Eğitim felsefesi bağlamında değerlendirildiğinde, eğitimin içerik ve formunun, benimsenen varlık ve hakikat anlayışıyla özsel bir bağlantı içerisinde şekillendiğini söylemek mümkündür. Söz konusu tespite bağlı olarak, Batı düşüncesi geleneği boyunca eğitimin nasıl şekillendiği meselesi de klasik, modern ve postmodern/çağdaş varlık ve hakikat anlayışlarıyla bağlantılı olarak ele alınmak durumundadır. Öyle ki, organik bir varlık ve amaçlı bir evren anlayışının hüküm sürdüğü, klasik felsefî ve dinî düşüncedeki ile, mekanik bir evren anlayışına paralel olarak benimsenen hümanistik rasyonel hakikat ve varlık anlayışının benimsendiği modern düşüncedeki ve nihayet bütün rasyonel kategorik şemaların yanı sıra bilimsel determinizm fikrinin, olumsal bir varlık ve bilinçdışı yönleriyle tebarüz eden insan anlayışına bağlı olarak geçersizleşmek suretiyle farklılığın alkışlandığı postmodern düşüncedeki eğitim anlayışları arasında radikal denebilecek farklılıkların olduğu açıktır.
Klasik, Modern ve Postmodern Varlık ve Hakikat Anlayışı
Aristoteles’in düşüncenin kategorilerini varlığın kategorileriyle özdeş kılmak suretiyle varlıkla düşünce arasında bir özdeşlik mantığı kuran yaklaşımıyla paralel bir biçimde, “rasyonel olanın gerçek, gerçek olanın ise rasyonel olduğu” şeklindeki Hegelci formülasyonda karşılığını bulduğu şekliyle gerek Batı metafizik geleneğinde gerekse söz konusu geleneğin bir parçası olarak görülebilecek olan modern Batı düşüncesinde rasyonel bir varlık anlayışının benimsenmesi nedeniyle hakikat de tarih-dışı, evrensel ve gerekli rasyonel enstrümanlar yoluyla bilinebilir bir mahiyete sahip olarak algılana gelmiştir. Böyle bir varlık ve hakikat telakkisinin açık sonucunun ise, Batı düşüncesi geleneği boyunca özcü, temelci, mutlakçı ve evrenselci bir varlık, hakikat, bilgi ve bilim anlayışının yerleşmesi olduğu söylenebilir.
Felsefede logos sahibi olarak tanımlanan insanın rasyonel düşüncesinin, bilimde ise gözlem ufkunda beliren gerçekliğin rasyonel teorisinin veya temsilinin geçerli ve meşru yegâne hareket zemini kılındığı Batılı felsefe ve bilim anlayışının en belirleyici karakteristiği ise hümanistik bir düşünme pratiğine karşılık gelmesi olmuştur. Özellikle modern özne-metafiziklerinde (sübjektivite metafiziği) karşılığını bulduğu üzere, hümanizm özneye merkezi ve dışlayıcı ontolojik bir statü bahşeden ve düşünüm konusu kılınan her şeyi öznenin epistemik evrenine/aklına indirgeyen bir düşünme pratiğine tekabül etmektedir.
Bununla birlikte, her ne kadar Aristoteles felsefesi ekseninde şekillenen düşünme biçimi de insanî düşünce kategorilerini ve aklın ilkelerini hakikat için kıstas kılması nedeniyle hümanistik bir doğaya sahip olsa da, klasik varlık ve hakikat telakkisi ile modern sübjektivite metafiziklerinde zuhura gelen varlık ve hakikat anlayışlarının birebir örtüştüğünü söylemek mümkün değildir. Zira Platon felsefesi ve dinî düşünce ufkunun belirleyici olduğu klasik dünyada ruhuyla tanımlanan insanın varlık ve hakikatle teması, varlık-oluşsal bir inkişaf süreci olarak görülmüştür. Kelimenin tam anlamıyla aşkın/müteal bir varlık ve hakikat anlayışının benimsenmiş olması, klasik dünyada, insanın varlık ve hakikatle ilişkisini, hümanistik bir söylem içerisinde kuşatılması mümkün bir boyuta taşımıştır. Buna göre insan bütünlüklü, organik ve amaçlı bir âlem içerisinde, gerçekleştirmesi halinde kendisi olabileceği belli bir amaca sahip bir varolan olmak durumundadır. Epistemolojik olmaktan ziyade ontolojik bir karakter arz eden söz konusu amacı gerçekleştirilebilmesi anlamında, insanın hakikatle temas kurabilmesi ise, adeta bir arınma pratiğine bağlı olarak, sahip olduğu güçleri süflî ilgilerden kurtararak, ulvî maksutlar doğrultusunda seferber etmek suretiyle varlığını/ruhunu inkişaf ettirmesine bağlıdır.
Buna karşın modern düşünceyle birlikte zuhura gelen varlık ve hakikat telakkisi, yeni kozmoloji anlayışına bağlı olarak, mekanik âlem anlayışı lehine, amaçlı âlem fikrinin yitirilmesi; müteal varlık fikri yerine ise epistemik temsil veya teorilerle kesinlik diline aktarılabilen bir varlık anlayışının yerleşmesi gibi hususlar, ruhuyla tanımlanan insandan bilinç veya zihinle tanımlanan insan anlayışına geçilmesine bağlı olarak modern seküler hümanizmin vücuda gelmesine yol açmıştır.
Söz konusu hümanistik varlık ve hakikat anlayışı, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte, bir yandan kemale ererken diğer yandan ise insanın sahip olduğu epistemik güçlerin imkân ve sınırlarına yönelik eleştirilerle çözülmeye başlamış, 19. ve 20. yüzyıllara gelindiğinde ise, varlık ve hakikatin tarihselliğinin ve bilinç-dışının keşfi, yaşanan dünya savaşları, modern faşizan ideolojilerin insan üzerindeki despotik tezahürleri, araçsal rasyonalizmin hâkimiyetiyle birlikte insanın tek boyutlu kılınması, bütün bir kültürün ise endüstriyel bir mevzu haline gelmesi, insanın doğa üzerindeki hakimiyetinin ekolojiyi açıkça tehdit eder bir boyuta ulaşması, teknolojik ve bilimsel enstrümanları ele geçiren bürokratik devlet aygıtının insan üzerinde belirleyici bir kontrol gücü elde etmesi vb. hususlar özneye ve Aydınlanmanın meta-anlatılarına yönelik güveni sarstığı gibi, çıplak varoluşun değer, anlam ve amaç karşısında kayıtsızlığını ifşa eden nihilistik bir varoluş ufkuna vücut vermiştir. Aslına bakılırsa post-modernizmi, logos-çökmesi anlamında, rasyonel varlık ve hakikat anlayışlarına yönelik radikal denebilecek bir güven kaybına paralel olarak, öznenin ademi-merkezileştirilmesi olarak okumak mümkündür.