Sean Carroll akademik kariyerini fizik alanında yapmış olan ve din-bilim ilişkisi açısından çatışmacı görüşü benimsemiş bir bilim insanıdır. Ona göre bilim bütün sorularımızın cevabının en nihayetinde verileceği son duraktır. Natüralizm (doğalcılık) olarak adlandırılabilecek bu görüşe göre var olan her şey bu dünya ile sınırlıdır onu aşan ve var olduğumuz bu evrene/âleme dışarıdan anlam verilebilecek bir varlık alanı mevcut değildir.[1] Aslında Carroll’ın yaptığı düşünce tarihinde çok da yeni değil. Descartes’le başlatılan modern düşünce, var olanın mekanik ve kendi içerisinde bütünlüklü bir yapıya sahip olduğunu iddia etmiştir. Her ne kadar Tanrı’ya inanan bir bilim insanı olsa da Newton’un ortaya koymuş olduğu evren tasavvuru, Laplace’ın yorumu ile Tanrı’nın müdahalesini dışlıyordu. Bazen böyledir; niyetler ile sonuçlar her zaman örtüşmez. Descartes ve Newton her ne kadar Teist olmalarına karşın, bilimsel öngörüleri onlardan bağımsız olarak onların kastetmediği bir güzergâha evrilmiştir.
Düşüncenin bu şekilde evrilmesine karşın Orta çağ felsefinin ve metafizik düşünsel yapısının en nihayetinde başvuracağı yargıç teoloji idi. Herhangi bir felsefi ve metafiziksel iddia kendine bir doğruluk payandası bulacaksa, bunu temelde kutsal metinlerle uyumlu olması veya en azından görünürde onunla çelişmemesi temelinde yapmıştır. Örneğin âlemin ezeli olduğu İlkçağ düşüncesinin en temel varsayımlarından biri olmakla birlikte, Ortaçağ’da bu varsayım ya reddedilmiş ya da te’vil edilerek teizmin vazgeçilmez iddiası olan yaratma kavramıyla bir arada te’lif edilmeye çalışılmıştır. Deyim yerinde ise Ortaçağ’da yargıç kürsüsünde kutsal kitapların oturduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Ortaçağ’dan Aydınlanma düşüncesine evrilirken felsefe, bilim ve din arasındaki ilişkinin nasıl yer değiştirdiğini ve yapbozun bileşenlerinin nasıl başka bir fotoğraf meydana getirdiğini biliyoruz. Bu bilinen gerçeği ifade etmeye lüzum yok gibi zira bilim ve dini düşünce tarihi arasındaki çatışma üzerine birçok eser mevcut. Ancak kısaca ifade etmek gerekirse bu üç unsur arasında öne çıkanın ve nihai yargıç mertebesine yükselenin de bilim olduğu gerçektir. Bilimle kilise arasındaki mücadele öyle sıradan bir mücadele değildi. Sonunda haklı veya haksız kazananın bilim olduğu hepimizin malumu. Kilise ve öğretileri dogmatizm gibi aslında tam da tarifi olmayan ve çoğu zaman tek ve kesin bir failden mahrum bir kavrama hapsedildi. İçerisinde bilinmezliği barındıran bu kara kutunun anahtarı bugün sadece bilim insanı olduğunu söyleyen ve her muammayı çözebileceğini düşünen bir takım sesi oldukça gür çıkan hatta kendi dışındaki bütün sesleri bastıran natüralist bir kitlenin elinde. O kadar kendilerinden eminler ki bilimsel gelişmelerin en nihayetinde, bizim büyük harflerle yazdığımız bütün metafizik soruların cevaplarını da verebileceğini iddia ediyorlar. Ne var bu sorular listesinin içerisinde diye soracak olursak, evren nereden geldi? Niye 13,7 milyar yıl önce var oldu? Tabiat kanunları nasıl var oldu? Bedenden ayrı maddi-olmayan bir bilinç var mı? Eylemlerimizde özgür müyüz? Nesnel ahlâki yargılarımız var mı? Objektif iyi ve kötü var mı? gibi tekerrür eden sorular. Listeyi uzatabiliriz. Carroll bu konuda iddialı. Bilimin bu muammaları çözmede tek ve en iyi yol olduğunu düşünüyor. Meşhur bilim insanı Stephen Hawking de bilindiği gibi felsefenin evrenin mahiyeti hakkında hiçbir şey söylemeyeceğini iddia etmişti. Nihai olarak söz söyleme hakkı bilimin tekelinde olmalıydı. Dolayısıyla bu ve daha birçok bilim insanı ve filozof nihai zaferin natüralizm lehine olduğunu ilan etmişlerdir.
İfade ettiğimiz gibi bu sürecin tarihi çok eskidir aslında. Neredeyse aydınlanma düşüncesinin başlangıcına kadar götürebileceğimiz bu baskın düşünce içerisinde dini düşüncenin yeri nedir, inanç sahibi olanlar her şeye rağmen bu zorlu kavganın içerisinde kendine nasıl yer bulabildiler diye soracak olursak, büyük oranda inançlarını dini tecrübeye/hislere indirgeyerek ve rasyonel alanın dışına atarak diyebiliriz. Diğer bir ifade ile inanç sahibi olanların mademki rasyonel düşünce dini hayatın temelini, iddia edildiği gibi en nihayetinde natüralizm (materyalizm veya pozitivizm) temelli bilimsel düşünceye varıyorsa, o zaman bazı çelimsiz teşebbüslerin dışında bilimsel/rasyonel alanın dışında mistik olanda aramaları gerektiği iddia edilmiştir. Mistik olan zaten özü itibariyle rasyonel olmadığından ve din de mistik bir yapının ürünü olduğundan inanç sahibi olanlar böylece kendine korunaklı bir Goldilocks alanı inşa etmiş oluyordu. Bu alan sübjektif psikoloji sahasının sınırları içerisinde olmalıydı onlara göre. Burada tekrar natüralizmin bir mottosu devreye girecektir; psikoloji varlığın temeli hakkında en nihayetinde bize bir şey söylemez; olsa olsa insanın dış dünya ile ilişkisi hakkında tasvirlerde bulunabilir ki bunlar objektif olmayıp sübjektiftir. Dolayısıyla dini düşünce gerçek bilimin ilgi alanının dışında kalmalıdır.
Özetin özeti olan bu düşünceleri dile getirmedeki amaçlarımdan birisi, bu düşünce serüveninin aslında bizi doğrudan ne kadar etkilediğine dikkat çekme isteğimden kaynaklanmaktadır. Günümüzde İslâm kültür coğrafyasındaki insanlara, hayatı anlamlandırma yolunda önlerinde sadece iki seçenek varmış gibi dayatılıyor: natüralizm yani dini inançların toptan reddi ya da kabul edilmesi durumunda irrasyonel/mistik alana hasredilme zorunluluğu. İstediğinizi seçin. Müslüman düşünürlerin ikinci seçeneği tercih etmesi bazen zorunluluktan bazen de sağlamış olduğu konfor alanından kaynaklanıyor olabilir. Sanki mistik Müslümanlarla natüralistler arasında gizli bir ittifak varmış gibi irrasyonelliği kabul etme karşılığında, daraltılmış bir yaşam alanına sahip olma. Belki de dünyayı anlama, dünya hakkında araştırma yapma meşakkatindense, konfor alanını da tercih etmiş olabiliriz. Hangisi sizin modunuza uygun karar verin.
Türkiye’deki düşünce ikliminin bilimle arasının açık olduğu bilinen bir gerçektir. Bunu hem felsefe hem de dini düşüncenin önemli temsilcileri açısından iki örnekle açıklamaya çalışayım. Bir dönem Türkiye’de çalışmış olan bilim felsefecisi Hans Reichenbach muhatabının Einstein olduğu 12 Nisan 1936 tarihli mektupta şu ifadeleri dile getirmektedir:
… Ne yazık ki burada bulunduğum iki buçuk yıl benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Buradaki görevimde tam olarak bağımsız olduğum doğru; tek filozof benim. Fakat buradaki üniversitenin yapılandırılmasında doğa bilimleri bütünüyle felsefeden ayrılmıştır. Kürsüm Edebiyat Fakültesine bağlı; öğrencilerim matematik ya da fizikte herhangi bir temeli olmayan, yalnızca edebiyat bölümüne kayıtlı öğrenciler ve bu nedenle kendimi hiçbir şekilde buraya ait hissetmiyorum. Öğretim kadrosundaki eksiklik yüzünden felsefe tarihi dersleri de vermek zorunda olmam aslında çok da kötü değil; ama Almanya’da uzun bir süre savunduğum felsefi görüşlerimi zerre kadar ön plana çıkaramamak bana büyük bir acı vermekte.[2]
Reichenbach’ın sıkıntısını anlamak mümkün. Ona göre bilimsel düşünmenin felsefi düşünce içerisine entegre oluşunu dikkate almaksızın modern bir anlayışı inşa etmek mümkün gözükmüyor. Benzer bir düşüncenin dini düşünce için de geçerli olmadığı söylenebilir mi? Kanaatime göre bugün teizmin temel iddiaları natüralist bilim anlayışı ile hesaplaşmadan, düzlüğe çıkma imkânına sahip değil. Bu problemin sadece bize ait olmadığı da bariz. Hıristiyan filozof Richard Swinburne aslında bizim durumumuzu da iyi özetlemektedir. 1954 yılında Oxford Üniversitesi’ne intisap ettiğinde tasvir ettiği entelektüel ortamın bizden çok uzak olmadığını düşünüyorum. Kendi ifadeleri ile;
Ancak şimdi olduğu gibi o zaman da sofistike entelektüellerin dünya görüşü temelde Hıristiyanlık karşıtıydı. Sofistike entelektüellerin ahlak anlayışı, geleneksel Hıristiyanların ahlak anlayışından çok farklıydı. Geleneksel Hıristiyan dünya görüşünden oldukça farklı olan materyalizmin, bilimin desteklediği şey olduğu düşünülüyordu… İlerlemeye büyük bir inanç vardı ve ilerleme Hıristiyanlığı terk etmek anlamına geliyor gibiydi. Sezgilerim geleneksel Hıristiyanlıktan yanaydı. Ancak mevcut dünya görüşünün iddialarını ve argümanlarını Kilise’nin ciddiye almıyor görünmesi beni dehşete düşürmüştü. Vaizler, modern bilim, etik ve felsefeyle bağlantı kuramayan dinsel vaazlar verdiler; İncil metinlerini açıkladılar ve dini yaklaşımları vaaz ettiler. İncil’e neden inanılması gerektiği, İncil’in güncelliğini yitirmiş bir bilimi gerektirmediği, ahlaki doğruların sadece bir görüş meselesi olmadığı ve neden bir Tanrı’nın varlığının varsayılması gerektiği gibi sorulara yanıt olarak, dinin bir ‘inanç’ meselesi olduğu cevabı verildi. Ancak vaizlerin, bir kişinin neden inanç sıçraması yapması gerektiği ve bunu neden şu yönde değil de bu yönde (yani rakip dünya görüşü yerine bu din lehine) yapması gerektiği konusunda söyleyecek hiçbir şeyleri yoktu. Kilisenin modern bilgiye karşı tembel kayıtsızlığı beni dehşete düşürmüştü; İngiltere’de 1954 yılında nüfusun yüzde 20’si kiliseye gitse bile, Hıristiyanlığın entelektüel dünya görüşüne daha uygun olduğu görülmedikçe, işlerin böyle devam etmeyeceğini anladım.[3]
Günümüzdeki İslam düşünürlerinin çektiği sıkıntıların Swinburne’nünki ile paralellik arz ettiğini düşünüyorum. Zira dünya tarihinin bu aşamasında natüralizmin ortak hedefi dini düşüncenin bizatihi kendisidir; teolojik, kültürel ve tarihsel farklılıkları ayırt etmeksizin. Nispeten bazı dinlere kültürel yakınlıktan dolayı iltimas geçiyor olabilir ancak esas hedefin zati, yaratıcı ve vahiy gönderen bir Tanrı anlayışıdır.
Bu gerçekliğe rağmen Türkiye’de kendini İslâm düşüncesinin müntesibi sayan bazı kimseler, genel olarak ifade edilen sorunların Batı düşünsel tarihinin ve kilise ile bilim arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak görmekte ve sorunları oraya hasretmektedirler. Dolayısıyla bu sorunlara İslâm düşüncesinin muhatabı olmadığı kanaatindeler. Bana göre bu düşünce açıkça yanlıştır. Zira dünyada olup bitenden bizim etkilenmediğimiz, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi yalıtılmış bir Goldilocks adasında yaşadığımız yanılgısına dayanmaktadır. Maalesef durumun böyle olmadığı çok açıktır. Coğrafyamızın düşünsel anlamda korunaklı olmadığı, belki de üç yüzyıla varan sekülerleşme sürecimize bakılarak anlaşılabilir. Bu şekilde problemi göz ardı etmenin bariz bir şekilde problemi ötelemekten, gelecek nesillerin sırtına yüklemekten başka bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla Batı düşüncesinde Hume, Kant ve bilimsel gelişmeler sonucu ortaya çıkan sorunlar ister istemez bizi de ilgilendirmektedir. Bunları görmemek bir anlamda İslâm düşüncesini lokalize etmek, evrensel iddialarının olmadığı anlamına gelecek şekilde postmodern bir düşünceye hapsetmek manasına gelir.
Kısaca başlıktaki soruna gelecek olursak, somut birkaç örnekle meselenin daha iyi açıklanmasına yardımcı olmaya çalışayım. İslâm düşüncesi savunucuları olarak, bir şekilde bedenden ayrı ruhun olmadığını savunanlara karşı nörobilim vb. diğer bilimleri dikkate alarak zihin felsefesi geliştirmeleri gerekir. Yapay zekâ tartışmalarının yeni bir insan tasavvuruna olanak verip vermediğine dair çıkarımları olması kaçınılmazdır. Tanrı’nın inayeti ve hükümranlığından bir Teist olarak vazgeçmek istemiyorlarsa, kuantum fiziğinin atomaltı parçacık dünyasında varsaydığı indeterminizmi bir şekilde izah etmeleri gerekir. Bu düşünce ile te’lif edilmiş bir inayet ve hükümranlık görüşü geliştirmek zorundadırlar. Evrim teorisinin insan tabiatının bir öze sahip olmadığı ve türlerin rastlantısal bir şekilde meydana geldiği düşüncesine karşı izahlar geliştirmeleri gerekir. Modern kozmolojideki büyük patlama, evrenin başlangıcı, çoklu evren gibi bilimsel gelişmelerin teizmin yaratma doktrini ile yeniden harmanlanması gerekir. Libet deneyinin özgür iradeyi ortadan kaldırdığına dair iddialara karşı, özgür iradenin var olduğu, dolayısıyla ahlaki sorumluluğun gerçek olduğu ve ahiretin de buna mukabil savunulabileceğine dair argümanlara sahip olmalıdırlar. Gerekliliklerin listesini uzatabiliriz. Swinburne’nün paylaştığı kaygıyı kendimin de paylaştığını ifade etmiş idim. Felsefi düşünce her ne kadar diğer düşünme biçimlerine nazaran çok daha evrensel olsa da, çağının varsayımlarından tamamen kendini soyutlanamaz. Belki çok memnun olabileceğimiz bir çağda yaşamıyoruz; ancak gerçekleri de göz ardı etmememiz gerekir. Yeniden ve özgün bir İslâm düşüncesi var olacaksa bu, geçmişteki büyük filozoflarımızın üzerinde arkeolojik çalışmalar yapmanın yanında çağımızın sorunlarına alternatifler sunmakla mümkün olabilecektir.
[1] Sean Carroll, Büyük Resim Yaşamın, Anlamın ve Evrenin Kökeni Üzerine, çev. Nimet Adıgüzel (İstanbul: Alfa, 2018).
[2] Hans Reichenbach, Fizik Felsefesine Giriş İstanbul Konferansları, çev. Halil Vehbi Eralp, Nusret Hızır (Ankara: Fol, 2020).
[3] Richard Swinburne, “Intellectual Autobiography”, içinde Reason and The Christian Religion Essays in honour of Richard Swinburne, ed. Alan G. Padgett (Oxford: Clarendon Press, 2002). 2