“Sofusun faz edelim, şimdi de boy boy tesbih…
Dalkavuklar bütün insan kesilir, la-teşbih!
Taylasan, cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ,
Dış yüzünden Ömer’in devri muhitin güya.
Kimi saim, kimi kaim, o tavanlar yerler,
‘Kul hüvellehu ehad’ zemzemesinden inler.
Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan,
‘Hüve’nin merci’i artık ne ‘ehad’dir, ne filan.
Çünkü madem yürüyen sade senin saltanatın,
Şimdilik heykeli sensin tapılan menfaatin,
Kanma, her kukla kıyafetli adam her sersem,
Herifin ağzı ‘samed’, midesi yüzlerce ‘sanem!’
Sen de bir tekmede buldun mu, nihayet, yerini,
Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini,
Aynı mahiyette aktarma ederler çabucak.
Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak.
Hani dillerde gezen namın, o içten şerefin?
Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin”
(Mehmet Akif Ersoy, Asım, Safahat)
Mehmet Akif Ersoy, İslâmcı geleneğe mensup biri olarak, “Müslüman dünya niçin geri kaldı” sorusunu analiz ederken, diğer İslâmi ihyacılar gibi Müslümanların zaaflarını öne çıkaran ve özeleştiriye önem veren bir yaklaşımı öne çıkarır. Özellikle form/biçim/görüşüş ve içerik/ahlâk/irfan arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekerek, ahlâka, samimiyete, tutarlılığa vurgu yapmaktadır.
Kişinin zihin dünyası içinde yaşadığı topluluk büyük ölçüde cemaat ve grup tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle kişinin zihin dünyasını, bağlı bulunduğu cemaat, grup, tarikat ve toplum içinden biçimlenen bir anlayış oluşturacaktır. Dolayısıyla ona göre İslâm’ın ölçüsü, geleneksel olarak miras aldığı anlayış olacaktır. Bireyin zihniyetini oluşturan bu durumu değiştirip dönüştürmek bir hayli zordur. Örneğin, bütün insanların Âdem’den geldiği, ortak bir atalarının olduğu, Âdem’in de topraktan türediği tasavvuru, insanların eşitliğini vurgular. Bu tutum faşizmi, ırkçılığı, her türlü ayırımcılığı ve milliyetçiliği devre dışı bırakır. Çünkü yukarıdaki ifade Türk, Arap, Ermeni bütün insanların doğuştan birbirine eşit olduğunu vurgular. Onları farklılaştıran yaşamı boyunca yaptığı eylemler sonucu oluşturduğu takvalarıdır. Bu gerçekliğe karşın milliyetçilik, İslâm dünyasında bir hayli yaygın bir ideolojik tutum olarak varlığını sürdürmektedir.
Bir Müslüman’ın salt kendi partisinden, cemaatinden, örgütündendir diye bir adâletsizliği görmezden gelmesi ve üzerini örtmeye çalışması, Müslümanca bir tutum ve davranış biçimi değildir. Öyle görülüyor ki menfaatler, dindarların bir bölümünü ikiyüzlü davranmaya sevk ediyor. Politik ve bürokratik kazanılmalarını kaybetmek istemeyen dindarlar, şahit oldukları yolsuzluk, hukuksuzluk ve liyakatsizlikleri görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Bu durum büyük bir ahlak kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Son dönemlerde Müslümanların kendilerinden çok öteki saydıkları kişi ve düşünceler üzerine yoğunlaştıkları ve eleştirdikleri görülmektedir. Bu tutum, olaylar karşısında özeleştiriden uzaklaştıklarını, kendilerini özne ve sorumlu tutma anlayışını terk ettiklerini göstermektedir.
Cemâleddin Efgânî ve Muhammed Abduh ile ortaya çıkan ilk İslâmcı nesi sorunun asıl kaynağının Müslümanların inanç ve tutumlarından kaynaklandığını isabetle tespit etmişlerdir.
Siyasetten, sosyal hayata dindarlar başkalarını eleştirmekten kendilerini düzeltmeyi unutmuş durumdadır. Oysa asıl belirleyici olan dindarların kendilerini düzeltmeleridir.
Ateist, agnostik, deistlere yönelik eleştiriler, dindarların iç eleştiri yapmalarını engellememelidir. Çünkü aziz Kur’ân bize iç eleştirinin ne kadar önemli olduğunu bildirmektedir. Çünkü son tahlilde “Dileyen inanır, dileyen inanmaz” (Kehf, 18/29) ve “Herkesin dini/inancı kendinedir” (Kâfirûn, 109/6).
Asıl sorun Müslümanların önemli bir kısmının gündelik hayatında Allah yokmuş gibi yaşaması, bunun sonucunda inancının değerleri ile pratik hayatındaki davranışlarının arasının açılmasıdır. Biz kâfirlerin tutumundan sorumlu değiliz, ancak kitaba uygun bir hayat yaşayıp yaşamamaktan sorumluyuz.
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi formel ibadetlerini yerine getiren insanlarda sıkça görülen sözünde durmama, yalan söyleme, liyakatsizlik, zulme çeşitli gerekçelerle kılıf uydurma davranışları Ateizm, Agnostisizm ve Deizm’den çok daha öncelikli ve hayatidir. Dini temsil konumunda olan cemaatlerin sorunlu yapıları ve davranış biçimleri de özellikle gençlerde dine karşı bir ilgisizlik doğurmaktadır. Bu anlamda cemaatlerin siyaset ile girdikleri ilişki biçimi sorunludur. Cemaatler iktidardan aldıkları desteği ve payı kaçırmamak, siyaset de onların oy potansiyellerinden faydalanmak gibi semiyotik bir ilişki içindedir. Muhalefet ise olayı sosyolojik boyutuyla ele alarak sağlıklı bir dengeye oturtmaktansa, cemaatleri ontolojik olarak ötekileştirerek, iktidar tarafına itmektedir.
Özellikle siyasal alanda görülen olaylardan sıklıkla ötekini sorumlu tutma anlayışı, kendi hatalarıyla yüzleşmeyi önleyen bir tutuma dönüşmektedir. Bu olumsuz siyasal tutum iktidar ve muhalefette aynen geçerlidir.
İktidar ve muhalefet taraftarı olmak gibi olumsuz bir tutumun önüne geçerek, adil değerlendirmeleri öne çıkarmak gerekir. Çünkü sırf ötekinin kötülüğü üzerinden yapılan siyasal yorumlar, kendi olumsuzluğunu fark edemeyen ideolojik körlüğe dönüşebilir. İdeolojik körlüğün öne çıkardığı davranış biçimi fanatik taraftarlıktır. Fanatik taraftarın önceliği her ne pahasına olursa olsun içinde bulunduğu yapıyı savunmaktır. Bunun için olayları çarpıtmaktan, yalan haber üretmekten, manipülasyondan, seçmeci davranmaktan çekinmez. Esasında Türkiye siyasetinde yaşanan temel sorun da budur.
Müslüman zihin, olan ve olması gereken arasındaki farkın nereden kaynaklandığına yönelmelidir. Bu yönelim, asıl sorunun dindarların inançları ile yaşadıkları hayatın örtüşmediği gerçeğiyle onu yüzleştirecektir. Böylece Müslüman zihin, karşılaştığı her sorunun içinden ötekini suçlayarak ve düşmanlaştırarak sıyrılma davranışından uzaklaşmış olacaktır.
Gelinen noktada özeleştiri bir tercih değil zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü karşılaştığımız sorunların kaynağı, bizi zayıf düşüren, tarihten miras aldığımız sorunlu din anlayışımızdır.
İslâm toplumlarının her şeyden önce yapmaları gereken din, tarih, ekonomi, kelam, fıkıh, felsefe, ilim ve siyasal anlayışları hakkında sağlıklı bir özeleştiri yapmaktır. Özeleştiri yapılmayan yerde fanatizm ve yobazlığın yeşermesi için uygun bir zemin ortaya çıkmış olur. Garaudy’nin deyimiyle, “Yobazlık, yüzyılımızın bütün siyasi ve dini hareketlerini sarmış bir hastalıktır.” (Garaudy, Yobazlıklar, Türk Edebiyatı Vakfı, s. 48)
Yobazlığı engelleyecek en önemli faktör eleştiridir. Ancak eleştiri yaparken bazı ilkelere uymak gerekmektedir. Eleştiride sadece muhalife odaklanmak zamanla iç zaafların gözden kaçmasına neden olur. Böylece, eksikliklerini görme, kendini yenileme ve değiştirme imkânı ortadan kalkar.
Eleştirinin en değerli olan türü ise özeleştiridir. Özeleştiri, öncelikle özneyi eleştiri konusu yapar. Özeleştiri de öncelikle kişinin kendi yetersizlikleri ve zaafları eleştirinin konusudur.
İslâmcılığın en önemli özelliği aynı zamanda bir özeleştiri faaliyeti olmasıdır. İslâmcılık bize şunu söyler: Dünyada etkisiz ve geri kalmamızın nedeni dış faktörler değil, kendi zaaflarımızdır. Bu anlamda İslâmcılık, siyasal, sosyal ve tarihsel olayları analiz ederken dış faktörleri ihmal etmez; ancak asıl nedenleri ihtiva eden iç faktörlere yönelir. İdeal İslâm ve Tarihsel İslâm ayırımı yapar ve ideal İslâm’ı temel alarak bir tarihsel İslâm eleştirisi yapar. Bu eleştiri aynı zamanda kendi zaafları ile yüzleşmesini sağlar.
Son tahlilde iç eleştiri içermeyen eleştiri faaliyeti, asıl faktörlere karşı bir ideolojik körlük yaratır. Ne yazık ki salt Batı eleştirileriyle yetinmek İslâm dünyasında ideolojik körlük yaratmıştır.
Özeleştirinin en önemli özelliği doğru bilgiye dayanmasıdır. Doğru bilgiye dayanmayan özeleştiri, kendini yenilemek şöyle dursun, tam tersine kendini aşağılamaya varır. İslâm dünyasının laik, Batıcı ve modernist aydınları böyle bir zaaf içindedir. Laik, Batıcı ve modernist aydınlar ile halk arasındaki mesafenin en önemli nedenlerinden biri budur.
Eleştiri ve özeleştiri, toplumsal değişimin en önemli dinamiğidir. İslâm’ın temel kaynağın olan Kur’ân “Cahiliye” kavramı üzerinden kapsamlı bir özeleştiri yapar. Toplumun içine düştüğü zaafların nedenini kendinde arar. “Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11) ikazı buna işaret eder.
Türkiye siyasetinin en önemli sorunlarından biri özeleştirinin ihmal edilmesi, dahası bir zaaf olarak görülmesidir. Bundan dolayı siyasal partiler arasında kendini değiştirip dönüştürme çabası oldukça sınırlıdır. Tarihten gelen önyargılar ve ideolojik kalıplar özeleştiri yapmayı çok büyük ölçüde engeller. Eleştiri ve özeleştirinin olmadığı yerde kısır polemik, çatışma ve çekişmeler öne çıkar.
Özeleştiri, insan olarak bizim zaaflarımıza odaklandığından tarihteki ideolojik ezberlerden ve önyargılardan da kurtulmamızı da sağlar. Çünkü ideolojik ezber, bizi gerçekle yüzleşmekten uzaklaştıran ve bir kalıbın içine sokan yanlış bilinçtir. İnsanın hakikatle yüzleşmesinin önündeki en önemli nedenlerden biri de budur. Hakikatle yüzleşme cesaretini gösteremeyen toplum, ideolojilerin esaretine girmiştir. Cemil Meriç bu durumu şöyle analiz ediyor: “Toplum zıvanadan çıkmış. Cinayet cinayeti kovalıyor. Akıl susmuş ve mefhumlar cehennemi bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrake giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş, namlular konuşuyor. Bir kıyametin arifesinde miyiz acaba? Dünyayı şeytan mı yönetiyor? Düzeni büyücüler mi bozdu? Bu kördüğümü çözecek İskender nerede?” (Kırk Ambar 2 / Lehçetü’l- Hakayık, Cemil Meriç, İletişim Yayınları)
Özeleştiriyi engelleyen en önemli nedenlerden biri de yaygın ve yanlış Cebri “kader” inancıdır. Yaygın kader inancı insanın özgürlüğünü ve sorumluluğunu ortadan kaldırır. Buna göre insan, önceden yazılan senaryonun etkisiz oyuncudur. Dolayısıyla olayların gidişatına olumlu ya da olumsuz bir etkisi olamaz. İnsanı edilginleştiren bu noktada yeni bir kelami bakışa ihtiyacımız olduğu açıktır. Eğer insan özgür bir özne değil ise tarihsel koşulların veya daha üst otoritenin oyuncağı durumundadır. Oysa Allah insana kendini inkâr etme özgürlüğünü bile tanımıştır. Dolayısıyla insan, özgür yaratılmıştır ve bu insanı insan yapan en önemli özelliktir. Olumsuzluk ve kötülüğün kaynağı insanın eylemleridir. Kötülüğü Allah’a izafe eden anlayış, insan özgürlüğünü ortadan kaldırdığı gibi, sorumluluk bilincini de ortadan kaldırır. Meşşaî geleneğin temsilcilerinden biri olan büyük İslâm düşünürü Fârâbî, “Kötülük ancak seçme ve iradenin ürünüdür.” (Fârâbî, Medînetü’l-Fâzıla/İdeal Devlet) görüşünü savunur. Bundan dolayı insan yaptığı kötü eylemlerinden dolayı sorumludur.
Kader kavramı en çok siyasî alanda istismar edilmiştir. “Kaderin” bu siyasî kullanımının en yakın çarpıcı örneği şudur: 1990 Haziran’ında Mekke’de, insanların geceyi geçirmek için doluştukları tüneldeki bir panik sırasında bin beş yüz kişinin boğularak veya ayaklar altında kalarak ölmesinin ardından Kral Fahd şöyle buyurdular: ”Allah’ın takdiri buymuş!” Bu katliamdan kendisinin dört dörtlük sorumluluğunu milyonlarca Müslümanın gözünden bu sözle örtbas etmeyi umdu! Hac organizasyonu için gerekli araç ve gereçlere yatırım yapmak yerine yüz milyarlarca doların Batı’ya yatırılmasına ve onca servetin utanç verici bir şekilde çarçur edilmesine izin veren Suudi Devleti’nin ihmali yüzünden her sene Hac zamanı yüzlerce insan hayatını kaybediyor.” (R. Garaudy, Yobazlıklar, Türk Edebiyatı Vakfı, s. 116) Tüm bu olayların sorumluluğu Suudi yönetimine değil, kader inancına bağlanarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Emevîler, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer tüm İslâm devletlerini kendi çağdaşlarıyla karşılaştırmak, anakronizme düşmemek gerekir. Bu açıdan onlar bütün kusurlarına karşın çağdaşlarından çok daha iyi seviyededir. Ancak bu onların eleştirilmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Geçmişi eleştiri kelam, fıkıh, hadis, felsefe ve bilim alanındaki külliyatı görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Kaldı ki bizzat Kur’ân Müslümanların zaaflarına işaret eder. İfk olayını dile getirmek, Uhud Savaşı’nda yapılan hataları ortaya koymak ve eleştirmek zaaf değildir. Bu oryantalist değil, Kur’ân’î bir yaklaşımdır. Bütün kusurlarına karşın tarihi tümüyle sahiplenmek, tarihsel bir eleştiri yapmaktan uzak durmak doğru bir yaklaşım değildir. Yaşadığımız günler, işlerin yolunda gitmediğini, bunun tarihsel birikimin sonucu olduğunu görmek gerekir. Elbette sorun İslâm’da değil, Müslümanların İslâmi algılama tarzındadır. Hiç kuşkusuz yeni bir kelam, fıkıh ve sünnet anlayışına ihtiyaç var. Bu geleneği tümüyle inkâr değildir.
Öte yandan İslâm dünyasında ortaya çıkan her yeni yaklaşımı oryantalizm diye yaftalamak öncelikle kul hakkına girer. Herkesi susturmak yerine, serbestçe konuşabileceği bir ortam oluşturmak gerekir. Ali Şeriati üstadın dediği gibi; “Mürekkebin damlamadığı yerden kan damlar.” İslâm dünyası yüzyıllardır kanla boğuşuyor; enerjisini iç çatışmalarla tüketiyor. Kendi sorunlarını çözecek entelektüel ve ahlâkî birikime sahip çıkmadığı, onu güncelleyemediği için yabancı güçlerin müdahalesine açık hale geliyor. Buradan çıkış sağlıklı bir tarihsel eleştiri yapmakla mümkün olacaktır. Bu ne tarihi tümüyle sahiplenmek, ne de tümüyle reddetmek anlamına gelmektedir. Roger Garaudy’nin dediği gibi; “Geçmişin külüne değil, ateşine sahip çıkmak gerekir.”