Menü
Bayram Çınar
Bayram Çınar
Modern Dünyada “Muhalefet-Ahlak-Anlam”: Filistin-İsrail Gerilimini Analiz Çabası
Mayıs 6, 2024
Yazarın Tüm Yazıları

İnsanın estetik kaygıları olduğu gibi rasyonel ve romantik kaygıları da olabilir. Sağlıklı birey, bu kaygıları yerli yerinde ve doğru hedeflerine dönük ortaya koyabildiği oranda sağlıklı bir tavır ya da tutuma sahip olur. Buna göre sağlıklı bireylerin tepki ve tavırlarının da sağlıklı olması beklenir.
İsrail-Filistin geriliminde insanlığın gösterdiği tepkilerin belirli gerekçe ve nedenlerle sağlıklı olduğu ise bu bağlamda tartışmalıdır.
Öldürülen masumlara karşı verilen cılız tepkiler ya ciddi bir dezenformasyon ile karşı karşıya bulunulduğumuzu ya da insani değerlerimizin ciddi biçimde erozyona uğradığını ortaya koyar.
Kendi acımızı farkındalığımız, canlı oluşumuzu fakat başkalarının acılarını paylaşıyor, en derinimizde hissediyor oluşumuz insanlığımıza delil oluşturur, bir ilke olarak kabul edildiğinde gösterdiğimiz tepkilerden hareket eden birinin insanlık ailesi olarak bize ilişkin kanaatinin “insandır” şeklinde olması neredeyse imkânsız. Hem kendimizin hem de başkalarının acılarını hissetme yeteneğimiz, insanlığımızın temel bir yönüdür. Canlı olduğumuzun ve empati kurabildiğimizin kanıtıdır. Başkalarına yönelik eylemlerimizde bu ilkeyi korumak önemlidir.
Son İsrail-Filistin geriliminde zaten yamalı bohça konumunda olan Müslüman âleminin, “ortak paydalarda buluşmak” yerine ideolojik ve mezhepçi ayrışmalarını gerekçe göstererek Müslümanların kendilerini sorumluluktan azletme çabaları daha belirgin bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Aslında İsrail’in gücünün Müslüman âlemin bu tavırlarda belirleyici olduğu, geriye kalan mazeretlerin bir bütün olarak bahane bulma ve mantığa bürüme olduğu, sürecin geri kalan bölümünde görülmüştür. Yüksek sesle, “Müslüman âlem korkmuştur!” diye bağırıyorum.
Bu yönüyle, Tebük’te münafıkların kendini dışa vurması, ifşa olmak zorunda kalışlarının temel nedeni Bizans’a karşı bu savaşın yapılmasıdır. Tebük’e katılmak istemeyenlerin asıl bahanesi güçlü Bizans’ın rakip olunmasıdır. Geriye kalan tüm diğer bahaneler bu asıl bahaneye nispetle geride kalacaktır. Şayet düşman bu kadar dev olmasa hasadı gerekçe gösterenler, havanın sıcaklığını gerekçe gösterenler, azalıp yok olacaktı muhtemelen. Hatta ganimet imkânı biraz mümkün ve muhtemel görülseydi, orduya yeni katılımlar bile olabilirdi. Böyle bir olasılıkta münafıklar muhtemelen planlarını erteleyeceklerdi, fakat düşmanın koca Bizans İmparatorluğu olması, kazanma şansının mümkün ve muhtemel görülmemesi onların planlarını beklenenden de öne almalarını gerektirmişti. Konunun İsrail olması, düşmanın zorlu olması, modern dünyanın münafıklarını katliam yapanı meşrulaştıran bir söylemi dışa vurmalarına sebep olurken kendini savunan Filistinliyi ise “akılsızca hareket etmek, halkı tehlikeye atmakla suçlayacak kadar ileri gittikleri” söylemine itti. Zira bu zavallılar sürüsü nefes alıp vermeyi yaşamak sayıyorlardı. Bilmiyorlardı ki özgür olmadan dilediğini yapamadan yaşanan bin yıllık bir ömrün, özgürce yaşanana bir tek gün kadar kıymetli olmadığını… Bu söylemin sahipleri ya unutmuşlardı ya da muhtemelen hiç şahit olmamışlardı böylesi yaşamlara. “Kırk yıl tavuk gibi yaşamaktansa bir gün horoz gibi ölmenin” erdeminin farkında değillerdi bu eleştiriyi yapanlar.
Müslüman toplumun İsrail’i haklı gören kanaat önderlerinin Bizans’a karşı sefere çıkmak yerine beklemeyi telkin edenlerden bu yönüyle bir farkı yoktu. O gün peygamberi savaşa çıktığı için çılgınlıkla suçlayanların, eleştirileri Hz. Peygamber’in Bizans’ı Medine dışında karşılaması değildi. Bizans’a karşı “savaşa cüret” etmesiydi. Fakat bunu ona söyleyemedikleri için düşmanı dışarda karşılamak yerine, Medine’de beklemeyi talep etmekle yetinmişlerdi. Çünkü onlar, Bizans’a karşı savaşılmaması gerektiğini düşünüyorlardı, zira Müslüman ordularına karşı Bizans çok güçlüydü. Bunu Mûte’de tecrübe etmiş ve görmüşlerdi. Bu yüzden onların tüm bahanelerinin ardında söylemeye cesaret edemedikleri şey Bizans’la karşılaşma korkusuydu. Dolayısıyla onlar sefere çıkmaya karşı çıkıyorlardı.
Bugüne geldiğimizde düşmanın İsrail olması, Hizbullah’ın Şîa destekli ve tabanlı olduğu şeklindeki bir sürü zırva da dâhil, mantığa bürüme anlamı ifade edecek diğer tüm gerekçeler modern Müslümanın İsrail korkusunu örten basit nedenlerdir. Konforlarını kaybetme korkusu, Allah korkusundan daha şiddetli sarmalamış, bu zavallıların ödleri kopuyor. Diğer korkuları, bu asıl gerekçeye nispetle önemsiz ikincil bahaneler ümmetin İsrail korkusunun gerekçelendirilmiş dışavurumudur.
Bir korkuya dayalı olan mantığa bürüme içermesi sebebiyle Tebük Seferi sırasında ortaya çıkan manzara ile 7 Ekim 2023’te ortaya çıkan fiili durum bu yüzden benzerlik arz eder. Her ikisinde de konuya ilişkin isteksizlik düşmanın gücünden duyulan korku kendini mantığa uygun bir başka biçimde dışa vurmuştur. Zorluk derecesi yüksek her iki vakıada da münafıklar kendini dışa vurmak zorunda kalmıştı.
Toplumsal muhalefet; olmakta olan, süregelenin dışında bir çözümün bulunduğunu, kendisine de fırsat verilmesini talep etmektedir. Toplumsal konsensüsü tehdit eden muhalefet algısı, bir ötekileştirmeyi değil, bir çözüm seçeneği olarak farklı bir perspektif sunar.
Kanayan yaralara seyirci kalmak yerine müdahil olmak için seferber olan kitlelere geçmişte de rastlanmaktaydı. Bugünde nadir olsa bile rastlanır. Toplumun daha duyarlı bu kesimi yavaş yavaş nasıl ve neden yok oldu? Özenle korunması icap eden bu kitleyi neden koruyamadık… Zira bugün her zamankinden daha fazla böyle serdengeçtilere salon delikanlılarından daha fazla ihtiyaç duymaktayız.
Bu serdengeçtilerin neden aramızdan çekildiğine ilişkin bir tespit için Afganistan-Rusya savaşını anlatmak bu tespiti kolaylaştıracaktır.
Afganistan, Rusya ile savaşa girdiğinde dünyanın farklı yerlerinden bölgeye intikal eden gönüllü mücahitler de bu savaşa katıldılar. Ülkemizden de genç, yaşlı, dertli kimi serdengeçtiler de bölgeye giderek bu savaşa katıldılar. Yirmi yılı geçkin bir süre bu insanlar orada mücadele verdiler. Sonra ölenler öldü, geri kalanlar ise ata yurtlarına geri döndüler. Geldiklerinde ne ile karşılaşacaklarına ilişkin hiçbir planlamaları olmayan daha doğrusu planlama nedir bilmeyen bu yüreği tertemiz insanlar, varsa ana-babalarının yanlarına sığıntı gibi yerleştiler. Bu da yoksa tümden yok olup, perme perişan oldular.
Zira onlar savaştan döndüklerinde akranları evli barklı, çoluk çocuk sahibiydi. Birçoğu kariyer basamaklarını tamamlamış; başarılı iş insanları, bürokrat, memur, siyasetçi bireyler olarak toplumda saygın yerler işgal etmişlerdi. Bu dertli ve sorumluluk hisleri akranlarından daha fazla gelişmiş, duyarlı insanların ne evleri vardı ne de bir işleri. Sözüm ona toplumda koltuk sandalye ve yer işgal edenler, birlikte büyüdükleri iyi niyetlerine şahitlik ettikleri savaş bakiyesi bu arkadaşlarının dertleriyle dertlenmek, onlara kapılar yollar açmak yerine onları tanımazdan geldiler. Onlara bakarak kendilerinin böyle bir tercihte bulunmayarak ne denli akıllıca bir iş yaptıklarıyla içten içe gurur duydular. Üstüne üstlük çocuklarını karşılarına alıp bu serdengeçtileri göstererek onların trajedileri üzerinden çocuklarına nutuklar attılar.
Toplumun kendileri için fedakârlık edilmeye değip değmediği, karşılaştıkları manzara, yaşadıkları tecrübe sebebiyle savaş artığı bu topluluk tarafından sürekli sorgulandı. Fakat geçen günleri geri getirmeye imkân yoktu. Uğrunda ölmeyi göze aldıkları toplumun, uğurlarında ölmeye değip değmediğini sorguladılar. Artık gitmek mi kalmak mı daha doğruydu diye sorgulamanın bir faydası da yoktu…
Ana yurtlarında doğdukları sokaklarda birlikte büyüyüp serpildikleri arkadaşlarının ihanetleri ve vurdumduymazlıkları yüzünde bu serdengeçtilerin birçoğu evlenip çoluk çocuk sahibi olmadan, bir işleri bile olmadan birçoğu kahırlarından ölüp gitti. Onların işe, aşa ihtiyaç duyduğu demlerde akıl veren bir solucanlar sürüsünün, kahrından ölüp gittiler. Bugün çözüm bulmak yerine, bahane arayan, ölesiye korkanlar o serdengeçtilere akıl verenlerin çocukları. İyi adamlar iyi atlara binip gittiler, geriye çerçöp kaldı… Bu yüzden böyleyiz…
Çanakkale’de bizim uğrumuzda 250.000 şehid mezarlarından doğrulup kalksalar, bize bakıp: “Biz bunlar için mi vazgeçtik hayatımızdan, yaşamı elimizin tersiyle bu yüzden mi ittik?” demezler mi? Oysa aslında hiç kimse uğrunda ölünecek kadar değerli değildir, kimse de kimse için ölmez. İnsan davası için ölür… Sen ne Filistinli için ölebilir ne de onun için yaşayabilirsin. Görünen o ki onun temsil ettiği dava da senin için ölünmeyi hakkediyor değil…
Toplumda bu serdengeçtileri himaye eden kurumsal bir yapı olmadığı gibi bunları koruyan bir sivil yapılanma da yoktu. Onlara bir yuva imkânı da verilmedi. Bu insanlar bu ümmete ve bu topluma fedakârlıklarının bedelini çok ağır ödediler. Onları görenler, kendi çocuklarına bunların hikâyesi ve dramını anlatarak; toplum için fedakârlık yapmanın ne denli yanlış bir şey olduğu kanısıyla büyüttü. Bu yüzden serdengeçtilerin son temsilcisinin de el birliğiyle neslini tükettik. Toplumun kendilerine ihaneti yüzünden ardıl yetiştiremediler bu serdengeçtiler. Oysa bu ümmetin zekâtı sadakası vardı. Ota çöpe ödenek ayıran kurumlar bu serdengeçtileri himaye eden bir yapı pekâlâ kurabilirlerdi. Fakat iş bilmezliğimiz yüzünden bunu da yapamamıştık.
Bu ümmet kendisi için ölümü göze alan serdengeçtilerini himayesine alıp onları emekli edecek sorumluluğu üstüne almadığı sürece, kendisi için ne kadar savaşacağı şüpheli olan lejyonerlere kendisini savunması için ödemeler yapmaya mahkûm kalacakları kesindir.
İntihar komandoları diye bir yapı vardı. İnsanca yaşama imkânımızın elimizden alındığı demlerde zalimin temkinli olmasını gerektiren… Zira düşman, her şeyin bir sınırı olduğunu, belirli sınırları zorladığında, kaybedecek bir şeyi kalmayanlar açısından yolun sonunun gelebileceğinin farkına varmıştır. Şimdi düşünme sırasının kaybedecek şeyleri olanlara gelindiğinin de farkına varılırdı. Bu yapı, zulmü ve zalimi frenleyen bir sistem idi. Fakat gün geldi fakihler, zaruriyatu’l-hamseden olan canın korunması ilkesine muhalefet ettiği düşüncesiyle kendini yok etmek demek olan intihar komandoluğunun dinen haram olduğunu söylediler. Kale kapılarını içerden açan bu kahpe fetva, ismi kıtalar dolaşan birçok “fakih” tarafından paylaşılarak imzalandı. Canlı bombalar böylece etkisiz hale getirildi. Şimdi ellerinden alınmış sapanlarla Filistinli çocuklar, arenada dünyanın en acımasız ordularına çiğnetiliyor. Bizler de bu asimetrik kavgayı oturmuş hayâsızca seyrediyoruz… Çeçenistan’da mücadele edenler arasında oldukça yaygın olan intihar eylemleri, Filistin toplumu arasında da oldukça yaygındı bir zamanlar. Fakat sözü edilen o fetvalar, o insanlardan ölme haklarını da aldı… Acı tahammül edilmez olduğunda pimini çekme ve acıyı sonlandırmak hakları da alındı bu insanların elinden… Nisa Suresi, 4/29 dayalı bu fetvalardan sonra bir anda kesiliverdi. O günden bugüne düşman, elini kolunu sallaya sallaya girip senin mahremine dilediğini yapıyor… Ve sen seyrediyorsun hayasızca…
“Eğer öleceğini biliyor olarak ön saffa gidiyorsa kişinin intihar ettiği gerekçesiyle cenaze namazını kılmak mahzurluysa” ki bu fetvaya göre durum böyle; tarihi kayıtlara bakılacak olursa Çanakkale’de;
“Siperler arası 8 metre. Yani ölüm muhakkak. 3 dakika önce gelen bölüğün tamamı şehit olmuş. Yeni gelenler bunu biliyor ve bir 3 dakika sonra kendisinin de şehit olacağının farkında ilerliyor. Ama ne ilerleme! Bir an bile sarsılma, durma, geriye bakmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an okuyor bilmeyenler Kelime-i şehadet getiriyor. Az sonra öleceğini bile bile gözünü kırpmadan şahadete gidiyor.”
Bu fetva ehline göre onlar bile bile ölüme gittikleri için pisipisine gitmiştir… Oysa öyle midir? Tabi ki hayır… Zira Çanakkale’de onlar ölümü göze aldıkları için biz sefasını sürüyor, hayasızca seyrediyoruz ölenleri…
Filistin’de düşmanın eline tutuşturulan bu en güçlü silahı, hain değilseler şayet, gafil oldukları kesin olan bu fetva erbabının verdiğine şüphe yoktur.
İntihar komandoları realitesi, Müslüman “fakih”lerin verdiği fetvalarla insanlar iğdiş edildi. Uğradığı zulümler tahammül sınırlarını aşınca, yok olmak pahasına zalimi de yok eden bir intihar komandosu kurumu, diğer konularda fetva veremeyen verse bile işe yaramayan kimi fakihlerin dudaklarından çıkan fetvalarla, muhataplar düşman adına ikna edilerek bu eylemlerinden vazgeçirildiler. Ölmeyi göze alamayan bu ümmet için geriye kalan seçenek ise bulundukları yerde öldürülmek oldu. Zaten olan da bu…
İşler belirli bir hiyerarşi ve öncelik sıralaması ile planlanmalıdır. Öncelikle ifa edilmesi gereken vazifeler vardır, ikincil hatta üçüncül sırada olan işler vardır. Müslüman ümmet, başsız olduğu gibi planlama yoksunu bir topluluk olduğu için neyi ne zaman anasıl yapacağı konusunda da sorunlar yaşadı. Organize olmak konusunda sorunlar yaşadı. İyi niyetlerinden şüphe edilmeyen bazılarımız toplumun önüne geçerek çok daha geç yapılması gereken işleri öncelikli işler sıralamasıyla önümüze koydular. Cihada çağrılmak yerine mescide yönlendirilen, gazları yürüyüşlerle alınan kitleler, kendi kaderlerini belirlemekten alı konulunca Müslümanlar da başlarına gelene razı bir topluluklar haline geldiler. Öğrenilmiş çaresizlik üzerinden “toplum olana razı olur” kıvamına getirildi.
İnsanların bir şeyler yapmak isteyen fakat ne yapacaklarını bilemeyen topluluklar olduğu bu süreçte görüldü. Dostlarınız, öldüğünüzde taziyenize gelip geriye kalanlarınıza başsağlığı dileyenler değil; ölmemeniz için çaba harcayan, elini taşın dibine koyanlardır. Yaşamamız için kılını kıpırdatmayanların taziyemizde olmaları gerekmez… Bu süreçte Hans, Hasan’dan Mary, Meryem’den daha çok Filistin’deydi.
Yahudi toplum, antisemitik koruma zırhı ile kendilerini ötekinin şiddetine karşı garanti altına almış fakat kendileri semitik bir diğer topluma insan dışı uygulamalarda bulunduğu, yetmiş yıldır irili ufaklı olaylarda görüldüğü gibi bu aktüel olayda da görülmüştür. Zira Yahudilerin semitik olduğu kadar Filistinliler de semitik bir ırktır. Bu durumda antisemitik denilerek dünya kamuoyunun ifade ettiği, aslında anti Yahudi olmaktır. Zira aksi olsa birilerinin İsrail’e dur demesi beklenirdi muhtemelen fakat böyle bir şey olmadığı gibi olması da bu saatten sonra beklenemez. Kurulan sistemde Yahudiler antisemitik zırhı altında korumaya alınmıştı anlaşılan, onlar istediklerini yapacak, fakat onlara karşı hiç kimse bir şey yapamayacaktı. Yeltenen olursa o bundan el çektirilecekti.
Dünya milletlerini belli elitlere hizmet eder şekilde dizayn eden bu sistemin koruyucusu ve hamisi olmamak icap ettiği gibi ona itaat etmek de gerekmez. Hizmetçi olmadığını, köle doğmadığını düşünen her birey bulunduğu yerde kendince tavrını takınmalıdır. Bu bağlamda alternatif bir sistemin düşünsel egzersizlerini yapmalıdır. Zira bu haliyle kokuşmuş bu yapının sürdürülebilir olmadığı açıktır.
Yahudi toplumu olmasa bile Yahudi lobisi, Allah’ın bu toprakları İsrailoğullarına (Yahudiler) va’d ettiği, bunu engellemeye çalışmanın Allah’ın iradesine karşı bir duruş olduğu iması yatmaktadır. Şurası unutulmamalı ki Benî İsrâil bu toprakları, Allah kendilerine va’d ettiği için talep ediyor değiller. Allah’ın kendilerine bu toprakları va’d ettiği insanlara odaklanmayı bir kenara bırakarak fiilen bu topraklarda yaşayanlara da tanrının bir şeyler va’d etmiş olması beklenir. Yani Tanrı bana burayı va’d etti ise o halde Filistinliye ölün mü demek istenmektedir.
İki devletli bir yapıda taraflar kendi yaşamlarını başkalarının sınırlarını ihlal etmeden sürdürmelidirler. Şu ya da bu şekilde üç bin yıl sonra atalarının bir dönem yaşadığı topraklara yeniden dönen Yahudi mülteciler, fiili bir durum olarak vardır. Bu inkâr edilemez. Fakat inkâr edilemez olan bir diğer durum ise Yahudiler henüz bu topraklarda yokken Filistinliler buradaydılar. Yani Filistinliler İslam fetihlerinden sonra oraya gelmiş yerleştirilmiş değil, onlar Filistin’in bilinen tarihinden beri bu coğrafyanın bir parçasıydılar.
Batı toplumu İsrail’i Filistin’de kurarak Yahudilerin tehlikesinden kendi halklarını korumuş, Yahudi toplumunun Müslüman dünya içindeki güvenliğini de kendisi omuzlamıştır. Sahip olduğu ekonomik ve askeri güçlerin verdiği kibirle daha naif, imparatorluk bakiyesi bu öksüz toplumu (Filistin) hâmisiz ve sahipsiz bırakmıştır.
Filistin’den bize ne? Ulus devlet algısının sağladığı dar ve yüzeysel bakış açısı “Filistin bizim nemiz olur?” yaklaşımı ile Müslüman toplumlar temel insani ortak paydayı paylaşmayı bile kabul etmeyen bir tavır takınmışlardır. Bu durum, bizde olduğu gibi İslam ülkelerinin geri kalanında da paylaşılan yoz ve yobaz bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım insani olmak temel parametrelerden bile oldukça uzak ahlaki olmayan bir tutumun temsilcisidir.
Yaklaşık üç yıldır Rusya ile savaş halindeki Ukrayna halkı mülteci kampları ya da sığınma koridorlarına ihtiyaç duyulmadan batı toplumu kendilerinden olan tüm bir halkı himaye etmeyi başarmışken Müslüman toplumun bu iş bilmez, işgüzar tavrı tiksinti vericidir. Müslüman toplumun kanını emen “başımızdakiler” denilen bu mankurtlar, Trump’un söylediği gibi batıya sadece koltuklarını ve iktidarlarını değil kişilik ve kimliklerini de borçludurlar. Bu yüzden değerler ve yargıları itibariyle de bizden değiller.
Savaşın kendine ait bir hukuku olduğu ve belirli parametreleri bulunduğunu varsaymayı gerektirir. Bu hukuku gözetmeyenlerin uluslararası toplum tarafından sosyal linçe maruz kalması işin bir tarafıyken öteki tarafı uluslararası savaş hukukuna hesap vermektir. Görülen durum, bu defacto da İsrail’i uluslararası hukuka hesap vermeye çağıracak bir hukuki irade olmadığı gibi onu sosyal olarak yadırgayacak insanlık vicdanının bulunduğu da şüphelidir. Zira ufukta bunu yadırgayan bir uluslararası toplumun olduğunu söylemek çok güç.
İnsanlık tarihinde savaş hukukunun farklı uygulamaları görülmüş ve bu temayüller insanlık tecrübesinde belirli bir eğilim ortaya çıkarmıştır. Bu temayülleri ihlal ederek aksini uygulayanlar ise rezil bir tavrın mümessilleri olarak aşağılanmış ve maşeri vicdanda mahkûm edilmiştir. Bu yüzden insanlık tarihinde bu konuya ilişkin ortak bir mutabakat oluşmuştur. Savaşta etkisi olmayan çocuk, hasta ve yaşlıların hedefler arasına alınarak onların gözetilmemesi canice bir savaş suçudur. Filistin İsrail geriliminde yaşanılanlar, insanlığın diline pelesenk olmuş kötü örneklerle yarışabilecek bir boyuta ulaşmıştır.
İdeolojik bir gözlükle evrene bakan insanlık, insanlığın ortak değerlerini de görmezden gelip tepkisiz kalmayı başarmış görülüyor. Türübinlerimize gömülerek, kendi konforlu ortamımızda, savaşan iki tarafa gösterilen tepki yerine bir spor müsabakasında dövüşen iki sporcuya gösterilen tepki şeklini alır. Durum böyle olunca da yaşananlar karşısında bahis bile oynayabilecek kadar romantik bir tutum sergileyebiliyoruz. Yaşanana karşı trajik bir olay değerlendirmesi yaparak hüzün duymak yerine, bu algı ile faydacı bir değerlendirme yapmak daha olası bir hal alıyor. Gelinen noktada olaya ilişkin ahlaklı-ahlaksız, haklı-haksız bağlamında meseleyi algılamak yerine kazanan-kaybeden bağlamında meseleyi ele alarak kazanan tarafta olmanın hazzını yaşıyoruz. Böylece acı duymak ve yaşanılanlar sebebiyle üzülmek yerine kazanacak takıma oynamanın verdiği gurur ve kazanmanın verdiği hazzı duyuyoruz.
Bir davranış kalıbı olarak öğrenilmiş çaresizlik, bu sürecin belki de insanlık açısından en talihsiz tarafıydı. Artık uluslararası kurum ve kuruluşların bir şey yapmadıkları ve yapamayacakları mağdur milletler tarafından farkına varılmış bir konudur. Güçlülere karşı zayıfların dayanışması olarak literatürde yer alan devlet aygıtının kuruluş ilkesi, hukuk felsefesi metinlerinde varlığını sürdürüyorken devletlerin güçlülere hizmet eden, onlar tarafından ele geçirilen kurumlar olduğu piramidin en alt katmanı tarafından da farkına varılmıştır.
Bu noktada kuruluş amacına hizmet etmeyen, amacından uzaklaşmış yapıları amaca uygun bir biçimde revize etmek ve kuruluş felsefelerine uygun hale getirmek gerekmektedir. Uluslararası yapılar da korunmak amacı güdülerek toplumların entegre olduğu yapılardır. Bunların en geniş tabanlı olanlarından olan Birleşmiş Milletlerin nasıl egemen güçlerin bir legalleştirme aparatı haline geldiği de süreçte görülmüştür. Yaşanılan olumsuz bu olayların galiba tek faydalı tarafı da bu kokuşmuşluğu ortaya sermesiydi. Hep birden, insanlığın nasıl kokuşmuş kurumlar hiyerarşisince idare edildiğini görmemize bu musibet fırsat verdi. Güçlülere hizmet eden ve onların amaçlarına ulaşmaları için hazır tutulan tabyalar gibi görev üstlenmektedirler bu uluslararası yapılar. İnsanlık tarihin ortak mirası geçmişten tevarüs ettiği bu kurumların mustazafların haklarını vermek için seferber olmak için değil, müstekbirlere hizmet etmek için kurulmuş ve organize edilmiş yapılara dönüşmesi, birden bire olmuş değildir. Süreç içinde onlar bu kurumları ele geçirip kendi hizmetlerine aldılar.
Herkesin haklarını kendisinin alma olasılığının olmadığı olsa bile bunun bir kargaşa yaratacağı varsayımıyla yasalar ve kurumlar var. Fakat söz konusu ulusal ve uluslararası kanun ve yönetmelikler hakları sahiplerine iade etmeyi başaramıyorlarsa insanlığın sırtına yüktür. İnsanlık bu yükten acilen kendini kurtarmalıdır. Durum böyle olunca, anarşik karşı duruş kaçınılmaz seçenek olarak ortaya çıkar. Zira bu kurumlar istila edilmiştir, içerden mücadelenin bir anlamı olamaz; bu halde tarihe, geleneğe ve sömürenler hukukuna karşı dışarıdan bir hak arayışına kalkışmak icap eder.
Bu elim olayın sağladığı pozitif bir diğer veri ise sürekli ağlayarak insanlığın kendisine haksızlık ettiğini hakları yediğine muhataplarını inandırmış Yahudi toplumunun temsilcisi İsrail’in eline fırsat geçtiğinde zulmün nasıl yapabileceğine ilişkin bir kesiti tüm insanlığa gösterdiler. En son ikinci dünya savaşında toplu imha edildiklerine uluslararası kurum ve kuruluşları başta olmak üzere hamilerini inandırmış Yahudi toplumunun, toplu katliamın modern versiyonlarını bize gösterdiler.
Bu hayasızca savaşın Müslümanı Hristiyan’ı Yahudi’si yoktur. Ahlaklı ya da ahlaksızı vardır. İnsanlık erdemini kaybetmemiş her birey bu hayasızlığı durdurmak için inisiyatif almalıdır. İkinci olarak hatıralardan silme ve bilinçaltına itme konusunda uzman bu toplumun, insanlığı yeniden aldatma fırsatı bulamadan sobelenmesi ve suçüstü yapılması bu yüzden hayati bir öneme sahiptir. Unutmamalı ki insanca ölmeyi göze alamayanların insanca yaşamaya ne hakları ne de imkânları vardır.
Ortaya çıkan manzarada insan dışı yöntemlerle rakibini yok eden İsrail, yaptıkları ile değil yönettiği algı ile tartışmalara konu olur. Bu yüzden insanlığın dengeleyici bir faktör olarak yargıçlığa soyunması bir hayaldir. Bu bir mehdi beklentisi olsa ve bir öğrenilmiş çaresizlik örneği olsa bile; geriye kalan seçenek Tanrı’nın rol alması ve geçmişte olduğu gibi tarihe açık ve seçik bir biçimde görüldüğü gibi kendini tarihin dışına vurmasıdır. Aksi durumda İsrail kavramının Tanrı’yı yenen anlamına vurgu ile verilen bir adlandırma olduğundan hareketle, “İsrail’in çocukları” ifadesini küçük bir yorumla Tanrı’yı aciz bırakanlar, Tanrı’nın başa çıkamadıkları, O’nun yola getiremedikleri anlamında bir değerlendirmeye kavuşması muhtemel olacaktır.

3.5 4 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
İlkeli Yönetim
Ramazan Kayan
Kudüs’te Bir Eşraf Ailesi: el-Hüseynîler...
Sezai Balcı
Gazze: Direniş ve Diriliş Mektebi...
Abdullah Yıldız
Zafer Vadedilen Kur’ân (Tufan) Nesli...
Recep Songül
Filistin Direnişi Bize Ne Anlatıyor?...
Aydın Ünal
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
"Filistin davası, Filistinlilerin ya da Arapların ...
Abdurrahman Arslan
“Dünyaların değiştiremediği insanlar ancak dünyala...
Muhammed Emin Yıldırım
“Müslümanın dünyayla ilişkisi tedbir ve temkin ili...
Kasım Küçükalp
... her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikeni...
Ali Osman Öncel
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
Türk Sinemasında Neden Hz. Muhammed (sas) Filmi Yo...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
Avrupa’nın Ortasında Var Edilen Güçlü Bir İnanç İk...
Mikail Çolak
İnsan Göç Eyler
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
Ensârî Bir Muhacir: Zekvân b. Abdükays...
Miraç Okutan
İki Hicret Sahibi: Ca’fer b. Ebû Tâlib...
Miraç Okutan
NEBEVİ VARİSLER
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Ca'fer b. Ebû Talib
Zeynep Simit
Süleyman b. Yesâr
Ruveyda Büyükkendirci
Ömer b. Abdülaziz
Kevser Özdağ
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x