Selmân-ı Fârîsî; Miladi 576 yılında, günümüzde İran toprakları içerisinde kalan Râmhürmüz’de dünyaya gelmiştir.
Henüz çocukluk yıllarında ailesi ile birlikte İsfehan’ın Cey köyüne göç etmiştir. Künyesi Ebû Abdullah olan, Selmân-ı Fârîsî’nin asıl adı Mâhbe bin Bûzehmeşân bin Mürselân’dır. Selmân-ı Fârîsî’nin babası Bûzehmeşân; köyünün ileri gelenlerinden, dindar bir Mecûsî idi. Oğlu Selmân’ı da dindar bir Mecûsî olarak yetiştirmiş ve kutsal ateşten sorumlu tutmuştu. Ateşin sönmemesi için görevlendirilen Selmân, Mecûsî mabedine gidip gelirken yol üzerinde rastladığı bir kiliseye girmiş ve rahiplerin ibadetlerini seyretmeye başlamıştı. Zamanla bu dinin atalarının dininden daha hayırlı olduğunu düşünmüş ve benimsemişti. Onlardan dinin merkezinin Şam olduğunu öğrenmişti. Babası Bûzehmeşân, oğlunun bu halinden haberdar olmuş ve onu hapsetmişti. Selmân ise evindeki hizmetçi aracılığıyla Îsevîlerle irtibat kurmuştu. Nihayet Şam’a gidecek bir kervanın haberi kendisine ulaşmıştı. Hakikati bulma adına çıkacağı bu yolda ailesini arkasında bırakmış ve yola revan olmuştu. Şam’a vardığında kilisenin piskoposuna hikayesini anlatmış ve “Ben sana hizmet etmek, beraber dua etmek ve ilim öğrenmek için seninle kalmak istiyorum…” der. Rahip Selmân’ın bu isteğini kabul eder. Kilisede barınan Selmân, piskoposun fakirlere dağıtılmak üzere topladığı sadakaları zimmetine geçirdiğine şahit olur. Ancak hakikati bu şahsın hatasına kurban etmez. Eğer hakikati şahıslarda arasaydı bu adamınhatalarını görünce hayal kırıklığına uğrar ve evine geri dönerdi. Fakat Selmân, ölüm bu rahibe ulaşıncaya kadar sabretmişti. Halk piskoposuna övgüler yağdırıyordu.
Selmân ise rahibin zimmetine geçirdiği altın ve gümüşlerin yerini halka göstermişti. Halk gerçeği öğrenince piskoposun yerine dürüstlük ve züht noktasında daha duyarlı birini tayin etmişti. Selmân, bu rahibin yanında da bir müddet kaldı ve onun dünyadan el etek çekmiş bir zahit olduğunu gördü. Fakat ecel bu rahibin de kapısını çalmıştı. Selmân, rahibe sordu: “Durum şu ki, Allah’ın emri senin başına gelmiştir. O halde bana ne emrediyorsun ve beni kimin gözetimine bırakıyorsun?” Zahit rahip “Ey oğulcuğum! Musul’daki bir adam hariç, insanlardan benim sahip olduğum durumun benzerine sahip olan hiçbir kimse görmüyorum…” dedi. Rahibin vefatından sonra Selmân hakikatyolculuğunda Musul durağına varır ve oradaki rahibe de durumunu anlatır. Rahip, Selmân’ı kabul eder fakat ölüm ona da gelip çatar. Selmân-ı Fârîsî o rahibe de aynı soruyu sorar. Musullu rahip ise “Ey oğulcuğum! Vallahi, Nusaybin’deki bir adam hariç, bizim durumumuzda olan hiçbir kimse bilmiyorum, o halde ona yetiş!” der. Bunun üzerine hakikatin peşindekoşan Selmân, Nusaybin’e giderek oradaki rahibi bulur ve bir müddetde onun yanında kalır. Nihayet ölüm bu rahibin de kapısını çaldığında Selmân aynı soruyu bu rahibe de yöneltir. Rahip, o günlerde Rum topraklarında kalan Ammûriye’deki [1] bir rahibe yetişmesini söyler.Rahibin vefatından sonra Selmân-ı Fârîsî’nin hakikat yolculuğu kaldığı yerden devam eder. Selmân’ın hikayesini dinleyen Ammûriye rahibi yanında kalmasına müsaade eder. Ancak yaşlı rahip de emr-ihakla karşılaşır ve Selmân’ın değişmeyen sorusuna muhatapolur.
Rahip: “Ey oğulcuğum! Vallahi, yeryüzünde sahip olduğumuz durumda olan, sana tavsiye edebileceğim bir kişi bilmiyorum.Fakat durum şu ki, seni bir peygamberin zamanı gölgelemiştir ki, o hak din olan İbrahim’in diniyle gönderilecek, İbrahim’in hicret ettiği topraktan çıkacaktır. Onun ikamet yeri ise iki taşlık arazi arasındaki hurmalıktır. Güç yetirebilirsen ona ulaş. Onda gizli olmayan bir kısım deliller vardır. O sadaka yemez, hediyeyi kabul eder, iki kürek arasında peygamberlik mührü vardır, gördüğün zaman onu tanırsın!” Bu sözlerin sahibi de ölünce Selmân-ı Fârîsî bu toprakları araştırmaya başlar ve Kelb kabilesinden bir kafileye rastlar. Onlarla memleketleri hakkında konuşur ve rahibin tasvirine uyduğunu düşünür.Memleketlerine ulaştırmaları kaydı ile bedelini ödeyerek bir anlaşma yaparlar. Fakat Vâdilkurâ’ya gelince anlaşmayı bozarak onu bir Yahudi’ye köle olarak satarlar. Selmân hakikat uğruna hürriyetini kaybetmiştir. Fakat gördüğü hurma bahçeleri, geldiği yerin vasfedilen belde olduğunu düşündürür. Ancak sevinci uzun sürmez ve arzu ettiği yere kavuşamadığını anlar. Derken Beni Kureyza Yahudilerinden bir adam Selmân’ı köle olarak satın alır ve Yesrib’e getirir. Selmân, kısa zamanda vasfedilen beldenin Yesrib olduğunu anlar. Yahudi’nin hizmetinde çalışarak Resûlullah’a kavuşacağı günleri bekler. Hurma bahçesinde çalıştığı bir gün efendisinin misafirinden Hz. Peygamber’in hicret ettiğini öğrenir. Akşamı bekleyen Selmân, yanına bir miktar hurma alarak Hz. Peygamber’in yanına Kuba’ya gelir. Resûlullah’ın huzuruna çıkar ve elindeki hurmaları uzatarak “Sen ve arkadaşlarının muhtaç ve garip insanlar olduğunuzu öğrendim. Sadaka olan bu hurmaları size getirdim.” der. Bunun üzerine Resûlullah (sav) ashabına “Yiyin” der ancak kendisi yemez. Birinci alamete şahit olan Selmân-ı Fârîsî, Resûlullah’ın Medine’ye ulaşmasından sonra ikinci kez huzura çıkar. Yanında getirdiği hurmaları size hediyemdir diyerek Efendimize takdim eder. Resûlullah’ın, ashabı ile beraber hediye edilen hurmaları yediğini gören Selmân-ı Fârîsî ikinci alamete de şahit olmanın sevincini hücrelerine kadar yaşar. Selmân-ı Fârîsî üçüncü alamete de şahit olmak için Efendimizin etrafında dönüp durur. Bir cenaze esnasında bunu fark eden Resûlullah elbisesinin üst parçasını çıkarıp sırtından atar. Selmân, rahibin kendisine tasvir ettiği nübüvvet mührünü kutlu nebinin sırtında görür görmez mühre bir öpücük kondurur ve ağlamaya başlar. Hz. Peygamber, ondaki bu farklı hali sezince yanına oturtur ve neler olduğunu sorar. Selmân, Resûlullah’a ve ashaba uzun hakikat yolculuğunu anlatır. Nihayet bu yolculuğunda menzile ulaşan Selmân-ı Fârîsî hicretin ilk günlerinde iman şerbetini Hz. Peygamber’in elinden içer. Selmân-ı Fârîsî, Müslüman olana kadar Mâhbe ismini kullanıyordu.Hz. Peygamber, (sav) ona “barış içinde olan, selamete eren, huzurlu”manalarına gelen “Selmân” ismini vermişti. O günden sonra kendisine sorulduğunda “Ben Selmân ibn’ülİslam’ım.” derdi.[2] Böylece Hz. Peygamber’in “Selmân, İran’ın (İslam’da) öncüsüdür.”[3] İltifatına mazhar olmuştur. Ne var ki iman etmesine rağmen birYahudi’nin kölesi olduğu için Bedir ve Uhud savaşlarına katılamamış ve bunun ızdırabını yaşamıştır. Nihayet Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine efendisiyle bir anlaşma yapmaya çalışır. Efendisi 300 hurma ağacı ve 40 ukıyye gümüş karşılığı onu azat edebileceğini söyleyerek onun tek başına altındankalkamayacağı taleplerde bulunur. Durumdan haberder olan Nebi (sas) Selmân-ı Fârîsî’ye hurma ağaçları için çukur kazmasını söyler ve ashabına da Selmân için hurma fideleri getirerek yardımcı ona olmalarını ister. Gelen fideleri Hz. Peygamber dualar okuyarak bizzat kendisi eker. Talep edilen gümüş, bir sahabenin madenden bulduğu yumurta büyüklüğündeki bir altın parçası ile karşılanır.[4] Bir örneği daha bulunmayan bu kardeşlik ruhu Hz. Selmân’ı kölelikten hürriyete kavuşturmuştur. Efendimiz (sas) zahitliği ile bilinen Ebû’d-Derdâ ile Selmân arasında bir kardeşlik bağı tesis etmiştir.[5] Böylece Suffa’ya dahil olan Hz. Selmân, hakikat yolculuğunda edindiği bilgi ve birikimi vahiy ile güçlendirerek Selmân-ı Hakîm vasfı ile anılmaya başlandı. Hz. Peygamber de “Kuşkusuz Selmân bilgi cihetinden iyice doyurulmuştur.”[6] hadisiyle Hz. Selmân’ın ilmine dikkat çekmiş ve onu sahabeye örnek göstermiştir.[7] Hicretin 5. yılında Mekke müşriklerinin liderliğindeki Arap kabileleri bir araya gelerek Medine’ye saldırmak için büyük bir ordu hazırlığına girişir.
Efendimiz, bu büyük orduya nasıl karşı koyacağını sahabe ile istişare eder. Farklı görüşler ileri süren ashab içerisinde Hz. Selmân “Ya Resulallah! Biz İranlılar, sayıca bizden büyük bir ordu ile karşılaşırsak mevzilerimizin önüne hendekler kazıp savunma yapardık. Biz de böyle yapabiliriz.”[8] önerisini sunar. Efendimiz (sas) bölgede bilinmeyen bu savuma taktiğini beğenir ve Medine’nin tek giriş kapısı olan iki taşlığın arasının kazılmasına karar verir. 3000 kişilik İslam ordusu ekipler halinde uzunluğu 5.5 km, genişliği 9 metre ve derinliği 4.5 metre olan devasa bir hendek kazmaya başlar.[9] Resûlullah, (sas) hendek kazılması için grupları kurarken muhacir ve ensardan oluşan gruplar Selmân’ın kendileriyle olmasını ister. Bütün gruplar “Selmân bizdendir.” Diyerek onu kendilerine dahil etmeye çalışır. Bu durumda Efendimiz,“Selmân bizdendir, benim ehli beytimdendir.”[10] buyurmuştur. Bu müjdeyi Resûlullah’ın dilinden duyan Hz. Selmân ehl-i beyte dahil olmanın sevinci ile bahtiyar olmuştur. O günden sonra kendisine “Selmân-ı Muhammedi” ile İslam Ordusu zafere kavuşur. Hudeybiye ve Mekke’nin fethinde de Selmân (ra) İslâm ordusunun bir mücahidi olarak bulunur. Hz. Ebubekir’in hilafetinde ona hep destek olur. Hz. Ömer’in fetih ordularında bir asker olarak görev alır ve Kudüs’ün fethine katılır. İslam Orduları İran’a yönelince Hz. Selmân’da memleketinin İslam’a kavuşması için olağanüstü çaba sarf eder. Zaferlerle ilerleyen İslam orduları Kisra’nın sarayına dayanır. Fars askerleri saraya sığınarak Araplara teslim olmak istemezler. Selmân-ı Fârîsî ise onlara “Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor.”[11] diyerek onları İslam’a davet eder ve teslim olmaları için üç gün mühlet verir. Üçüncü gün askerler teslim olunca Kisra’nın ihtişamlı sarayı Müslümanların eline geçmiş olur. Komutan Sa’d binEbî Vakkas, karargahını Medain’e kurmuştur. Daha sonraları ise Hz. Ömer, Selmân-ı Fârîsî’yi Medain’e vali tayin etmiştir.Valilik yaptığı süre içinde Hz. Selmân, zühdü ile insanları şaşırtıyordu. Öyle ki üzerindeki abayı görenler onun vali olduğunu anlamıyor ve kıymetinibilmiyorlardı. Bir gün Şamdan gelen bir tüccar, üzerindeki kıyafetlere aldanarak ona bir hamallık işi verir ve Selmân-ı Pâk yükü sırtlanır.Biraz ilerleyince onu tanıyan insanlar “Bu emir!” derler. Tüccar “Seni tanıyamadım!” diyerek mahcubiyetini belirtir ve Selmân’ın sırtındaki yükü almak ister. Fakat Hz. Selmân buna müsade etmez ve yükü tüccarın menziline kadar taşır.[12]Bir seriyye esnasında yanından geçen gençlerden bazıları Selmân-ı Fârîsî’nin kıyafetine aldanarak “Bu sizin emiriniz mi?” diyerek dalga geçer. Valinin yanındaki adam “Ya Ebû Abdullah!.. Ne diyorlar?”diyerek sinirlenir. Vali Selmân İbn’ül-İslam şöyle der: “Bırak onları! Zira hayır ve şer ancak bugünden sonrasındadır. Eğer toprak yemeye gücün yeterse, ondan ye ve sakın iki kişi üzerine emir olma…”[13] Bir müddet sonra kendi isteği üzerine valiliği bırakan Hz. Selmân’a (ra) sorarlar: “Seni emirlikten nefret ettiren nedir?” Hz. Selmân cevaben “Emilmesinin tatlılığı ve kesilmesinin acılığı!”[14] demiştir. Hayatının son demlerini Medâin’de geçiren Selmânü’l-Hayr bir bohçayı dolduramayacak kadar malından dolayı endişe etmiş ve ahireti için mahzun olmuştur. Hakikat yolculuğunda ödediği bunca bedelden sonra hasta yatağında hanımından misk kokusunu üzerinesürmesi ister ve ölüm meleğini beklemeye başlar. Bugün kabri Irak’ın başkenti Bağdat’ta, Medâin bölgesinde bulunan “Selmân-ı Pâk” kasabasındadır.[15] Bir külliye şeklinde inşa edilen türbesi halen Müslümanlarca ziyaret edilmektedir.
[1] Ammûriye, bugün Anadolu topraklarında olan Afyon-Emirdağ civarındır.
[2] İbn Esîr, Usdü’l-Ğabe, II, 510, İbn Hacer, el-İsâbe, I, 748.İbn Sa’d, Tabakât, IV, 93.
[4] Selmân-ı Fârîsî’nin kendi dilinden hakikat yolculuğu: İbn Sa’d, Tabakât, IV, 84-90.
[5] İbn Sa’d, Tabakât, IV, 96, İbn Esîr,Usdü’l-Ğabe, II, 513.
[6] İbn Sa’d, Tabakât, IV, 96.
[7] Selmân-ı Fârîsî, Resûlullah’dan 60 hadis rivayet etmiştir.
[8] Muhammed Hamidullah, Hz.Peygamber’in (sav) Savaşları, s.82.
[9] Vâkıdî, Kitabü’l-Meğâzi, II, 444-445, İbn Esîr, el-Kâmil, II, 178.
[10] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 235, İbn Sa’d,Tabakât, IV, 94.
[11] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, V,444.
[12] İbn Sa’d, Tabakât, IV, 100.
[13] İbn Sa’d, Tabakât, IV, 100.
[14] İbn Sa’d, Tabakât, IV, 101.
[15] İbn Sa’d, Tabakât, IV, 107