Menü
Cağfer Karadaş
Cağfer Karadaş
İslâm Düşüncesinde İnsan Ve Değeri
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE İNSAN VE DEĞERİ

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslâm düşüncesinde insan, ‘ben’ diye işaret edilen, beş duyu ile kavranabilen ve ruh ile desteklenmiş bulunan bedendir, diye tarif edilir.[1] Nitekim kişi “Ben; yemek yedim, su içtim, hasta oldum, dışarı çıktım, içeri girdim” derken ruh ile birlikte bulunan ve duyular ile kavranabilen bedenine işaret etmekte veya bedenini kastetmektedir. Ancak burada temel sorun, ruh ile desteklenmiş bu bedenin görünen tarafı mı yoksa onun gerisinde bulunan soyut ya da somut başka bir gerçeklik midir? Bazı âlimler bedeni öne çıkarırken bazıları bedenin gerisine dikkat çekmekte ve insanlık (el-insâniyye) diye bir olgu veya olayın varlığından söz etmektedirler. Bu durumda ‘ben’ diyen kişi, bedenini mi, yoksa bedenin gerisindeki insanlığını mı kastetmektedir? Çünkü belli bir şekli ve hacmi bulunan beden, an be an yenilendiğinden/değişime uğradığından zaman içinde farklılık göstermektedir, buna karşılık bedenin gerisindeki şahsiyeti temsil eden insanlık, zaman ve mekâna göre asla değişim kabul etmemekte, ömrün başlangıcından sonuna kadar varlığını “neyse o” şeklinde sürdürmektedir. Öyle görünüyor ki insanlık dedikleri ruh ve bedenin birlikteliğinden doğan insanın şahsiyeti ve aynı zamanda hakikatidir. Bu durumda insanın hakikati, ruh ile desteklenmiş görünen bedeni tarafından temsil edilen ve ömrün başlangıcından sonuna kadar değişmeksizin bâkî kalan değeridir. Nitekim Yüce Allah “Şüphesiz biz, senden önce de vahyettiğimiz insanları peygamber olarak gönderdik; eğer bilmiyorsanız, bilgi sahiplerine sorabilirsiniz. Onları biz sadece yemez içmez bir beden kılmadık, üstelik ölümsüz de değillerdir.” (Enbiyâ 21/7-8). mealindeki âyetler müşriklerin peygamberleri beşer diye küçümsemelerine cevap mahiyetinde olup insanın tam da insanlığına işaret edilmektedir. Burada verilmek istenen mesaj peygamberler yemeyen-içmeyen melek cinsinden varlıklar olmadıkları gibi, görüntüden ibaret cansız bir ceset de değildirler; bilakis onlar ruh-beden bütünlüğü içinde bir insanlık timsali olup ölümsüzlükleri de söz konusu değildir.[2] Çünkü Yüce Yaratıcı, engin kudretiyle insanlık denilen bu yapıyı değişimden ve bozulmadan korumakta; her ne kadar ölüm anında, insanı insan yapan bedenin parçaları birbirinden kopup dağılsa bile; canlı, kavrayan, akleden ve anlayan insanî özellikleri kalmaya devam etmektedir. Nitekim ölümden sonraki kabir hayatında insanlara dünyadaki hallerine ve yaşantılarına göre ya nimet ya azap şeklinde bir muamele olacaktır. Kıyametin kopması ve yeniden dirilişle birlikte Yüce Allah tıpkı dünya hayatında ilk olarak yarattığı gibi, aslî unsurları birleştirerek insanın bedenini ahiret hayatında tekrar yaratacak ve aynı ruhu iade edecektir. Böylece yeniden dirilişle birlikte ruh-beden bütünlüğü içinde tekrar diriltilen insanlar, dünya hayatındaki iyi ve kötü (taat ve isyan) amellerine göre ya cennetle ödüllendirilmeye nail olacaklar veya cehennemle cezalandırılmaya maruz kalacaklardır.[3]

İnsanın Temel Unsurları: Ruh ve Beden

İnsanın yaratılışı önce bedeninin şekil verilmesiyle ardından ruhunun yaratılıp bedenine üflenmesiyle gerçekleşmiştir (bk. Hicr 15/28). Bedenin yapısı görülen biyolojik unsurlardan oluşurken ruhun yapısı hakkında görünmemesi dolayısıyla diğer düşüncelerde olduğu gibi İslâm düşüncesinde de oldukça fazla farklı tartışmalar meydana gelmiştir.

İnsan bedeni görünüş itibariyle duyulur nesnelerden yaratılmış, diğer hayvanlara benzeyen biyolojik bir yapıya sahiptir. Ancak şu kesindir ki Yaratıcı her varlık cinsini kendine özel yarattığı gibi, insan cinsini de kendine özel yaratmıştır. Hz. Peygamber’den nakledilen “Allah insanı kendi özel sureti üzere yarattı.” (Müslim “Birr” 115). sözü bunu teyit etmektedir. Yani insan herhangi bir canlı türünün evrimleşmesiyle/değişime uğratılmasıyla değil, Yüce Allah’ın bedenini topraktan yarattıktan sonra yarattığı ruh ile destekleyerek/canlılık kazandırarak varlık alanına çıkardığı bir türdür. Beden yönüyle insanoğlu, hareket edebilen canlı grubuna benzemekle birlikte Yüce Allah tarafından ahsen-i takvîm yani en güzel biçimde yaratılmıştır (Tîn 95/4). Ancak bu güzellik beden güzelliği mi, yoksa ahlakî ve ruhî güzellik mi; eskilerin deyimi ile sûret güzelliği mi, sîret güzelliği midir? Her iki görüşün de taraftarları olmakla birlikte ilk dönem âlimleri daha çok dış görünüş güzelliğini tercih etmişler ve hatta insanın edebiyatta güzellik sembolü olarak kullanılan güneşten ve aydan daha güzel olduğunu dile getirmişlerdir. Buna göre Yüce Allah, bütün canlıların aksine insanı, dik durabilen, dik hareket edebilen, yemeğini eliyle ağzına götürerek yiyen, azaları ve görünüşü itibariyle dengeli ve düzgün, organları vasıtasıyla çeşitli aletler yapmaya ve bunları işlevsel olarak kullanmaya yatkın bir varlık olarak yaratmıştır. Hatta Sâdî-i Şirâzî, “bütün canlılar ağızlarını yiyeceğe götürürken, insan yiyeceği ağzına götürür” diyerek bu farkı vurgular.[4]

İnsanın ruhuna gelince İslâm âlimleri ruhun âleme ait bir varlık olduğu noktasında hemfikir olmakla birlikte kimisi onu cisim kimisi araz yani bir özellik kimisi de soyut bir varlık olarak düşünmüşlerdir.[5] Ekseriyet, ruhun cisim olduğu yönünde görüş belirtmişler ve görünmeme yönünü dikkate alarak ona cism-i latîf yani görünmeyen cisim ismini vermişlerdir.[6] Öte yandan “ruhun yaratılmışların hayatı (hayâtu’l-halk) olduğunu[7] ifade eden Mâtürîdî insanda ruh, nefs ve beden gibi üçlü bir yapının olduğunu dile getirir ve kabir azabının ölümle birlikte ruhun ayrılmasının ardından nefisle birlikte kalan bedene yönelik olacağını ileri sürer.[8] Bununla birlikte o, nefsi ruhanî ve sürekli hareket eden, buna karşılık cesedi kısıtlayıcı bir unsur kabul eden felsefecilerin düşüncelerini açık ve kesin bir dille reddeder. Yine felsefecilerin ceset uyuduğunda veya ölüm gerçekleştiğinde nefsin istediği şekilde ve ihtiyacına göre hareket edeceği iddialarına da katılmaz. Ona göre Hz. Dâvûd kıssasında görüldüğü gibi meleklerin insan suretine girmesi ve hatta iki insan gibi birbirlerini dava etmeleri mümkündür. Çünkü Allah görünmeyen şeffaf bir yapıya sahip olan meleği görünebilen somut bir yapıya sahip insan bedeni şekline sokmaktadır. Bütün bunlar ne ruhun ne de meleğin felsefecilerin iddia ettikleri gibi cisimden arınmış bir mahiyette olmadığının açık delilidir.[9]

Eş’arî kelâmcısı Bâkıllânî, ruhun araz yani bir özellik olduğunu ileri sürerken[10] aynı gelenekten gelen Cüveynî latîf olmakla birlikte ruhu, beden gibi cisim kabul eder ve bedenin hayatı gibi ruhun da hayatının bulunduğundan bahseder. Onun ifade biçiminden hayatı, bir araz olarak gördüğü sonucunu çıkarmak mümkündür.[11] Endülüslü Eş’arî kelâmcısı Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ise Bâkıllânî’nin yolundan giderek ruhun araz olduğunu dile getirir. Ayrıca o, “Âdemoğlu fânîdir, onun bütün bedenini toprak yiyecektir/bedeni tamamıyla çürüyecektir ancak acbü’z-zeneb denilen bir parçası kalacaktır, insanoğlu ondan yaratılmıştır ve terkîbi onda bulunmaktadır.” (Buhârî, “Tefsîr”, 39) hadîsinden hareketle ruhun anılan bu acbü’z-zeneb cismine bağlı bir araz olduğunu ileri sürer.[12]

Mu’tezile kelâmcılarından Nazzâm ve Ebû Ali el-Cübbaî ruhun cisim olduğu görüşünde müttefik olmakla birlikte hayatın ruh olup olmamasında ihtilaf etmişlerdir. Nazzam’a göre ruh cisimdir, insanın nefsidir ve bizâtihi hayat sahibidir. Ebû Ali el-Cübbaî ise hayatı, araz kategorisine dahil etmekte ve onu cevher olan ruhtan ayrı düşünmektedir.[13]

Ehl-i Hadîs ekolünden İbn Hazm ruh ile nefsi aynı şey sayar ve bunları bir varlığın iki ayrı ismi olarak görür. Ona göre her insanın kendine özgü ayrı bir ruhunun bulunması ruhların çokluğunu, her ruhun bir takım farklı özellikleri bünyesinde barındırması da mürekkep olmasını gerektirir. Bu yönüyle de ruh hem muhdes yani yaratılmış hem de mürekkep yani birleşik bir yapıdadır. Ruh, ceset gibi cisim sınıfından olmayıp farklı bir yapısı bulunmaktadır. Ancak bu yapının nasıl olduğu noktasında bir açıklık yoktur.[14] Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kur’ân ve Sünnet’te ruhun mahiyeti ile ilgili bir açıklamanın bulunmadığını, bu konuda çekimser kalınması gerektiğini belirtir. Ona göre insanların ruh konusundaki ihtilaflarının temel sebebi, bilgilerinin felsefe ve tıp alanından elde edilen malumattan oluşmasıdır.[15]

İnsanın Değeri

Kelam ve fıkıh usulü âlimlerinin çoğunluğu insanı cins kategorisinde, insanın alt dalları olan erkek ve kadını ise tür kategorisinde kabul ederler. Bu düşüncede birinci ve en geniş kategori insandır, erkek ve kadın tür olarak onun alt dallarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla İslâm âlimleri felsefeciler gibi insan üzerinde canlı (hayvan) cinsi öngörmemekte ve tasnif sıralamasını insan ile başlatmaktadırlar.[16] Bu görüşün arka planında insanın diğer hayvanlardan bağımsız olarak yaratılmış olması düşüncesinin yattığı açıktır. Çünkü felsefecilerin varlığın meydana gelişini katı bir determinizm prensibi çerçevesinde illet-ma’lûl (zorunlu sebep-sonuç) ilişkisi içinde düşünmeleri, insanı varlık kategorisinde canlı varlıklar içine yerleştirmeye ve bağımsız üst varlık olma ihtimalini göz ardı etmeye götürmüştür. Nitekim Felsefecilerin düşüncesine göre Tanrı’dan önce akılların sudur etmesi ve son akıl olan Faal Akıl’dan da cismanî âlemin meydana gelmesi düşüncesi, bu zorunlu sebep-sonuç ilişkisi içerinde gerçekleşmiştir. Hatta bazı felsefeciler, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde insan dâhil bütün canlıların önce suda meydana geldiği, söz konusu insanın derisinin üzerinde balık pullarına benzer şeylerin olduğu, zamanla bu pulların kuruma ile döküldüğü şeklinde bir tekâmül nazariyesini Darwin’den neredeyse bin yıl öncesinde dile getirmişlerdir.[17]

Kelam ve fıkıh usulü çerçevesinden meseleye baktığımızda, insanın diğer varlıklar içinde nasıl bir değer taşıdığının cevabını Hanefî usûl alimi Debûsî’de (öl. 430/1039) bulmaktayız. Ona göre dünya ve ahiret hayatı melekler, şeytanlar, cinler ve insanlardan oluşan dört varlık cinsi için yaratılmıştır. Bu varlıklar içerisinde insan, eğer hak ve sorumluluklarını gözetir ve doğruluk üzere yaşarsa en üstünüdür. Bu durumda şunu söylemek mümkün olur: Bütün bir âlem aslında insan için yaratılmıştır.[18] Varlıkların yaratılışları birbirinden bağımsız olmakla birlikte, benzerlik ve farklılıkları dikkate alınarak bir gruplandırma yapmak mümkündür. Buna göre insanın, canlı olmak sıfatıyla bitkiler ve hayvanlara, düşünme sıfatıyla meleklere, iradesini kullanarak eylemde bulunan ve bundan dolayı da doğru ya da yanlış yapabilme özelliğiyle cinlere benzerliği söz konusudur. “Biz insanlar ve cinleri ancak bize kulluk etsinler diye yarattık.” (Zâriyât 51/56). âyeti bu gerçeği bildirmektedir. Bununla birlikte insan, topraktan yaratılma özelliğiyle ateşten yaratılmış olan cinlerden ayrılır. Öyleyse yaratılış şekli ve maddesi itibariyle her cinsin birbirinden bağımsız oldukları gerçeği söz konusudur. Diğer bir deyişle yaratılmışları insan, cin, melek ve cansız varlıklar şeklinde dört gruba ayırdığımızda, bunlar içinde düşünme özelliğini taşıyanların insan, melek ve cin olduğu aşikârdır. Bu üç grup içinden de insan ve cin, irade ve bu irade doğrultusunda eylem özellikleri bulunduğundan Kur’ân’da mükellef/sorumlu varlıklar sınıfında yer alırlar. Bu durumda insan ve cin, akılları ve iradeleri bulunduğundan düşünebilen ve tercihte bulunan akabinde de söz konusu düşünce ve tercihlerini eyleme dönüştüren ve sonuçlarından sorumlu tutulan varlıklardır. Melek ve cansız varlıklar ise bu tür özelliklerden yoksun oldukları gibi sorumlu kategorisine girmekten de azadedirler. Bu sorumluluğun ağırlığını Yüce Allah Kur’ân’da şöyle dile getirir: “Eğer bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan onun boğun eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün. Biz insanlara düşünsünler diye bu

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
İlkeli Yönetim
Ramazan Kayan
Kudüs’te Bir Eşraf Ailesi: el-Hüseynîler...
Sezai Balcı
Gazze: Direniş ve Diriliş Mektebi...
Abdullah Yıldız
Zafer Vadedilen Kur’ân (Tufan) Nesli...
Recep Songül
Filistin Direnişi Bize Ne Anlatıyor?...
Aydın Ünal
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
"Filistin davası, Filistinlilerin ya da Arapların ...
Abdurrahman Arslan
“Dünyaların değiştiremediği insanlar ancak dünyala...
Muhammed Emin Yıldırım
“Müslümanın dünyayla ilişkisi tedbir ve temkin ili...
Kasım Küçükalp
... her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikeni...
Ali Osman Öncel
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
Türk Sinemasında Neden Hz. Muhammed (sas) Filmi Yo...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
Avrupa’nın Ortasında Var Edilen Güçlü Bir İnanç İk...
Mikail Çolak
İnsan Göç Eyler
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
Ensârî Bir Muhacir: Zekvân b. Abdükays...
Miraç Okutan
İki Hicret Sahibi: Ca’fer b. Ebû Tâlib...
Miraç Okutan
NEBEVİ VARİSLER
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Ca'fer b. Ebû Talib
Zeynep Simit
Süleyman b. Yesâr
Ruveyda Büyükkendirci
Ömer b. Abdülaziz
Kevser Özdağ
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x