediği eylem değil amel-i sâlihti. Adına ister genel seküler anlamda eylem isterse dinî bir tını içinde amel denilsin bütün bunların neye hamledildiği önemliydi. Değerli olan yapılan şeyin neye hasredildiğiydi. İnsanın yapıp ettiği her ne varsa bunu Allah’ı dikkate alarak yapması, O’na yönelik kılması mükemmel bir tercihti. Yanı sıra ilgi ve yönelimlerimizi O’nun gönderdiklerine bağlı olarak inşâ etmek ise bambaşka bir güzellikti. Sonra pek çok şey değişti. Kavramlar, atız zincirleri, makuliyet ve meşruiyet zeminleri allak bullak oldu. Anlaşılması zor bir süreç eylemi kutsarken onun taşıdığı anlam ve derinliği ağır bir semantik müdahaleye maruz bıraktı. Ameli sâlih kılan niyet darmadağın oldu.
Niyetin, ameli anlamlı ve değerli kılması kuşkusuz çok önemliydi. Din dilinin henüz kapsamlı ve çapraz baskılara maruz kalmadığı dönemlerde aklı başında bir mümin için her daim gözetilmesi gereken tercih murâd-ı ilâhîye uygun bir çaba içinde olmaktı. Takdir edilen de teşvik edilen de buydu. Eğer müminler arasında bir değerlendirme yapılacaksa takva denilen dinî bütün sakınımı asıl çerçevelendiren de buydu. Allah’a hasredilmiş amel. Hepsi bu. Ecrini de sevabını O’ndan bekleyen bir duyarlılık.
Dinî eğitim ve müfredatın zamanla dünyevi olanın ağır baskısı altında kendi kelime ve kavramlarının özgün anlamlarından vazgeçmeye zorlanması bildik bir tarihsel dönüşüm sürecine tekabül ediyor. Gerçekten de yarım asırlık bir sürece bu değişim ve kayıpların ağırlığının oldukça yüksek bir şekilde hissedildiğini görmek mümkün. Kulluğun bir yaşama disiplininden çok retorikle çerçevelendirilmiş bir teşhire dönüşmesi, Allah’ı bile isteye aradan çıkaran, sözüm ona kutsanmış bir yoğunluk sonuçta kelime ve kavramların gelenekli anlamlarını çökertmesi hiç de masum bir icada yol açmadı. Aksine dinin ve onun belli başlı ıstılahlarının iman itikat ve ahlâk cephesindeki anlam kaymaları tipik dindar öznenin içeriksel çarpıklığını da hızlandırdı.
Bugün imanla amel arasındaki olmazsa olmaz ilişkiselliğin kelami-teolojik bağlamları üzerinde yoğunlaşmayı zorlaştıran asıl problem tevhid düşüncesinin Müslüman zihin dünyasındaki belirleyici rolünün aşınması, göz ardı edilmesi, ihmali ve hatta unutulmasıdır. Gerçekten de artık sâlih amel ya da bilinen terkibiyle amel-i sâlih ümmetin ortak bir duruşunu yansıtmaktan uzaktır. Oysaki bir kişiyi toplumsal gerçeklik içinde mümin kılan onun amelinin sonuçta Allah’a yönelik olmasıdır. İman amel arasındaki tartışmaların kilitlendiği noktalar bugün çok az hatırlanmakta, en çok ıstırap duyulan şey amel-i sâlihin nasıl canlandırılacağı noktasında düğümlenmektedir. Halbuki kişi Allah’a olan bağının bir sonucu olarak ömrü boyunca her ne yaparsa onu sâlih bir niyetle yapmalı, onu Allah’a izafe etmelidir.
Konuşmayı, retoriği, gösteri ve nümayişi merkeze alan ekstrem bir dinsellik, dinin merkezinde yer alan tevhid fikriyatından uzaklaştıkça ortaya sahici anlam katmanları heder edilmiş ucube bir dindarlık kalmaktadır.
Dr. Necdet Subaşı