Menü

Muhakkak ki kişiyi doğru yolda emin kılacak, onlara sarıldığı vakit hiçbir korku ve tereddüt yaşamadan dünya ve ahiret yaşamını idame ettireceği ölçüler, Kur’an ve sünnet çizgisidir. Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’de, ibadetin esasları zikrediliyor ise de bunların şekil ve uygulamalarına yönelik detayları yer almaz. Bizler söz konusu detayları Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’in (sas) yaşamından öğreniriz. Hayatımızın her bir karesini hatta her bir zerresini boş bırakmayan nebevî seda, Allah’ın “Bana ve Resulüme tabi olun.”[1] emri ile tam bir bütünlük sağlar. En büyük meselemiz olan iman ve ahlak kavramı, imanı yalnız bırakmayan amele dair ibadet konuları, ferdi ve toplumsal kanunlar ve fıkhî meselelerde en ufak bir ayrıntıyı kaçırmayan sünnet-i seniyyeye, tabi olunduğu takdirde kişiyi Rabbin rızasına ve cennete götürecektir. Zira Peygambere itaat eden, Allah’a itaat emiş olur.[2] Allah Teâlâ, Resûlü’ne (sas) tabi olanı emniyet üzere sayar, ama ona karşı geleni çetin azabından emin kılmaz. Dediğimiz gibi hayatımızda en ufak bir boşluk bırakmayan ve onu hayatımıza çok derin bir şekilde idhal ettiğimizde iki dünya mutluluğu garantisi verecek olan nebevî sedaya kulak verelim.

Hz. Peygamber (sas), savaş stratejisi olarak her şeyi mübah görenlere, ekonomik ve toprak menfaatleri için ümmeti birbirine kırdıranlara inat, insanlarla savaşırken ölçünün ne olduğunu Hz. Ömer (ra) Ebu Bekir Sıddık’a(ra) şöyle hatırlatmaktadır: “İnsanlarla -La ilahe illallah- deyinceye kadar savaşmam emredildi. Kim -La ilahe illallah- derse, hak etmediği sürece malını ve canını benden yana koruma altına almıştır.(İçlerindeki gerçek) hesabı Allah’a kalmıştır.”[3]Bu hadis-i şerif, savaşa dair bir menhec/usûl öğretmekle kalmayıp, bir kimsenin imanının kullar nazarında sadece zahirde göründüğü kadarıyla bilinebildiği ve asıl mahiyetinin ise sadece Allah Teala’nın katında gizli olduğunu bildirmektedir.

Allah Resûlü’nün bizlere çok önemli bir ikazı vardır. İslam coğrafyaları olarak tüm bu dağınıklığımızı ta o asırdan röntgen gibi çeken nebevi çağrıyı, Hz. Ebû Bekir (ra) bir hutbe esnasında aktardığı şu rivayet ile dile getirir: “Birbirinizle alakanızı kesmeyiniz, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz, birbirinize kin gütmeyiniz, birbirinizi kıskanmayınız.”[4] Bu nebevî ikaz, Müslüman kardeşlerin birbirleriyle olan münasebetlerine ışık tutarken, ayrıca birbirlerinden başka dostlarının da olmadığını vurgulamaktadır.

Ümmetin kanayan yaralarına merhem olacak ve iki cihan saadetini temin edecek bir duayı yine Hz. Ebû Bekir (ra), Resûlullah’ın (sas) minberde iken: “Allah’tan hem ahiret için af, afiyet ve yakîn (iman) isteyiniz.”[5]hadisini tekrar hatıra getirerek, hem ashâba hem de bizlere bilinç katıyor. Batı, ruh denilen şeyi insanın kafasında maddesel bir zeminde arıyordu. İlerleyen tıp da insan beyninde ruha dair iz bulamamıştı. Batı kesin bir hükümle, eğer ruh beyinde değilse onu reddederiz, anlayışıyla maddenin her duyguyu tatmin etmediği gerçeğine kepenk indirdi. Bu ise Allah ve kul ilişkisine indirilen en büyük darbeydi. Böylelikle her şeyi kendi yapabileceği ve dünyanın tek hakim gücü kendi olduğu zannına kapılan miskin bedenler, dünyayı parmaklarında oynatma cüretini gösterdiler. Kulluk sadece dua ederek tamamlanan bir görev değil şüphesiz. Ama kulluğun ilk şartı olan acz halini ispatlayan en güzel delil Rabbe açılan eller, boynunu eğdiğin rükû ve secde halidir. Maddi olarak küçüklüğünün farkına varamayan kul, Rabbinin büyüklüğünü nasıl idrak edebilir!?

Hz. Ebû Bekir (ra), sabah ve akşam okuyacağı zikir hakkında Resûlullah’a (sas) sorduğunda, Efendimiz’den (sas): “Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve hazırı bilen, her şeyin sahibi ve Rabbi olan Allah’ım! Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden, nefsime kötülük kazanmaktan veya o kötülüğü bir Müslümana çekip götürmemden sana sığınırım.”[6] hadisini duyacak ve ömrünün sonuna kadar bu dua dilinden hiç düşmeyecekti. Peki bize burada öğretilen nedir? Kulun ilk kaçınması gereken şey nedir? Tevhidin esası öğretilirken, şirkten kaçınmanın da yolları gösterilmektedir. Resûlullah (sas), bir gün şirk kelimesinin asıl mahiyetini ve insan fikriyatındaki yerini açıkladığı sohbetinde soru üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), şirkin herkesçe malum bir tanımı yapar. Fakat bu tanım, eksik olarak kabul görünce asıl şirkin tanımı şöyle dökülecektir Nebi’nin mübarek dilinden: “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki, gerçekten şirk, karıncanın deprenişinde daha gizlidir. Sana bir şey göstereyim mi, onu söylediğin zaman şirkin azını ve çoğunu senden gidersin.De ki: Allah’ım bildiğim halde şirk koşmaktan sana sığınırım ve bilmediğim şeyden de senden mağfiret dilerim.”[7] Kul bazen fark etmeden de şirkvâri şeyleri söyleyebilir veya yapabilir. Şirkteki bu karanlık yönden sadece ve sadece O’na sığınmakla kurtulacağımızı Nebi (sas) çok ince bir ifade ile belirtmiştir. Omuzladığı ve bazen ağırlığını çok şiddetli bir şekilde hissettiği nebilik görevinin amacı, Allah’a addedilen tüm putları ve şirk araçlarını ortadan kaldırmaktı. Hatta bir keresinde “Yaşlandığını görüyorum ey Allah’ın Resûlu” diyen Ebu Bekir’e: “Hud, el-Vâkı’a, el-Mürselât, Amme yetesâelün ve İze’ş-şemsüküvviratsûreleri beni ihtiyarlattı.[8]” demiştir.

Kulluk bilincini hayat nizamına sokmayan modern fikriyat, ahlaki olarak da hezeyanlar yaşatmaktadır. Zira yaratıcısına boyun eğmeyen, yaratılmışlara neden hürmet etsin ki!?

Ahlak, Resûlullah’ı (sas) aklımıza ve hayatımıza kamil manada rehber kılmaktır. Kesin bir şekilde iman ediyoruz ki “O’nun yaşamı Kur’an idi” diyen Hz.Aişe (ra) anamız bize O’nun ahlakının kaynağı hakkında çok net bir biçimde bilgi vermektedir.

Tebliğinde insanları kendisine çeken şeyin güven duygusudur. Cahiliye ve günümüzde eksikliği en çok hissedilen bir hakikattir güvenmek ve güvenilmek. Ashâbın önde gelenlerinden Abdullah b. Selâm’ın (ra), Nebi’nin (sas) Medine’ye ilk teşrifleri sırasında “Ona bakmak için insanların arasına katıldım. Baktım ki onun yüzü bir yalancının yüzü değildir.”[9] ifadeleriyle dile getirdiği hakikat, peygamberlik makamının nişanesi olan güvenirliğin nişanesi yüz aklığıdır. Günümüzde dahi “Allah yüzünü ağartmasın veya Allah yüzünü aydınlık kılsın ya da melek yüzlü insan” tabirleri bizde temizliğin, saflığın istek ve temenni cümleleridir. Yani Müslüman ilk olarak daha tek bir kelam dahi söylemeden hâl lisanıyla davasına ilk katkıyı yapmış olur. Bütün bu maddi belirtiler manen yapılan amellerin birer tezahürüdür.

İlk defa tanıştığınız bir insanda derin bir etki bırakmak için dış görünüş önemlidir. Bizler bunu dinimizi tebliğ etmede ilk yöntem olarak almalıyız. Fakat Resûlullah’ın (sas) hemen akabinde zikrettiği kelamlar bizim de ilk hassasiyetlerimiz olmalıdır: “Selamı yayınız, yemek yediriniz, akrabalara sıla-i rahimde bulunun ve insanlar uykuda iken namaz kılın; o zaman cennete gireceksiniz.”[10]

Resûlullah (sas): “Haya imandandır, iman ise cennettedir. Arsızlık cefadandır, cefa ise cehennemdedir.”[11] buyurarak toplumda sanki hiç var olmamış olan haya kavramını imanın kamilliği için şube kılmıştır. Haya o kadar hassas bir dengededir ki kişinin dünya ve ahiret hayatını derinden etkiler. Zira hayanın yok olduğu bir zihin, her yaptığını çok doğru bir zeminde görme basiretsizliğine düşmektedir. Bu da insanı şeytanın düştüğü basiretsizliğe götürür. Zira şeytan, “Topraktan yaratılana mı secde edeyim?” derken kendi düşüncesinin çok doğru olduğuna inanıyordu. Kulluk ve boyun eğme sadece ve sadece Rabbim emrediyorsa başım kıldan incedir demek değil midir?

Dil belası diye bir kavram kullanırız. Gerçekten de kişi dilinden çektiği kadar belki başka bir şeyden çekmez. Çünkü sağlıklı bir insanın kendini ifade etme aracı dildir. Kalbimizden ve aklımızdan geçen her bir fikir dil aracılığıyla hayat bulur ve o kelimeler kümesi bizim kişiliğimiz ve fikriyatımız hakkında bilgi içermektedir. Zira bir kimse bir topluluğa hitap ederken önce dış görünüşüyle kabul görür sonra fikirleriyle uğurlanır. Demek dilin işlevi o kadar da yabana atılacak bir şey değil. Peki dilin işlevi hususunda Resûlullah (sas) bizlere hangi seda ile cevap vermiştir? Hz. Ebû Bekir (ra) bir kölesine lanet etiği sırada “Ey Ebû Bekir, çok lanet edenler ve çok sadık olanlar (nasıl birleşebilir?) Hayır, Kabe’nin Rabbi hakkı için olmaz.”[12] diyerek doğruluk ve yalancılığın bir arada duramayacağı gibi kötü söz ve hak sözün bir arada barınmayacağını net bir şekilde ifade etmiştir. Çünkü o kötü sözü her ne kadar karşı taraf hak etse bile sözün kişide bıraktığı tesire dikkat çekiliyor. Kişi kötü bir kelime söylediğinde eğer ki fıtrat bozulmamışsa, üzerinde bir ruh darlığı hissedecektir. Bu darlık zamanla alışılagelen bir duygu olup kaybedilecektir. Belki de en fazla tercih edilmesi gereken sükût halini Resûlullah’ın (sas) hayatında çoğu kez görürüz. İnsanlar kendilerine bir yol tarifi sorulduğunda “bilmiyorum” dahi diyemiyorlar çoğu zaman. Bilmemekle kalmayıp kişiyi yanlış yöne de sevkedebiliyorlar. Sükût halinin gerektirdiği bir diğer durumu Resûlullah (sas) “Bir kimsenin kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi yapmaması, onun iyi Müslüman olduğunu gösterir.”[13] beyanıyla malayâni, boş ve üzerimize vazife olmayan işlerden kaçınmamızı tavsiye eder ki bunu iyi bir Müslümanlık kelamı ile zikreder. Belki de iyiden maksat daha kaliteli bir Müslümanlık kavramıdır.

Kulun hata ve günahlar eşiğinde yüzmesi onun tövbe kapısına gitmesine asla engel değildir. Rabbimiz hata yapıp o hatadan dönen ve samimi istiğfarda bulunan kuluna karşı çokça merhametlidir. Peygamberimiz (sas): “Bir günah işleyip de (günahını hatırladığında) kalkıp güzel bir şekilde abdest alan ve namaz kılan ve günahı için Allah’tan bağışlanma dileyen hiç kimse yoktur ki, Allah onun bu günahını bağışlamasın.”[14]buyurduğunda ümmete, kulluğun asıl amaç ve gayesini anlatmaya çalışmıştı. Bir Müslümanın hayat ayarı havf ve reca üzere olmalıdır. Yaptığı amellerle cenneti garanti ettiğini düşünmemeli, günahlarının büyüklüğü karşısında da Rabbinden yüz çevirmemelidir. Zira şeytan her iki halde de kula birçok vesvesede bulunur. Kulun en iyi sığınak olarak Hak Teâlâ’nın kapısından başka kapı olmadığını her daim hatırında tutması gereklidir.


[1]      Âl-iİmrân 3/32.

[2]      Nisâ4/80.

[3]      Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VII, 667.

[4]      Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XI, 558.

[5]      Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XI, 556.

[6]      Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 569.

[7]      Buhârî, Edebü’l-Müfred, s.70.

[8]      İbnSa’d, Tabâkat, I, 421.

[9]      İbnSa’d, Tabâkat, I, 223.

[10]    İbnSa’d, Tabâkat, I, 223.

[11]    Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 638.

[12]    Buhârî, Edebü’l-Müfred, s.334.

[13]    Kandemir, Mehmet Yaşar, Şifâ-i Şerif Şerhi, I, 300.

[14]    Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XVIII, 689.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x