Menü
Ramazan Altıntaş
Ramazan Altıntaş
Nübüvvet ve Siyaset İlişkileri Bağlamında Hilafet ve İmamet Meselesi
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

Cenâb-ı Hak ilk insanla birlikte, insanlığa doğru yolu göstermek için akıl, doğruluk, güvenilirlik, temizlik, ileri görüşlülük ve cesaretlilik gibi üstün yetenek ve faziletlere sahip kimselerden sayısız peygamberler seçip göndermiştir.[1] Bu peygamberlerin gönderiliş amacı, insanlığın din ve dünya işleri konusunda ihtiyaç duydukları şeyleri açıklamaktır. Eğer, nübüvvete ait bir başlangıç, nebevî bir ilk hareket olmasaydı, beşerî bir medeniyetin meydana gelmesi mümkün olamazdı. İnsanlığın bugün sahip olduğu teknik medeniyet, ilâhî yol göstermekle gelişip ilerlemeler kaydederek günümüzdeki mükemmel seviyesine ulaşmıştır.

Yaşadığımız yüzyılda dinle sorunlu toplumlarda bile, hâlâ helal kazanç, emeğe saygı, ailenin mahremiyeti ve önemi; adalet, danışma, yardımlaşma, affetme, merhamet, iyilik duygusu; barış, ötekine saygı, hukukun üstünlüğü, hoşgörü vb. gibi değerler varsa, bütün bunlar o toplumun kültür halitası içerisinde kalmış nübüvvetin kalıtımsal mirasının bir göstergesidir. Temiz fıtrata dayalı hiçbir insan bu değerlerin anlamsızlığını savunamaz. Şayet bu değerler birtakım toplumlarda bugün için anlam bulmuyorsa bile bu asla o değerlerin anlamsız olduğu anlamına da gelmez. Nitekim  “insanlığın peygamberlere olan ihtiyacı” başlığı altında “İnsanlığın san’at ve teknik alanında sahip olduğu bilgilerin ve becerilerin genel prensibi, Allah tarafından gönderilen peygamberlerce konulmuştur.” diyen ünlü İslâm kelamcısı Fahreddin Râzî,  “Peygamberler, sadece dinin uygulanmasıyla ilgili konularda değil, birtakım san’at ve teknik konularında da toplumlarına yol göstermişlerdir.” der ve bu konuda Hz. Nuh Peygamber’e, Yüce Allah’ın vahiyle gemi yapmasını öğrettiğini örnek olarak gösterir.[2]

İslâm’da Din-Dünya Ayrımı Yoktur

İslâm’da din-dünya ayrımı yoktur. Peygamberler içerisinde Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman hem peygamber ve hem de devlet başkanlığı yapmışlardır. İşte bu iki peygamber gibi, Hz. Muhammed (sas) da son peygamber olarak insanları evrensel ölçekte İslâm’a çağırmakla birlikte, Medine-i Münevvere merkezli dinî esasların hayat bulacağı bir toplum düzeni kurmuş, o toplumu dinî ve dünyevî konularda yöneten bir devlet başkanlığı örnekliğini de ortaya koymuştur.  Çünkü dinin düzeni, dünyanın düzeni ile kâimdir. Dünyanın düzeni ise, otoriter olan bir yönetici ile sağlanır.

Siyaset, toplumları yönetme ve sorun çözme sanatıdır. Huzurlu bir yaşamın alt yapısı, bilgisel temellere oturtulan adalet, ehliyet ve liyakat esaslarını temel alan erdemli bir siyaset ve yönetim anlayışıyla paralellik arz eder. Bu bağlamda İslâm, birey ve toplum hayatının bütün alanlarında olduğu gibi yönetim alanında da birtakım ilkeler ortaya koymuştur. Bunların başında din ve vicdan özgürlüğü, adalet, eşitlik, seçim, ehliyet, emanet, şura, biat gibi ilkeler gelir.  Hz. Peygamber (sas) döneminde bu yönetim ilkelerinin her birisi teorik bir ilke değil, müesseseleşerek somut yaşam biçimleri haline dönüşmüştür.

Dâvet’ten Devlet’e…

Göçün tarihine baktığınızda onun insanlık tarihi kadar eski olduğunu görüyoruz. Allah’a teslimiyetin bir gereği olarak bütün peygamberlerin ve dava adamlarının hayatında hicret vardır. Medeniyetler hicretle kurulur. Hz. Âdem’in (as) dünyaya göç etmesiyle birlikte medeniyetin temelleri atılmıştır.  İslâm tarihinde Müslümanların nübüvvetin 5. yılında Mekke’den Habeşistan’a, 622 yılında Hz. Peygamber’in (sas) Mekke’den Medine’ye göç etmesi davetin devlete dönüşmesinde önemli bir kilometre taşı olmuştur. İslâm tarihinde bu hicret, gerek sonuçları ve gerekse etkileri itibariyle bir dönüm noktası oluşturmuştur. Hicretle birlikte İslâm, Medine ufuklarından bütün bir dünyaya yayılmıştır. Böylece din, Medine’sini kurmuş, burada yaşanan din; sanat, edebiyat ve ilim faaliyetleriyle İslâm kültür ve medeniyetini meydana getirmiştir. Çünkü Müslümanlar Medine’de sosyal, ekonomik, siyasî ve kültürel hayata doğrudan katılacakları bir düzene kavuşmuşlar, devlet olmanın her türlü kurumlarını ihdas etmişlerdir.  Böylece Hz. Muhammed (sas) devlet başkanı olmuş, Müslümanlar da bu devletin bir üyesi olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir.

Toplumu meydana getiren fertler arası ilişkiler zorunludur. Bu nedenle farklı karakter yapılarına sahip olan fertler; bir araya gelme, toplanma, ayrılma ve anlaşmazlık kaynağı olabilirler. Toplumsal siyaset düzeyinde, birliği sağlama ve aradaki anlaşmazlıkları çözmede ortak bir sözleşmeye ihtiyaç duyulur. Yönetim mekanizmasında bu sözleşmeye bağlı olan toplum bireyleri hem toplumsal düzeni ve barışı korumada ve hem de toplumsal düzeni ve barışı tehdit eden unsurlara karşı koymada güç birliği etmiş olurlar. Bu sebeple Hz. Muhammed (sas) Müslüman ahali ile birlikte Medine toplumunda yaşayan bütün farklı unsurları (Yahudi ve Hristiyanlar) bir arada barış içerisinde yaşatacak ve adına Medine Vesikası denilen bir anayasa çevresinde toplamıştır.[3]

İslâm Tarihinde Yönetim Modelleri

Sünnî İslâm anlayışına göre Hz. Peygamber (sas) vefat etmeden önce kendisinden sonra toplumu yönetecek bir vâsi tayin etmemiş, bu meseleyi Müslümanların kararına bırakmıştır.  Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in (sas) vefatının ardından ensar ve muhacirin Benî Saide gölgeliğinde toplanarak devlet başkanlığı meselesini görüştüğünü haber alan Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e durumu iletmiş ve onu ikna ederek toplantının yapıldığı yere birlikte gitmişlerdi. Uzun müzakere ve münakaşalardan sonra Hz. Ömer’in teklifiyle Hz. Ebû Bekir devlet başkanı seçilmiş ve ümmet ittifakla ona biat etmiştir.  Böylece Hz. Ebû Bekir biat ve seçim yoluyla halife olmuştur. İlk defa “Halîfetü Rasulillah” tabiri de Hz. Ebû Bekir hakkında kullanılmıştır.  Hz. Ebû Bekir vefat etmeden önce kendisinden sonra halifenin Hz. Ömer olmasını istihlaf eylediğini bir ahitname ile bildirmiştir. Bu ahitnameye bağlı olarak Hz. Ömer halife seçilmiş, kendisini “Halifetü Halifeti Rasulillah” ya da “emirü’l-mü’minin” olarak nitelendirmiştir.  Hz. Ömer ise, kendisinden sonra halifenin kim olacağını seçtiği altı kişilik şuraya bırakmış, vefatından sonra onlar da Hz. Osman’ı seçmişlerdir. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Medine’de bulunan ashâb biat yoluyla Hz. Ali’yi halifelik makamına getirmişlerdir.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’den (sas) sonra halife ya da imamlar; seçimistihlaf ve şura yoluyla iktidara gelmişlerdir.  Bu dört halife; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali hilafetin bütün şartlarını üzerinde taşımışlar ve bu sebeple de hulefâ-i râşidîn olarak vasıflandırılmışlardır. Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi, sırası ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. İlk dört halifenin hilafetleri bu tertip üzeredir.[4] Hilafet kurumu, Hz. Peygamber’in hayatında yoktu. O, devlet başkanı olarak adlandırılmıştır. İslâm siyaset düşüncesinde siyasi anlamda “hilafet” sözcüğü dört halifenin seçilmeleriyle birlikte kullanılmıştır.

Hz. Ali’nin şehadetinden sonra hilafet makamı Emevilere geçmiştir. Muaviye, Hz. Hasan ile anlaşarak Şam’da hanedanlığını ilan etmiş, kendisinden sonra oğlu Yezid iktidara gelmiş, onunla birlikte hilafetten saltanata dönüş yolu da açılmıştır.   Abbasiler döneminde de hilafete dayalı yönetim devam etmiş, yöneticiler makamlarını farklı isimler altında adlandırmışlarsa da halife kavramını kullanmayı sürdürmüşlerdir. Özellikle Kahire merkezli Şiî Fatımî hilafetinden de bahsedilebilir. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Memlüklü Devleti’ni ortadan kaldırılmasıyla hilafet, Osmanlı devletine geçmiştir.  Osmanlı Hilafeti, 3 Mart 1924 yılına kadar devam etmiştir.

 İmamet ve Hilafetin Meşrûiyeti Meselesi

İslâm düşünce tarihinde hilafet ve imamet tartışmaları Şia’nın bu konuyu itikadî bir mesele haline getirmesiyle başlamıştır. Hâlbuki bir konunun itikadî bir mesele olması için ya doğrudan Kur’ân’da muhkem bir nassa ya da Hz. Peygamber’den (sas) gelen mütevatir bir habere dayanması gerekir. Eğer Şia’nın iddia ettiği gibi olsaydı, Hz. Peygamber’in (sas) dizinin dibinde yetişmiş olan dört halife buna göre seçilir ya da atanırdı. Kaldı ki Kur’ân-ı Kerim’de de idarecilik meselesi bir inanç ilkesi olarak değil, bir gereklilik olarak ortaya konmuş ve Müslüman toplumu yönetecek kimsenin (veliyyü’l-emr) Müslüman olması şartı getirilmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) itaat edin.[5]  Sünnî İslâm anlayışında bu âyette geçen “ulü’l-emr” tabiri,  “umera”[6], Şiilerde ise,  “masum imam” şeklinde yorumlanmıştır.[7] Şia,  zayıf ve mevzu rivayetlerden hareketle imametin nas ya da  tayinle sabit olduğunu, Hz. Peygamber’den (sas) sonra imametin Hz. Ali ve ahfadının hakkı olduğunu, peygamberler gibi imamların da masum olduklarını iddia etmiştir.[8] Ehl-i sünnet ise, hilafetin ümmete vacip olduğunu,  imamın ya da halifenin ittifak ya da  seçimle iş başına getirilmesi gerektiğini savunmuştur.[9]

İslâm’da pek çok mesele, devlet başkanının gerekliliğine bağlıdır. Bundan dolayı imamın nasbının vacip olduğu konusunda Müslümanların icmaı vardır.[10] Peygamber Efendimiz’in (sas) vefatından sonra, sahâbe-i kiram bu meseleyi en önemli iş saymış, definden önce Hz. Ebû Bekir devlet başkanı olarak seçilmiştir.  Nitekim Nesefî, akâid metninde devlet başkanının gerekliliğini şu sözleriyle teyit etmiştir: “Dini hükümlerin infazı, cezaların tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, Müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların, zekâtların toplanması, mal ve can güvenliğini sağlamak için soyguncuların ve eşkıyanın yakalanarak cezalandırılması, Cuma ve bayram namazlarının kılınması, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların çözümü, hukuk üzere geçerli olan şahitliklerin kabul edilmesi, velileri bulunmayan ve evlilik çağına gelen kız ve erkeklerin evlendirilmesi, ganimet mallarının taksim edilmesi imam sayesinde uygulanır ve yerine getirilir.”[11] Bu açıdan yöneticinin gerekliliği son derece önemlidir.

İslâm tarihinde devlet başkanlığı Sünnilerde daha çok hilafet, Şiilerde ise imamet kavramıyla ifade edilmiştir. İslâm siyaset biliminde her iki kavram da orijinaldir. Bu yönüyle, ilk defa Müslümanların geliştirdiği ve Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonra ortaya çıkan hilafet müessesesi, asırlarca Müslüman toplumların fikrî, idarî, kültürel, sosyal ve siyasî gelişmesinde önemli roller oynamış, İslâm tarihinde Şia gibi bazı siyasi mezheplerin doğmasına da yol açmıştır. Hilafet müessesesi aynı zamanda Müslümanların uzun yıllar bir bayrak altında toplanmalarına ve siyasi bir birlik kurmalarına da zemin hazırlamıştır.[12]

İslâm’da yönetim meselesi, beşerî bir olgudur. Bu ihtiyaç sadece insanlar için değil, her birisi bir ümmet olan tüm canlılar için de geçerlidir. Yerde sürünen canlılardan gökyüzünde uçan kuşlara varıncaya kadar onların hayatlarında da önderliğin fıtrî olduğunu görebiliriz. Bununla birlikte bizim için her konuda üsve-i hasene olan Hz. Muhammed (sas), devlet başkanlığı konusunda da model olmuştur. Kendisinden sonra devlet başkanlığı meselesinde ümmetini serbest bırakmakla rahatlatıcı bir alan açmıştır.

Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonra dört halife ile birlikte başlayan ve her birisinin seçiminde uygulanan farklı yönetim modelleri, İslâm tarihi içinde hilafet, imamet ve saltanat şeklinde varlığını sürdürmüştür. Sünni İslâm yorumunda yönetim biçimi ümmetin maslahatına bırakılan bir konu olması hasebiyle her dönemde özü korumak şartıyla farklı yönetim modelleri geliştirilebilir.


DİPNOTLAR

[1] Bkz. er-Ra’d 13/7;  Mü’min 78. 24

 

[2] Bkz. Râzî, Fahreddin,  Kelam’a Giriş, çev. Hüseyin Atay, Ankara, 1978, s. 217.

[3] Hamidullah, Muhammed, Mecmûâtu’l-Vesâiku’s-Siyâsiyye Li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-Hilâfeti’r-Râşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrut 1987, s. 59-62.

[4] Nesefî, Ömer, Metnü’l-Akâid, İstanbul: Dersaâdet Kitabevi, ts., s. 12-13.

[5] 4/Nisa 59.

[6] Krş. Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, thk. Mehmet Boynukalın, İstanbul: Dâru’l-Mîzân, 2005, III, 294–97.

[7] el-Muzaffer, Muhammed Rıza, Akâidü’l-İmâmiyye, Kahire, 1961, s. 54.

[8] el-Muzaffer, Akâidü’l-İmâmiyye, s. 60-61.

[9] Bkz. Şehristânî, Abdülkerim, el-Milel ve’n-Nihal, Kahire, 1961, s. 13, 146; Reşit Rıza, Hilâfet, Kahire, 1341, s. 24-25.

[10] Taftazânî, Sadettin, Şerhu’l-Akâid, İstanbul, 1326, s. 181.

[11] Nesefî, Metnü’l-Akâid, s. 13.

[12] Bkz. KazıcıZiya, İslâm Müesseseleri Tarihi, İstanbul, 1991, s. 25

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
Günümüzün Endülüsü: Doğu Türkistan ve Toplama Kamp...
Murat Yılmaz
Doğu Türkistan ile İlgili Uluslararası Kuruluşlar...
Gülden Sönmez
Doğu Türkistanlı Uygur Türklerinin Ulusal ve Ulus...
Şevket Nasır
Türkiye’de Faaliyet Gösteren Doğu Türkistan Kuruml...
Cengiz Hanoğlu
Uygur Tababeti
Ahsen Nur Katırcıoğlu
RÖPÖRTAJLAR
“Doğu Türkistan Çin’in bir parçası değildir."...
Hidayet Oğuzhan
“Eğer insanım diyorsanız, Doğu Türkistan bir insan...
Seyit Tümtürk
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
"Filistin davası, Filistinlilerin ya da Arapların ...
Abdurrahman Arslan
“Dünyaların değiştiremediği insanlar ancak dünyala...
Muhammed Emin Yıldırım
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Doğu Türkistan, Filistin ve Diğerleri: Sinemada Ek...
Abdülhamit Güler
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Mağrur Bir Tarih Ribatı Gibi Dimdik Ayaktadır Kâşg...
Mikail Çolak
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
Avrupa’nın Ortasında Var Edilen Güçlü Bir İnanç İk...
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
Son Dokunuş Sahibi: Kusem b. Abbas
Rumeysa Döğer
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
Ensârî Bir Muhacir: Zekvân b. Abdükays...
Miraç Okutan
NEBEVİ VARİSLER
Allame Muhammed Salih Damollam
İkra Nur Demir
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Ca'fer b. Ebû Talib
Zeynep Simit
Süleyman b. Yesâr
Ruveyda Büyükkendirci
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x