İslâm düşüncesindeki ilimler tasnifi genelde din-felsefe, özelde akıl-vahiy ilişkisi sorununun bir sonucu olduğu görülür. Özellikle aklî ve naklî ilimlerin tamamını kapsayan tasnif eserleri, yazarlarının din-felsefe ilişkisi sorununun çözümüne bağlı olarak şekillenmiştir. Tasnif eserlerinin ilk olarak din-felsefe ilişkisini bir sorun olarak vazeden filozoflar tarafından yazılmış olması bu durumu gösterdiği gibi tasnif tarihindeki köşe taşlarını daha doğru belirlemek de ancak tasnif literatürünü din-felsefe veya akıl-vahiy ilişkisi sorununa bağlı olarak okumakla mümkündür.
Din-felsefe ilişkisinin temel sorusu, varlık hakkındaki kuşatıcı ve kesin bilginin yani metafizik bilginin hangi yolla elde edilebileceğidir. Bir başka açıdan bu soru, insanın düşünce ve davranışları açısından yetkinleşerek sonsuz mutluluğa ulaşmasını sağlayan şeyin ne olduğudur.
Müslümanlar; Allah, Allah-âlem ilişkisi, insanın varlığının gayesi, ölüm sonrası hayat gibi metafiziğin meseleleri hakkında kesin bilgilerin peygamberler tarafından öğretildiğine ve bu bilgilerle uyumlu davranışların da yine peygamberler tarafından örneklendiğine inanmışlardır. Diğer deyişle düşünce ve davranış bakımından yetkinleşerek dünya ve âhiret mutluluğuna ancak peygambere tabi olmakla ulaşılacağına inanmışlardır. Bu bakımdan İslâm’da ilimler ilk olarak Kur’ân ve Hz. Peygamber’in (sas) sünneti etrafında yapılan çalışmalar neticesinde ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber (sas) hayattayken vahyin nüzûl süreci ve sünnetin de tahakkuk süreci devam etmesine rağmen Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların elinde, Kur’ân ile Peygamber’in sözleri ve uygulamaları kalmıştır. Ancak söz ve uygulamalar sabitesini koruduğu halde hem niceliksel olarak Müslümanların sayısı artmış hem de daha önce bulunmayan ve bu nedenle nasların yorumlanması gerektiren birtakım yeni durumlar baş göstermiştir. Dolayısıyla Müslümanlar, Kur’ân ile kendileri arasındaki irtibatın sürekliliğini sağlamak için bütün yönleriyle Kur’ân’ı incelemeye ve Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini tespite girişmişlerdir ki naklî ilimlerin tedvîn süreci bu çalışmalarla başlar.
Dinî ilimler genel olarak dinî nasları bütün olarak ulaşılabilir hale getirme ve bu nasları anlama çabasının ürünü olarak ortaya çıktığında temelde iki grupta değerlendirilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber’in söz, fiil ve uygulamalarını güvenilir bir şekilde derlemeyi amaçlayan ilme hadis; dinî yükümlülüklerle sorumlu olanların davranışlarını ve dolayısıyla organların fiillerini inceleyen ilme fıkıh; genel olarak inanç esaslarını ve dolayısıyla kalbin fiillerini inceleyen ilme el-fıkhu’l-ekber (kelâm); belirli bir takım dinî pratiklerle dinî önermeleri kavramayı ve dolayısıyla kalbin hallerini açıklamayı amaçlayan ilme el-fıkhu’l-bâtın (tasavvuf) denilmiştir.
Dinî ilimlerin özellikle hicri ikinci yüzyılın ikinci yarısında birbirinden ayrışmaya başladığı söylenebilse de “ilim” kelimesinin erken dönemdeki karmaşık kullanımı daha dikkatli olmamızı gerektirir. Zira ilim kelimesi, genel olarak bilgi anlamına geldiği gibi belirli bir bilgiler kümesi, bilenin sahip olduğu bilme melekesi, nakledilen haber vb. geniş bir anlam öbeğini ifade eder. Hicri ilk iki yüzyılda sonraki dönemlerde olduğu gibi konusu, meseleleri ve ilkeleri belirli ve tümel kurallara sahip disiplin anlamında bir ilim tanımına rastlamak güçtür. Bunun yerine ilimler, konuları ve bu konuları inceleyen ilim adamları topluluğuyla birbirinden ayrışmıştır. Yani bir konu hakkında mevcut bilgi birikimine ilim; dönemin ilim anlayışına uygun şekilde bu birikime sahip olup onu yorumlarını da ilave ederek aktarma yetkisine sahip olana ise âlim denilmiştir. Bu nedenle erken dönemde yukarıda sayılan ilimlerle ilgili olarak muhaddisler, müfessirler, kelamcılar, zâhitler (sûfîler), fakihler ve dilciler gibi belli başlı zümreler oluşmuştur. Bu ilimlerin tamamı, derleme veya anlama açısından Kur’ân ve sünnetle ilgili olduğundan yer yer onları temsil eden zümreler arasında derin görüş ayrılıkları olsa bile bunlar arasında dâhili bir ilişki var olagelmiştir. Bu bakımdan hicrî üçüncü asrın başlarına kadar ortaya çıkan ilimler arasında Kur’ân ve sünneti farklı açılardan incelemeleri açısından zımnî bir tasnif mevcuttu. Bu zımnî tasnifin şemsiye kavramı da “din”di. Bu nedenle de ilimlerin tamamı ya doğrudan dinî olmakla tanımlanıyor ya da dinî ilimlere araç işlevi görmekle dolaylı olarak dinî olmakla niteleniyordu.