“Hiç yorulmadım! Hedefi belirledikten sonra ortaya çıkan engeller sadece motivasyon kaynağı olur. Bir engeli aşınca ondan müthiş bir huzur duyar insan ve yeni bir engel hazırlar kendine…”
Prof. Dr. Nihat Bengisu
Sağlık dosyamızın ikinci söyleşisini ülkemizin yetiştirdiği önemli değerlerinden biri olan“ensar ruhlu muhacir” mahlasıyla meşhur cerrah-hekim Prof Dr. Nihat Bengisu ile gerçekleştirdik. Gerek aldığı eğitimler, akademik alandaki başarılarıyla gerekse ülkemizin en sancılı yıllarına şahit olan ibretlik yaşam öyküsüyle, üniversite yıllarında bir lisans öğrencisi olduğu günden başlayıp ülkemizin çeşitli üniversitelerinde öğretim üyesi olup hizmet verdiği zamanlarda, her makam ve mevkide millete hizmeti kendine dert ve şiar edinmiş bir şahsiyetten hasbihal tadında gerçekleşen “nasihatleriyle” karşınızdayız. Sürekli çalışmanın, mesai arkadaşları anca birkaç ameliyat yaparak sağlık alanına hizmet ettiği anlarda kendisinin onlarca ameliyatı nasıl yaptığı ve tüm bunlara rağmen “hiç yorulmaması!”nın sırrını dinlemek hem bizlere hem de bu satırları okuyacak sizler için epey bir kıymetli motivasyon kaynağı olacağını düşünüyoruz…
Röportaj: Uzm. Kilinik Psikolog Bahriye Kaman
Hocam hoşgeldiniz. 1950 yılında Gümülcine’de doğdunuz. Orta öğretimi Konya Maarif Koleji’nde okudunuz. Tıp eğitimini Ankara Hacettepe’de, ihtisası Kayseri’de, doçentlik profesörlük Kayseri’ye denk geliyor. Sorumluluğunu yaptınız yanık ünitesi var. Meme kanseri ile kurduğunuz bir ünite var. Başarıyla bugüne kadar geldiniz. Fakat biz bugün bütün bunların yanında hocam sizin “ensar ruhlu muhacir” diye bir mahlasınız var. Biraz bundan bahsederek başlamak istiyorum. Cerrahi profesörüsünüz. Ancak mesleğinizden ziyade kişiliğiniz, meslek hayatınızdaki özverili davranışlarınız, insanlara yaklaşımınızla daha çok insanların kalbinde taht kurduğunuzu görüyoruz. Ensar Ruhlu Muhacir kitabınız da yeni çıktı. “Bizim Müslümanların garibanlığını görünce herkes üç ameliyat yaparken ben yirmi ameliyat yapıyordum.” diyorsunuz. Bu tespit beni çok etkiledi. Nasıl yaptınız bu tespiti? Siz Müslümanlarda aslında ne gördünüz? Neden herkes üç ameliyat yaparken siz yirmi ameliyat yapmaya karar verdiniz? Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz?
Bismillahirramanirrahim
Bütün izleyicileri Allah’ın selamıyla selamlıyorum, hürmet ediyorum.
Bir işe, hayata nerede nasıl başlanır, bunun bir kesin kritalize noktası, günü, saati yoktur. Birçok hâdise bir araya geldikten sonra yol düzülür. Ve dahi göç de yolda düzülür aşağı yukarı. Ben hekim olmaya karar vermeden evvel ODTÜ Mimarlık Fakültesinde bir sene okudum. Orada yaptığımız eserleri bir gün hoca görünce bana dedi ki: “Arkadaş burası Tıp Fakültesi değil. Senin yaptığın her şey insan organlarına benziyor.” Yol belli olmaya başladı, dedim. İçimden hep “Acaba insanlara daha fazla nasıl hizmet götürebilirim?” hesabı içindeydim. Gençken bu çok nettir. Eskiden böyleydi. Şimdi gençler konusunda ben bunu pek işitmiyorum. “Ben insanlar için başta milletim için ne yapabilirim?” diyeni duymuyorum. Son zamanlarda gençlerin milleti için değil kendisi için ne yapabileceği hesabıyla kaçtıklarını, ülke değiştirdiklerini, Vahşi Batı’ya gittiklerini görüyorum. Biz ise merkeze Türkiye’yi hedeflemişiz.
Ben aslen Batı Trakya, Rumeli Gümülcine Büyük Selim köyünde doğmuşum. İlkokulun ilk sınıflarından beri hepimizin hedefinde ve bilhassa benim hedefimde Türkiye’de olmak, orada yaşamak ve oranın insanına hizmet etmek vardı. Sanki çok tanıyormuşum, biliyormuşum, bütün sevdiklerim Türkiye’deymiş gibi öyle bir muhabbet ve hasretle manevî bir bağ oldu. Bizim gözümüzde Türkiye anavatan. Hiç görmediğimiz, bilmediğimiz, gitmediğimiz halde. İlla da oraya gitmeliyiz. O kadar ki bir Makedonya Gostivar’dan bir delikanlıya Türkiye’yi görüp görmediğini sormuştum. Yirmi yaşında olmasına rağmen yirmi bir defa Türkiye’yi gördüğünü söylemişti. Bütün Rumeli için böyledir bu. Hepimizin cebinde bir pasaport mutlaka vardır. Ve pasaportun hedefi Türkiye’dir. Bizim için Türkiye çok önemliydi ve Türkiye’ye geldikten sonra doktor, mimar, öğretmen, dondurmacı ne olduğun hiç önemli değildi. Bütün mesele anavatan. ODTÜ’de yapamadım çünkü orada Türkiye yoktu. ODTÜ’deki öğrencilerde, bilhassa Mimarlık Fakültesi öğrencilerinin gündeminde Türkiye yoktu. Onların gündemi Amerika, şu, bu falan. Kültürleri, konuşmaları, dergileri, okudukları, fıkraları… Ben hiç böyle bir Türkiye düşünmemiştim doğrusu. Konya Maarif Koleji’nde yedi sene okudum. Orada da yoktu. Bunlar Türkiye’nin elit okulları. Türkiye gündemlerinde yok. O zamandan beri Batı hayranlığı vardı. Ben 1962 senesinde ilkokulu bitirdikten sonra geldiğimde Türkiye’de “Selamun aleyküm” de yoktu. Konya üstelik muhafazakâr bir şehir. Sokaklarda, kafelerde, orada burada yoktu. Camiye gidişimiz de yasak edildiği için belki camide vardı. Tabi Menderes yeni idam edilmişti. Türkiye müthiş bir zorlamalı kabuk kırma dönemine girmişti ama bu Türkiye’nin insanı aleyhine bir kabuk kırma olayıydı. O günlerde yavaş yavaş “Ne olayım?” diye düşünmeye başladım ama bir şeye karar verememiştim. ODTÜ’deki profesör, “Burası Tıp Fakültesi değil. Yaptıkların insan organlarına benziyor.” deyince tıp ile insanlara hizmet edebileceğimi düşünüyordum.
Yani maksat insana faydalı olmaktı demek ki; çünkü kitabınızda “Hiç yorulmadım.” diyorsunuz.
Hayır hiç yorulmadım. Zira hedefi belirledikten sonra ortaya çıkan engeller sadece motivasyon kaynağı olur. Çünkü insan bir engeli aşınca ondan müthiş bir huzur duyar, yeni bir engel hazırlar.
Hocam sırası gelmişken sormak istiyorum. Günümüz gençlerinin motivasyon kaynağı olmadığı söyleniyor. Dershane hocaları, öğretmenler bize gelip “Bu çocuklar neden motive olmuyor? Bu çocukları nasıl motive edelim?” diyorlar. Siz hiç yorulmadığınızı, bıkmadığınızı, yılmadığınızı söylüyorsunuz. O motivasyon kısmını biraz açabilir misiniz? Motivasyon ne demek, nasıl yapılır, nasıl beslenilir ya da kaynağı insan kendisi mi oluşturur yoksa bir şeye mi tutunur?
Ailemiz, büyüklerimiz o zamanlar hep insana, insanlığa hizmeti konuşurdu. “Jandarma olacak, polis olacak benim oğlum” falan değildi. Güzel şeyler söylenirdi. Motivasyonu aile belirliyordu. “Benim oğlum okuyacak” meselesi… Okumak demek tahsil demek, bilmek demek, bilge olmak demekti. Tabi ki ne kadar doğru, hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Mesela bunun altyapısını rahmetlik annem şöyle yapıyordu: Biz tütüncüydük. Kış aylarında yazın toplanıp kurutulmuş olan tütün tasnif edilir ve herkes yere çöküp oturur tek tek yaprak yaprak bunlar dizilir. Bu arada annem birimize bir kitap verip “Hadi yavrum oku bakayım ne yazıyor dinleyelim.” diyordu. Bu kitaplar daha çok masal kitaplarıydı. Kesikbaş hikayeleri, Mızraklı İlmihal, ne varsa elde. Fakat bu okumalardan biz çok şey öğreniyorduk. Garipti yani masaldan ne öğrenilir? Hayır öyle demeyin. Masaldan kültürü, bir milletin bir önceki iki asır önceki kültürünü öğreniyorsun. Okumayı sevdik.
Dolayısıyla ben ilkokulun bütün sınıflarının kitaplarını bitirmiştim. Bana kitap yetişmiyordu. Kardeşimle birlikte acayip okuyorduk. Bu okuma, öğrenme hevesi hep devam etti. Bugün de devam ediyor. Ben halen kitap okuyup bitirmeye devam ediyorum. Benim hiçbir yolculuğum kitapsız geçmedi. Ben bir kitap bitirmeden yolculuğumu bitirmedim.
Hocam siz anlatırken bir şey fark ettim. Şimdi aileler çocuklarını motivasyondaki eksiklik yüzünden itekleyerek bir yere getirmeye çalışıyorlar. Siz dediniz ki: “Biz okurduk, annemiz dinlerdi.” Aslında biz şimdi anne babalarımızdan o kadar çok şey dinleyerek büyüyoruz ki… Anne babalar bir yerde durmuyor sanki. “Hadi sen de oku, sen de yap da görelim.” Sanki olmadığı için çocuklar da yapmayı bilmiyor mu acaba diye düşündüm.
Olabilir. Benim okumalarım tek alanda olmuyordu. Ne bulursam okuyordum ve öğreniyordum. Öğrenmek çok güzel bir duygu. Bilge kişi hükümdarlara dahi hükmedebilen kişidir. Tabi zamanla siz bildikçe, sizin bildiğinizi fark edenler sizden bir şey sormaya, ilgi duymaya başlıyor. Ve onlar bir motivasyon veriyor. Bir tanesini söyleyeyim. İlkokul son sınıfta Nikos adında Yunan bir tarih öğretmeni vardı. Ensar Ruhlu Muhacir’de de var o sahne. Bir gün “Bugünkü tarih dersini kim anlatacak?” dedi. Böyle rastgele sorulmuş gibiydi. Maksadı neydi bilemiyorum. Elimi kaldırıp; “Ben anlatırım!” dedim. Sürpriz oldu. O beklemiyordu benim anlatabileceğimi çünkü öğrenci önceden görev verilmemiş, ödev verilmemiş, niye o derse o gün hazır gelsin okusun. Kalktım, bir güzel anlattım. Şaşırdı. “Bravo!” dedi. Bir hafta sonra “Bugün kim anlatacak?” dedi. Yine ben parmak kaldırdım. “Yok, ben seni biliyorum. Otur!” dedi. Oturdum. Biraz sonra geldi. Önümde eğildi. Pantolonum benim hep ütülüydü. Bir farkımız vardı yani. Ablalarıma pantolonumu ütülettirirdim. Ütü yerine parmağını bir vurdu ve “Ah! Elim kesildi.” dedi. Sonra dedi ki: “İçinizde sadece bu yüksekokula gidebilir.” Öyle de oldu. O bana büyük bir motivasyon verdi. Motivasyon dediniz ya annenin, ailenin ve bilhassa öğretmenin motivasyonu. Sonra bir başka öğretmen de bir matematik problemi sordu, bildim. Bana dedi ki: “Geçen sene hiç gözümde yoktun. Bu sene hadi bakayım göreyim seni. Sende bir şeyler gördüm bu sene.” O da bir motivasyon oldu. Böylece ben müthiş yüklendim ve sanki o anda bir şifre çözüldü. Ben okuduklarımı acayip anlamaya ve hıfzetmeye başladım. Bir gün de bir öğretmen beni test etti. “Sen olmuşsun, sen kazanırsın!” dedi. Sonradan ortaokul, parasız yatılı, öğretmen okulu imtihanları vardı. Konya Maarif Koleji’ni kazandım ama bir de sıkıntı başladı. Sanki ben Türkiye değil de başka bir memlekete gelmişim gibi oldu. Müthiş bir hayal kırıklığı oldu.
Hocam burada bir şey sorabilir miyim? İlk hayal kırıklığı belki de buydu. Burada vazgeçmeyip devam etme nedeniniz neydi? Ümidi neyle beslediniz?
Şartlar ne olursa olsun ben okumaya gelmiştim. İkinci olarak babamın şu sözü bunda etkili oldu: “Bak! Madem kendin karar verdin, çamurdan adam lazım. Tarlamız, bir sürü şeyimiz var. İlla da okuyacaksan… Eğer okuyamazsan geri dönersen işte saban orada.” O zaman kara saban ve pulluklar vardı ineklerin çektiği. O benim sevmediğim bir işti. Çok da iyi beceremiyordum galiba, yaşımız da küçüktü. Sınavlara gidip gelirken bir komşu dedi ki: “Gidin gidin, babanızın parası da çok gelmiş. Köfteleri yiyin gelin.” Orada şehre gidilince köfte yerdik. Çok güzel olur köfteleri. Öyle bir tepeden bakma oldu. Bize “Yapamaz, edemez!” gözüyle bakıyorlardı. Onu dedirtmemek için belki de devam dedik şartlar ne olursa olsun. Çok sıkıntılı zamanlar yaşadık. Gurbetin sıkıntısı ayrı, hüsnü kabul görmemek ayrı. Bir örnek vereyim. Bir hafta sonu ben kara tahtaya Fatih Sultan Mehmed’in bir resmini çizdim. Bir Pazar günü ortasıydı. Çarşıya gitmemiştim. Çarşı nedir bilemiyorum, parayı tanımıyorum. Ben çarşıya çıkamıyordum, okulda kalıyordum. Canım sıkıldı, Fatih Sultan Mehmed’in resmini çizdim. Dört kişi vardı orada. “Aa bu Fatih Sultan Mehmed’in resmi. Sen bunu nasıl çizdin? Nereden biliyorsun sen bunu?” dediler. Ben Yunanistan’dan geldiğim için onlara göre benim Fatih’i çizme, bilme ihtimalim yok. “Aa ne güzel. Bir daha çiz.” dediler. Ben de saf saf hemen yanına Büyük Justinianus’un resmini çizdim. “Bu kim?” dediler. “Büyük Justinianus. Ayasofya’yı yapan imparator.” dedim. “Onu niye çizdin?” dediler. “Bizim oralarda tarih kitaplarının ortasında bir sayfasında Fatih Sultan Mehmed’in resmi vardı, bir sayfasında Justinianus’un resmi var. Onun için.” dedim. “Biz senin Yunan casusu olduğunu biliyoruz.” diyerek beni bir güzel dövdüler. Bir ay sonra etüt arkadaşımla aramızda bir laf oldu. “Hadi, sen de zaten Yunansın!” dedi. “Bana bak! Ben Türküm ve Müslümanım” dedim. “İspat et!” dedi. İspatımız bizim orada şöyleydi: Namaz duaları, Kur’ân-ı Kerim. Rumeli’de ilkokulda bütün sınıflarda birinci ders enteresandır Kur’ân-ı Kerim’di. Bütün hepimiz o yıllarda Kur’ân okumayı biliyoruz. Ben de ekstradan okuduğumu çabucak ezberliyordum. Her sabah ben verilen üç ayeti ezberden okuyordum. Bu arada bizim evde de çok Kur’ân okunurdu. Dolayısıyla ben birçok dualar biliyordum. Fatiha okudum. “Onu ben de biliyordum” dedi. İsm-i Azam duasını okudum. Ona da bir şeyler yaptı. Ondan sonra Bakara Sûresi’nin son üç ayetini okuyunca; “Olsun. Yine de sen Yunan casususun!” dedi. Ayağa kalktım, arkadaşı kavradığım gibi yere yıktım. Başladım üstünde tepinmeye. Yoksa ben çok cesur bir insan değildim, insan dövmüş değildim ama biz orada Müslümanlığımızı ve Türklüğümüzü korumak için çektiğimiz çileye bakın, buradaki tavra bakın. Biz buraya dinimizi, kültürümüzü, Türklüğümüzü korumak için gelmiştik. Bu tavır karşısında ben de onu altıma alıverdim. Tabi arkadaşlar beni yakaladılar, üstünden çektiler. Doğru nöbetçi öğretmene. Nöbetçi öğretmen de din dersi öğretmeniydi. Ama ne din dersi öğretmeni. Değişik bir adamdı. Kolejde ilk gördüğüm şahıs da oydu. Onun yüzünden, tavrından, bakışından ürküp korkmuştum. Güya din dersi öğretmeniydi. Ben meramımı anlattım. “Sen Yunanistan’dan bizim çocukları boğmaya mı geldin? Defol!” dedi. Şöyle bir tokat gösterdi ama vurmadı. Çok geçmeden bir ay sonra yine benzer bir durum oldu. Yine aynı şeyler tekerrür etti ama arkadaş bizim Türk Müslüman olduğumuzu kabul etmedi. Aynı şekilde altımıza aldık onu da. Fakat çok iri yarı biriydi. Ben altından çıkmak üzereyken kravatını bükmeye başladım. Tabi rengi morardı, gözler ters döndü. İşaret ediyorum, bu ölecek diyorum, onu tutmazlarsa ters dönersem beni öldürür. Kalecimiz aynı zamanda. Sonra bir şekilde aldılar beni yine nöbetçi öğretmenin, etüt öğretmeninin odasının karşısına. O anlattı. Ben de anlattım. Döndü ona: “Bu kardeşin Türkiye hasretiyle gelmiş anavatana. Siz böyle bir kardeşinize bunu mu reva görüyorsunuz hayvan herif?” dedi. Onu kovdu. Bu da benim için bir motivasyon oldu. Demek ki ben burada kalabileceğim, sahibim çıktı. Sahipsiz çok kötü bir şey.
Tabi o günler başka bir şey de oldu. Bir garsonun beni keşfetmesi, yönlendirmesi… “Sen çok büyük bir sınav kazanmışsın. Burada iki sene sonra ders de verirsin. Çok zeki birisin.” dedi. Nihayet okulu bitirdik ve çeşitli sosyal faaliyetler şunlar bunlar derken kendimi Hacettepe’de buldum. Elhamdülillah bütün okullarımı birincilik derecesiyle bitirdim. Bunlar hep motivasyonla oluyor. Hep daha iyisi, daha güzeli…
Sonunda hekim olmaya karar verdim. Onda da bir altyapı varmış bizde. Biz köydeyken hayvanlarımızın kırılan ayaklarını, bacaklarını kendimiz tamir ederdik. Benim annem yarı ebeydi. Bu işleri de o yapardı. Ben de ona asistans yapardım. Böyle böyle kırık çıkık, kan, yara görmeye alışmıştım. Yaradan ürkmüyordum ve bir oğlağın ayağı iyileşince müthiş bir keyif alıyordum. Bir keresinde de ben sarmıştım. Çok büyük bir şeydi bu benim için. Tabi buradan da bir heves varmış. Benim aklıma o profesör “Burası Tıp Fakültesi değil” dediğinde beni çok etkilemiş olmasının sebebi insan sağlığına, insana, yarasına, beresine, düşene, hastalanana bir ilgi, muhabbet gösterirdim. Önce hayvanlarımız… Onlar hastalanırlardı. Köyde olunca insan bir yerde yarı veteriner oluyor. Öyle bir şeyimiz de varmış demek ki… Yavaş yavaş tıp fakültesine yöneldik.
Sonra diyorsunuz ki bol bol ameliyat yaptım ama bir şey dikkatimi çekiyor hocam. Maarif Koleji’nde yabancı yaftası yediğinizi, bir yerde namazı gizli kıldığınızı söylüyorsunuz. Sanki orada da Müslüman olduğunuzdan dışlandığınız bir yer de var. Hayatınızda dışlanmaların bir örüntüsünü anlatabilir misiniz?
Benim en şiddetli dışlanmam namazım yüzünden oldu. Konya Maarif Koleji’nde benden başka namaz kılan kimse yoktu. Ben niye kılıyordum? Bir defa o zaman Rumeli’de herkes namaz kılıyordu. Mesela Cumalarda kimse geri durmuyordu ve bizim orada varlığımızı, şahsiyetimizi, kimliğimizi korumamızın vasıtası Kur’ân ve namaz idi. Annemin de bana çok ilginç bir vasiyeti olmuştu. Son anda evden ayrılırken bana sarıldı. “Evladım! Çok uzak yerlere gidiyorsun. Gitmen olur gelmen olmayabilir. Gelmen olabilir, bizi bulamayabilirsin. Sana vasiyetimdir. Namazını asla bırakma. Dosdoğru ol.” dedi. O anda da ayağını taşa çarptı, kanadı. Hemen of of diye eğildi. Kanayan parmakları yakaladı. Bu arada abim de beni götürdü. Aklım orada kaldı, kanda kaldı. Bir hal oldu. Ve o söz kanla birlikte benim kalbime oturdu. Okula varınca bir hafta sonra bir baktım ki ayaklarım simsiyah. Hiç görmedim böyle bir ayak. Meğer ben korkumdan, kahrımdan, üzüntümden değil ayaklarımı belki yüzümü bile yıkamamışım. Eyvah dedim, ben abdest hiç almamışım meğer. Hemen ayaklarımı yıkadım, ovdum. O gün bir hafta sonra namaza, abdeste başladım. Annemin sözü aklıma geldi ve o günden sonra bir daha bırakmadım. Ancak okulda namaz kılan yok, yer yok, mescid yok, seccade yok. Bir yol buldum. Yurtta gömme dolaplar vardı. Onun içinde iki kat olaraktan karanlıkta kılmaya başladım, secde mahallini görmüyorsunuz. Okul içinde de öğle ve ikindiyi iki tane sandalyeyi yan yana koyaraktan vestiyerin arkasında kimseye göstermeden herkes yemeğe gidiyor, teneffüse çıkıyor, ben sınıfta kalıyorum. Kimseye göstermiyorum güya. Fakat günün birinde lise ikideyken bir dernek kurulmuş, benim haberim yok. Lise ikiye geldiğimde çok sosyaldim. Müzik kolu başkanıyım, bilmem ne başkanıyım. Almışım böyle gidiyorum dört nala. Her yerde bir kabiliyetim var, yerim var, izim var, adım var fakat o dernekte ben yokum. Sınıf arkadaşlarımdan birine “Suat! Bir dernekten bahsediliyor. Ben niye yokum?” dedim. “Sen faşistsin.” dedi. “Bir dakika. Ne demek bu?” dedim. Sıcak sular döküldü üstümden aşağıya. “Sen namaz kılıyorsun!” dedi. Çok üzüldüm. Müthiş dışlandığımı hissettim. Bu kadar popüler iken, okulun en iyi bağlama çalanı benim, müzik kolu başkanı benim ama ben o dernekte yokum. Bir üye bile değilim. Çok zoruma gitti bu. Namazla ilgili şeyler hep devam etti yani. Üniversitede bile sorun oldu. Hacettepe’de namaz kılacak 1 metrekare yer bulamadık da gasilhanede iki arkadaş orada namaz kılıyorduk. Asistan olduk, koskoca üniversitenin tıp fakültesinde iki arkadaş namaz kılabiliyoruz. Ve bizim namazımız hep birilerinin gözüne battı. Dekan bir gün bir hâdiseden dolayı dedi ki: “Beş vakit namaz var. Bu adam on vakit namaz kılıyor. Onun namazdan başka işi yok.” Halbuki ben okul, üniversite birincisiyim. Uzman olduğumda haftada herkes üç dört ameliyat yapıyor bütün hocalar, ben yirmi ameliyat yapıyordum. Neden? Ben kendim zorla birinin elinden ameliyatları kapmıyordum. Halkın tercihiydi. Bizi uzmanlıktan sonra halk fark etti. Sebep? Bir: Dini bütün bir adam. “Ölürsek de onun elinden ölelim.” diyorlardı. Kayseri burası. Muhafazakâr insanlar. Doçent arkadaş bile, bir bayan dedi ki: “Nihat bey! Sende ameliyat olacağım. Ölürsem bile besmeleli bir adamın elinde ölüp giderim.” Enteresan bir şey. Bu, halkta da vardı. Dolayısıyla ilgi alaka çoktu. Bir de ameliyat yapa yapa elimizde de herhalde tecrübe, pratikleşme geldi. Çok hızlı ve düzgün ameliyat yapabiliyordum. Arayanımız, soranımız, ameliyatımız elhamdülillah çoktu. İşimi de seviyordum. Resimde Türkiye birinciliğim de vardı bu arada. Elimiz iyiydi yani. Sanata bir yatkınlık var. Bunu ben hep devam ettirdim. Ta ki yardımcı doçent olana kadar. Dolayısıyla cami ile halk ile STK’lar ile asistanlığımın ilk günlerinden itibaren iç içe oldum. Üniversitelilerin halk ile irtibatı yok denecek kadar azdı. Ben ise halkın içindeydim; çünkü benim derdim halktı ve onlara bir şey götürecektim. Niyetim hep millete hizmetti.
Bana öyle öğretilmişti. Dolayısıyla arada çok güzel diyaloglar oldu. İnsanlar bizi sevdi. Üniversiteye gelince bir hâdise olmuştu. Afyon’dan Kayseri’ye birisi birini sormaya gelmiş. Danışmaya demiş ki: “Ben birini soracağım. Bir hayır iş var fakat o kişiyi biz tanımıyoruz. Burada kime sorayım? Bana en doğru cevabı kim verir?” Bunun üzerine danışmadaki adam “Doktor Nihat beye git. O sana her şeyi söyler.” demiş. Sorduğu insanı da çok iyi tanıyorum. “Eğer bacınızı ona verirseniz bir çakalla aynı çuvala evladınızı koymuş gibi olursunuz.” dedim. “Anladım ben.” dedi. Sonra muhabbet, sohbet oldu. Bunun manası şu: Ben çok net konuşuyordum. Hatta rektör de demiş. “Adam çok net konuşuyor ama devlet düşmanı” demiş. Bunu duydum, gittim. Tabi bana kadro verilmiyor. Doçent oluşum ama kadro verilmiyor. “Hocam, ben nasıl devlet düşmanıymışım? Arz edebilir misin lütfen? Ben ne zaman devlet düşmanlığı etmişim?” dedim. Gak guk etti. “Hocam, biz bizatihi devletiz. Siz, biz, buradaki bütün personel, Türkiye’nin bütün insanı, memuru, rektörü, hizmetlisi, çobanı, bütün değerlerimiz devlettir. Biz devleti temsil ediyoruz. Nasıl devlet düşmanı olabilirmişim?” dedim. Adamcağız biraz zor durumda kaldı ama yine de benim doçentlik sürem doldu, kadromu yine vermediler. Hiç rahatsız olmadım…
Benim dini bilgimin esasında Eflatun Saygılı isminde bir hava astsubayı etkili oldu. Bir meseleden dolayı tanıştık, bildik, biliştik ve ben ondan dini, diyaneti, esası, Kur’ân’ın manası olduğunu ondan öğrendim. O zamanlar 27 yaşındaydım. Şaştım kaldım. Kur’ân okuyoruz, namaz kılıyoruz ama hiçbir şeyin manasını bilmiyoruz. Anamızın hatırı için, anamız dediği için. Onu dinleyince şok oldum adeta ve tabi ondan sonraki konuşmalarda, sohbetlerde, cevaplarda, daraldığım yerde ve zamanda âyet ve hadislerle cevap vermeye başladım. Abdullah Büyük Hoca demişti ki: “Muhatabınızla konuşurken siz değil, Allah ve Resûlü’nü konuşturun. Farkı göreceksiniz.” 27 yaşında olduğum yıllarda bir Kur’ân halkası oluşturduk. Kur’ân’ı, tefsiri, hadisleri bütünleyerek Kayseri’de çok güzel şeyler öğreniyorduk. Artık cevaplarımız bunlarla oluşmaya başlamıştı. Bu da tabi kısa sürede fark ediliyor. Hakikaten onun dediği gibi Kur’ân ve hadisi konuşturduğunuzda karşı tarafın diyecek sözü kalmıyor. Aslında Konya Maarif Koleji’ndeyken liseler arası hitabet yarışmaları yapılırdı, münazara yarışmaları yapılırdı. Acizane ben orada ilk girişimde ikinci hatip seçilmiştim. Fakat biz öbür tarafa yenildik yine de. Niye? İmam hatiplere yeniliyorduk çünkü imam hatipler hep Kur’ân’dan hadisten giriyorlardı ve bizi mars ediyorlardı. Jüri de hep onlara veriyordu. Tabi hitabetleri bizden iyiydi ama esas muhtevaları iyiydi.
Zamanla bizim bu birikimimiz halk tarafından fark edildi, üniversite tarafından fark edildi, bilhassa öğrenciler tarafından fark edildi. Öğrenci bizi çok sevdi. Benim sınavlarım çok değişikti. Sözlü sınav kısmı şöyleydi: Sekiz tane öğretim üyesi bir öğrenciyi odaya alıyordu. Sırayla soru yağmuruna tutuyordu. Çocuk şaşkına dönüyordu. Sekiz kedinin önündeki bir fare gibi kalıyordu çocuk. Perişan oluyorlardı. Bir gün bir abimiz çok zor sorardı. Doçentlik soruları sorardı stajyerlere. Dedim ki “Ben bu sorunun cevabını bilmiyorum.” Şef de dedi ki: “Hay atana rahmet! Ben de bilmiyorum.” Döndü; “Sen ne biçim soru soruyorsun? Sen çocukların canını çıkarıyorsun. Böyle soru mu olur?” falan deyince benim bir fikrim olduğunu söyledim ve bundan sonra sınavı farklı yapmayı teklif ettim. Her bir öğretim üyesi bir öğrenci alsın, kendi odasında tek başına sınav etsin. Ben şöyle yapıyordum sınavı: Çocukların hepsini birden içeri alıyordum. Ne kadar sandalye var dolduruyordum. Bir soru soruyordum. Bir de hasta alıyordum. Normalde sözlü sorularda hasta derdi olmaz. Niye alıyordum hastayı? Çünkü havadar, hoş, güzel oluyor. Bir de “Karnı aç olan var mı?” diyordum. Telefonla arayıp kantinden bir şeyler getirtiyordum. Müthiş pozitif ve rahat bir ortam. İşte “Ali sen de şu hastaya bu arada bak, anamnezini al. Biraz sonra beraber değerlendireceğiz.” diyordum. Soru şu diyordum. Soru bir… Bütün öğrenciler her soruya herkes kendi cevabını verecek. Cevap verme tarzından, detayından, parametresinden anlıyordum ki şu öğrenci rahat geçer, bu olmaz. Tabi peş peşe böyle sorular bittikten sonra “Ali sen ne buldun hastada?” diyordum. “Hocam ben şunu şunu buldum.” “Peki şurasına baktın mı?” “Bakmadım.” “Bak bakayım ne var orada?” “Bir şey yok hocam.” “Sen bak ne diyorsun? Sen ne teşhis koyuyorsun bu hastaya?” Ali diyor ki: “Ben bundan şunu düşünüyorum.” Diğer öğrenci; “Yok hocam. Ben başka düşünüyorum.” diyor. Tabi en doğru böylece beraber kollektif olarak konuyordu. En doğru teşhisi koyan öğrenciye ben en iyi puanı veriyordum. Bir de puanı kendilerine verdiriyordum. “Ali sen kaç alırsın bu sınavdan?” diyordum. “Hocam ben 49 alırım.” Kendi kendini sınıfta bırakıyor.
Burada maksat neydi hocam? Diğer hocaların maksadı bildiğiniz imtihan etmek. Öğrenciyi bir titretmek, hocanın karşısında olduğunu hissettirmek. Tıp bilgisinden daha öte insanlığınızın ön plana çıktığı ortada. Çünkü şunu görüyorum: İnsanlık ön plana çıktığında, insani değerler gözetildiğinde başarıya bir şey olmuyor. Siz çok başarılısınız. Sizi tanıtırken aslında belki söylemem gerekirdi. Siz benim oğlumun da “netice doktoru”sunuz. Onun literatürüne “netice doktoru” diye bir şey girdi. Sonrasında eve gelirken “Anne, içimden geliyor Nihat Hoca için dua ediyorum. Beni ne biçim bir sıkıntıdan kurtardı. Bu doktorluk nasıl bir şey?” diyerek size dua ediyordu. Bence her doktora yapılan bir şey değil bu. Sizin kolay ve rahat bir şekilde yapıyor olmanız yaptığınız işi küçültmüyor aslında ama insanlığı o kadar ön plana çıkarıyorsunuz ki sanki yaptığınız şey çok daha kolay yapılabilirmiş gibi görünüyor. Sınavda kolaylaştırıyorsunuz ama siz neyi kolaylaştırıyordunuz?
Kişinin kendini bulmasını, özgüven kazanmasını, kendini en doğru en güzel en detaylı şekilde ifade edebilmesi için belki. Dost oluyordum, arkadaş oluyordum. Mesela dersten çıkınca benim bir usulüm de şuydu: Kantine gidiyordum, odama gitmiyordum. Kantinde illâ ki bir grup öğrenci oluyordu. Çaylar diyordum…
Yandan çarklı olsun, yanında simit de olsun. Gelin bakayım çocuklar diye. Hangi sınıfta olursa olsun fark etmez, tabi bu kadar samimi birisi olunca artık alışmışlardı, hemen etrafıma toplanıp öbekleniyorlardı ve bir sohbet, konu konuşuyorduk.
Bu samimiyet disipline veya öğrencinin öğrenmesine engel oluyor muydu?
Asistanlar da öğrenciler de beni üzmemeye azami gayret gösteriyorlardı. Bir Kerküklü öğrenci demişti ki: “Hocam, diğer hocalar niye böyle bir şey yapmıyor?” “Onu onlara sorun!” dedim. Tabi böylece öğrenci böyle bir hocanın yanındayken çok rahat hissediyor, yeteneği ne ise aynen ortaya koyuyor. Ve bu mesleği seviyor, bu hocayı seviyor. Kimisinin evliliğine de yardımcı oluyorduk, kimisinin ailesine yardımcı oluyorduk, kimisine burs buluyorduk. Acizane biz öğrencinin ve halkın içindeydik. Dolayısıyla başarı karşı taraftan geliyordu zaten. Mesela benim sınavdan çaktırdığım, bıraktığım öğrenci son derece azdı çünkü resmen biliyorlardı. Ben biliyordum ki bu çocuklar çalışmışlar, en iyisini yapmaya çalışmışlar ama hocanın sertliği, serkeşliği sebebiyle meramını anlatamıyor. Benim öğrencilerim meramını anlatabiliyorlardı. Sadece bir öğrenciyi bıraktım. “Kaç alırsın?” dedim. “55 alırım” dedi. “Yok. Sana 55 verirsem sen ileride bu bilgiyle belki insanlara zarar verirsin. Gel sen bu stajı yenile.” dedim. “Yok hocam, ben bildim.” dedi. Ondan sonra arkadaşlarına “Ne diyorsunuz?” dedim. “Bilemedin, bak bu soruları sen bilemedin. Niye itiraz ediyorsun?” dediler. Dedim ya biz notları beraber veriyorduk. Bu ikna olmamış. Dışarıdaki arkadaşları demişler ki: “Nihat Hoca böyle dediyse kesin kalmışsındır.” “Ben sol görüşlüyüm, hoca da sağcı, ondan.” demiş. Bunun üzerine; “Kafanı ezeriz şimdi. Biz de solcuyuz.” demişler. Ben öyle sağcı, solcu kimseyi ayırt etmiyorum. Ne hastamın ne ustamın ne hocamın, hele öğrencimin… Asla! Herkesin fikri, bir siyasi eğilimi olur. Bu gayet normal. Sadece “Baban nasıl iyi oldu mu? Baban ne yaptı?” Sınavda bir soru da oydu. “Ya sen Akşehir’den gelmişsin. Akşehir’de sen Nasreddin Hoca’nın türbesini gördün mü?” “Gördüm tabi hocam.” “Ya çok ilginç değil mi?” diyerek oradan başlıyordum. Bunu ben biraz da Hacettepe’de tıp fakültesinde Hüsnü Göksel hocamdan öğrenmiştim. Onun birinci sorusu şuydu: “Evlat bugün sühunet kaç?” “Eksi 12 hocam!” dedim. “Bravo, sen uyanıksın!” dedi. Birine de sormuş; “Oğlum! Şeker Ahmet Paşa kim?” diye sormuş. Ne bilsin Şeker Ahmet Paşa’yı… Şeker Ahmet Paşa, Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişen tabip ve aynı zamanda ressamlardan biri. “Bak evlat! Sen tıp fakültesini bitirince sadece doktor olmayacaksın, aynı zamanda bir entelektüel olacaksın. Herkes seni öyle bilir, öyle görecek. Entelektüel olmaya mecbursun. Sen bir Şeker Ahmet Paşa’yı bilmezsen seni kim umursar?” demiş. Enteresan bir şey. Elhamdülillah benim o derin okumalarım hep devam etti. Peki sühuneti nereden biliyordum? İşte bu okumayla ilgili. Sühunet derece demek, havanın derecesi, iklimin derecesi demek. Hoca eskinin hocası olduğu için; “Bugün derece kaç?” demiyor. Tabi hoşuna gitti hocanın, sühuneti bilen bir talebesi var. Dolayısıyla o size ekstra bir şeyler vermeye başlıyor.
Bir yerde talebe bildikçe, bildiğini hissettirdikçe öğretmen, hoca ona daha çok vermeye başlıyor. Bütün öğretmenler öğretmekten çok zevk alırlar. Bir de öğrettiğini yıllar sonra öğrencisinde görürse “Bunu bir zaman ben anlatmıştım, ben öğretmiştim.” der. Bu müthiş bir motivasyon verir öğretmene, öğretim üyesine. Bu, yorgunluk morgunluk ne varsa alır götürür.
Sağlık deyince insanların aklına hep hastalık, hastane geliyor. Ben bunun dışında sizin daha çok koruyucu hekimliğe önem verdiğinizi ve sağlıklı kalmayı önemsediğinizi görüyorum. Ayrıca bir kitabınız daha var Tabip Gözüyle İbadetler adıyla yayınlandı. Bu bağlamda ibadetlerimizin sağlığımızla ilişkisine değinmek istersek neler söylersiniz?
O şuradan başladı. Bir gün hocanın birisi konferans, vaaz şeklinde sohbet şeklinde bir şey anlatırken sorular gelmeye başladı. Birisi; “Kur’ân-ı Kerim’de boyna mesh diye bir şey yok. Biz niye abdestte boynumuza mesh ediyoruz? Allah Resûlü öyle yaptığı için ama bunun başka bir manası, mesela tıbbi bir gerekçesi olabilir mi?” dedi. O kişi “Bilemem. Doktorlara sorun.” dedi. Ben o anda düşünmeye başladım. Abdestin insan sağlığına etkisi elbette vardır. Hijyendir, temizliktir en başta. Arkadan çeşitli vetireler, parametreler gelir peş peşe. Tıp bilgilerimi hatırlamaya, zorlamaya başladım. Sonra kitaba baktım. Boynumuzda sağlı sollu şah damarlarının üzerinde iki tane mercimek tanesi büyüklüğünde sinir düğümcüğü vardır. Türkçesi şah damarı cisimciği. Ne yapar? Bütün sinirler bir elektrik akımı aktarıcısı, taşıyıcısıdır. Bu ise hem elektrik akım aktarıcısı üreticisi hem de bir reaktör gibi. Aynı zamanda hormon üretir. Sinir dokusunun hormon üretmesi bir buna mahsustur. Ürettiği hormonların adı adrenalin ve noradrenalindir. Şah damarımıza dokunduğumuzda direkt tazyik veya soğuk veya sıcak bir fiziki içten de kimyasal kanın içindeki oksijen, karbondioksit vs. gibi kimyasallarla karşılaşınca hemen faaliyete geçer. İki işlem yapar. Birisi uyarılar gönderir şah damarlarının her tarafına yayılır, en son damarının ucuna kadar. Ne yapar bunlar? Damarlarımızı büzer açar. Noradrenalin hormonu büzer, adrenalin hormonu açar. Ve bu aynı anda birkaç defa olur. Elektrik akımı da aynı işi yapar. Sonunda beyne daha fazla kan pompalanır. Demek ki bunun görevi bu. Beyne daha fazla kan pompalamak. Ne zamanlarda? En çok ihtiyaç anında. Bir de yapay olarak boyna dokununca. İhtiyaç anı dediğimizde kan basıncı düştüğünde de bunlar faaliyete geçer. Kan basıncı arttığı zaman da ya adrenalin ya da noradrenalin hâkim duruma geçer. Müthiş fonksiyonu var bunun. Şah damarlarımız hayati damarlardır. Beynin su kanallarıdır. Oksijen pompalarıdır bunlar. Oradan hareketle demek ki biz buraya dokunmakla beynimize daha fazla kan, oksijen, glikoz, besin göndermiş oluyoruz.
Buradan hareketle başta namaz ve abdest olmak üzere ben düşünmeye başladım. Tek tek ele aldım. Mesela başa da mesh yapıyoruz. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’e göre Maide Sûresi’nin 6. âyeti başımıza ve ayaklarımıza mesh etmeyi emrediyor. Başa mesh nasıl oluyor? Başın tamamını, dörtte birini, üçte birini, İmam Şafiî’ye göre iki parmakla saça bir dokunmak meshtir. Saça iki parmak dokunmayla ne oluyor? Bilinen klasik bir şey olmuyor aslında, temizlik hiç olmuyor. Bir şey olması lazım. Şöyle düşündüm ben. Beyin vücudumuza en fazla elektrik kullanan ve üretendir. Kinetik enerjiyi en fazla kullanan, en fazla glikozu, oksijeni kullanan organdır. Sonunda da bir miktar atık enerji, statik elektrik üretir. Bu statik elektrik beyinde içte dışta saçlarda kafa tasında kalır. Bunun deşarj edilmesi lazım. Bütün bedenimiz aslında gün boyu statik elektrik üretir ama en çok beyin üretir. Bütün organların tek damarı vardır, beynin dört damarı vardır. Bu kadar enerji ve statik elektriğin sonunda bir yerde deşarj edilmesi lazım. Onun deşarjı ıslak avuçlarla saç baş güzel komple sıvazlanır da ondan sonra ayaklarımıza abdestte eğildiğimizdeki abdest aldığımız yerin bu durumda demir, toprak, taş, mermer gibi bir şey olması gerekir ki elektrik vücudumuza aşağılara topraklansın gitsin. Topraklanmak insan bedeni için çok önemlidir. Kahire Üniversitesi Elektromanyetik Alanlar profesörlerinden Muhammed Ziyaeddin diyor ki: “Eğer topraklanma yapılmazsa statik elektrik vücudu çok yorar. Strese sokar, hatta bazı yerlerde kanserin bile ilerlemesine, artmasına sebep olabilir.” diyerek nasıl topraklanacağını anlatmış. Anlattığı da abdest ve secde. En doğru topraklanma secdelerdir. Ve şöyle diyor: “Bunu günde birkaç defa yapmalı, en son da yatmadan evvel son bir defa bunun yapılması lazım.” Allah Resûlü şöyle yapıyordu: Burun, parmaklar, ayak parmakları yere iyice yapıştırılır. Ama toprak olmalı bu. Halı falan değil yani. En iyi deşarj böyle olur diyor. Yine Mısır el-Ezher Üniversitesinden iki hocanın yazdığı Allah Resûlü’nün Namazları diye bir başka kitap var. Orada Allah Resûlü diyor ki: “Bana şöyle secde etmem emredildi.” Aynen fizik profesörünün yaptığı hareketleri yapıyor. Enteresan. Aynı şeyi söylüyor. Biri bir bilim adamı, biri İslâm Peygamberi. O zaman yine bir hocamızın bir ifadesi var: “Bilim tektir. Kaynağı Kur’ân ve Allah Resûlü’nün dediği ve yaptıklarıdır.” İşte bilimin tek olduğu Maide Sûresi’nde ortaya çıktı. Bunları ben düşüne düşüne; “Artık bunu yazmam lazım” dedim ve ortaya 220 sayfalık bir kitap çıktı. Bunun içinde namazın, abdestin, orucun, haccın, Ramazan’ın insan üzerindeki psikolojik, biyolojik, sosyolojik etkilerini gözlemlediklerimi, okuduklarımı topladım ve çok güzel bir şey ortaya çıktı. Bir müftü dedi ki: “Biz insanlara diyoruz ki arkadaş namazı kılacaksın. Bu senin üzerine farz. Siz başka bir şey söylüyorsunuz ve bu cuk oturuyor.” Namazı şöyle kılarsan şöyle bir anlamı, manası olur. Şunu anladım ki dini rükünlerin maksadı insanın hem dünyevî hem uhrevî hem bedenî hem ruhî hem ferdî hem içtimaî faydası olur. Kısacası selametinedir. Hem bu dünya hem ahiret selametinedir. Din bunun için vardır. Bunun en tipik misali de namazlardır. Allah Resûlü’ne soruyorlar: “Biz müşrik idik. Şimdi Müslüman olduk. Ne farketti ki?” Allah Resûlü; “Namaz!” diyor. Namazla ilgili çok şey var. Saymakla bitmez ama her rüknün her emrin her yasağın her ecrin her hayrın bir de insan sağlığı üzerinde saydığım pencerelerden dolayı acayip etkileri var.
Hekimlerle Hilal TV’de iki hafta bir program yaptık zamanında. Orada dini kısmen öne sürdük ama daha ziyade hekimlik sanatı öğrendiğimiz biyoloji üzerine, anatomi üzerine bir şeyler anlattık ama en sonunda bir hadis var. Diyor ki Allah Resûlü: “İlla da karnını doyurmak isteyenlere söyleyin midelerinin üçte birini yemeğe, üçte birini suya, içte birini havaya ağırsınlar. Bilsinler ki en kötü kap mide kabıdır. Yine bilsinler ki hastalıkların en azından yarısı yemektendir.” Bugün şu noktaya geldik: Türk milleti dünyada bugünlerde en obez millet seçildi. Çok enteresan. Ne ayıp bir şey! Hakkıyla rükünlere uysaydık mesela orucumuzu ona göre tutsaydık böyle mi olurdu? Kabaca bir oruçta beş kilo verilir. Hayır tam tersi beş kilo alınıyor. Niye? Sofrada çok çeşit yemek yeniliyor. Bunun haberi verilmiş. “Ahirzaman ümmetime gelince ilk bidat yemekte olacaktır. Onlar bir yemekte dokuz kap yiyeceklerdir.” Hz. Ömer taaccüp edip biraz da öfkelenip; “Ya Resûlallah! Sen onlara nasıl benim ümmetim diyorsun?” diyor. “Ya Ömer! Onlar beni hiç görmedikleri halde benim için salat selâm okuyacaklar, hatta bazısı benim için ağlayacak, hatta onların bir ameli sizin on amelinize bedel olacak” deyince Hz. Ömer, “Ya Resûlallah! Sen ne diyorsun? Onlar bizden üstün mü olacaklar?” deyince Allah Resûlü; “Hayır; ama size yakın olacaklar” diyor. Allah Resûlü inşallah şefaatçi olur diye ümit ediyoruz. Ama önce insan kendisinin şefaatçisi olması, kendine dikkat etmesi lazım. İşte dini rükünler emirler inşallah bu kitapta yazabildiklerim insanın selameti hem ahirete mebni hem dünyaya yönelik. Din bunun için vardır.
Belki de daha çok bu dünyadaki sağlık korunma içindir diyebilir miyiz?
Evet. Her bakımdan yani. Ben selamet diyorum buna. Yani bunun içine sağlık da psikoloji de ülkenin yönetimi de girer. Tabi dinimiz de her şey yani. Kur’ân-ı Kerim yönetimi de anlatmış, yaşam biçimini de anlatmış, her şeyin en güzelini anlatmış. Evet Eflatun Saygılı Bey buna vesile olan bir adamdır. Bir astsubay. Onun ayrıca bir hikayesi var. Bir başka zaman olabilir. Onu saygıyla anıyorum. Allah ona uzun ömürler versin ama bilahare onun şifresiyle biz birçok kimseyle, kitapla, insanla, ortamla, milletle tanıştık. Bir nevi dünya ile tanıştık. İslâm dünyası ile tanıştık. Ve elhamdülillah İslâm’ı öğrendikçe ben acizane kendimi çok daha sosyal hissettim. Birçok STK’lara girdik, vakıflar kurduk. Eğer ben İslâm’dan bu anlattıklarımızdan bihaber olsaydım hiçbir vakfa girmezdim. Neden? Rumeli’de vakıf kurma âdeti yoktu. Onlar da “Bu Türk milleti ne kadar çok vakıf kuruyor.” derlerdi. Şimdi orada da ufak tefek başladı ama bunun sebebi bu milletin vakıf milleti olması. Unutmayın Osmanlı bir vakıf devletiydi. Mesela arazilerin % 56’sı vakıf arazisiydi çünkü bunu dinden öğrenmişti. Din hayattır. Namaz bunun direğidir. En tepesi de cehd-i cihaddır.
Hocam çok teşekkür ederiz. Ben çok istifade ettim. Çünkü ben de bir mesleği icra eden birisi olarak insanların kimliğinin, kişiliğinin mesleğin içine hapsolup orada kalmasından çok hoşnut değilim ya da insanların bir mesleğe tutunup kimliğini orada var etmeye çalışmasından. O anlamda çok önemli bir rol modelsiniz, örneksiniz.
Ensar Ruhlu Muhacir’i ayrıca konuşmak gerekir. Çünkü Bahçelievler Belediye Başkanı kitabı okumuş. Beni aradı. “Ya Nihat Bey! Sen beni yazmışsın” dedi. Kars’tan biri aradı, aynı şeyi söyledi. O dönem öyleydi. Mesela Yavuz Bülent Bakiler, 1960’lı yıllara dair benzer şeyler söyledi. Ona da çok çektirmişler. Bu Türkiye’deki siyaset, bu İttihat Terakki zihniyeti bir imparatorluğu bitirmekle kalmamış, milleti de bitirmiş.
Aslında çok merak ettiğim bir soru var. O zaman 12 Eylül dönemiydi ve bir kutuplaşma vardı. Hacettepeliler otomatikman solculardı. Ya da Hacettepeli deyince solcu akla geliyordu. Biz de bugün kimden dinlesek o günleri, kutuplaşma çok normal bir şey geliyor bize. Artık kazınmış zihnimize. 12 Eylül kutuplaşma demektir. Merak ettiğim bir şey var: O kutuplaşmayı birebir yaşamış biri olarak bugünkü kutuplaşmayla arasında bir fark var mı? Nasıl değerlendirirsiniz?
Merkezde yine siyaset vardı. Mesela Bülent Ecevit ile Demirel’in kutuplaşması vardı. O bir şekilde bir yerlere yansıyordu ama mahallede bir başka ülkücü komünist çatışması vardı. Ne Demirel ne Ecevit ülkücü de komünist de değillerdi. Bu da ikinci bir faktör. Biri nereden gelmiş? Tabi onun sosyolojik, tarihi süreçleri var ama kesin bir kutuplaşma vardı. Ve burada yine siyaset vardı. Siyasetin belirlediği derin devlet vardı. Derin devlet siyaseti deniliyordu. Bir örnek vereyim. Mesela Ankara’da Demetevler’de vurulan bir dindar Müslüman genç ile vurulan bir başka solcu gencin bedeninden çıkan kurşunlar aynı silahtan çıkmıştı. Yani tetikte farklı el var ama arkadaki kol aynı kol. Tetiği çektiren, emri veren aynı merkez. Ve bu STK’lar o yıllarda da böyle basit bir şeye girmişlerdi. Milliyetçisi adam akıllı milliyetçisiydi, komünistler adam akıllı komünistti. Konya Maarif Koleji son sınıftayken ilk defa boykot başlamıştı. 1968-69 senesinde boykot olayı başladı ve üniversiteye geçtiğimizde ayyuka çıktı bu. Halbuki biz kolejdeyken öyle sağ solu konuşmuyorduk, bilmiyorduk. Biraz biraz farklı eserler okuyorduk ama koskoca sınıfta bir tanesi kendisini net olarak sol olarak ifade ediyordu. Diğerlerinde öyle bir şey yoktu ama sonradan üniversiteye gelince bu ayyuka çıktı. Ve 12 Eylül’e gelene kadar artık bu silahlı çatışmaya döndü. Bir sene içinde 5000 genç ölmüştü. Şimdilerde öyle değil. Birbirini öldüren gençler yok elhamdülillah. Çünkü bunun boş ve yanlış bir şey olduğunu zamanla daha iyi anladık. İkincisi de gençler, insanlar eskisi kadar ideolojilere takılmaz oldular. Sosyal medya, cep telefonu, şunlar bunlar insanları bir başka boyuta taşıdılar. Sosyal medya artık dijital âlem ne diyorsa gençler onu diyor, onu konuşuyor. Dolayısıyla yansıması da baya ortak şeyler yani, ortak yanlışlar. Kısmen ortak doğrular da var. Mesela cinsiyetsizleştirme meselesi sosyal medyanın bir getirisidir ve muhafazakâr ailelere de aynı tavırlar var. Birisi bugünlerde bir video gösteriyor.
Prof. Dr. Ahmet Akın beyin bir tespiti, konuşması var videolarda. Sadece Cerrahpaşa Üniversitesi’ne cinsiyet değiştirmek için başvuru sayısı 4000’i bulmuş. Bu nasıl oluyor diyor? Bu sosyal medya sebebiyle oluyor. Bir cinsiyetsizleştirme süreci içinde oluyor. Biraz da ailelerin kusuru, eksiği var. Annenin babanın bir gence dini açıdan mesela nasıl yaklaşacağını, dini ona nasıl aktaracağını bilememesi var diyor. Sosyal medya öyle vaatlerle özgürlük, hürriyet, hedonizm, insanlık, hümanizm gibi beş madde sayıyor, şimdi birden sayamadım. Bunlarla gençleri fethediyorlar diyor. Bir arkadaşın çocuğu Amerika’ya gitti. Sekiz ay evvel çocuğun oradan gönderdiği haberlerden bir şey söyledi. Demiş ki: “Baba biz beş arkadaş gittik. Dört arkadaş şu anda domuz eti yiyorlar. Merak ettiler domuz etini. Sevdiler, devam ediyorlar.” Bir ikincisi: “Bir yerde yirmi beş arkadaş üniversitede oturduk. Oradan biri eşcinsellik diye bir söz çıkardı. Olur mu öyle şey dedik. Bir taraf erkek, bir taraf kadındır, dedik. Üzerimize yürüdüler Amerika’da. Bunlar sadece Amerikalı gençler değil, dünyanın dört tarafından gelmiş insanlar. Şaştık kaldık.” Aman ya Rabbi! Bir hoca demişti, bundan on iki sene evvel: “Batı’da öyle bir Z kuşağı geliyor ki bulut gibi. Hepimizi, en çok da çocuklarımızı etkileyecek. Dikkat edin.” Ama nasıl dikkat edeceğimizi hâlâ öğrenemedik. Nureddin Yıldız hocanın bir sözü var: “Çocuklara aman çok dikkat edin. Çok nasihatte bulunun ama güzel nasihatte bulunun. Çünkü siz bir nasihatte bulunduğunuzda şeytan iki tuzak kuruyor. O zaman siz dört nasihatte bulunacaksınız ama bilin ki şeytan sekiz tuzak kuruyor. İşte yok televizyondu, yok internetti. Bir sürü şey getiriyorlar. Öyleyse siz hemen kırk birinci nasihati kendinize hazırlayın.” Allah Resûlü’ne; “Din nedir?” diye sorulduğunda üç defa peş peşe “Nasihat!” diyor. Öyleyse buradan girebiliriz. Allah Resûlü’nün gösterdiği yoldan. Ama önce muhabbet… O bizim anlattığımız gibi. Çocuklarla oturmak, konuşmak, muhabbet etmek, beraber bir şeyler yemek, paylaşmak. Bu yiyecek olabilir, oyun olabilir. Mekânlar var. Hemen aklıma bilgi evleri geldi. Bilgi evleri ilginç işler yapıyor ama şu anda birileri onları sapır sapır kapatıyorlar ve konsept değiştiriyorlar. Orada gençlere güzel ulaşılıyordu. Dernekler, vakıflar, gönüllü insanlar. Bu gönüllü insan işi. Var elhamdülillah ama ne kadarına ulaşabiliyoruz? Çünkü bunu yapan az. Türkiye’de yüz kişiye bir vakıf düşüyormuş. Almanya’da, Amerika’da bir kişiye bin vakıf düşüyormuş. Burada en belirleyici faktör nasihattir. Nasihatin özü rahmani olmalı. Allah ve Resûlü insanlık için neyi öngörmüşse oradan gitmeli. Öyleyse işin aslını orada öğrenmeli. Mesela ben şu kitabı okutamadım: Kur’ân-ı Kerim’de Çocuk Terbiyesi diye İbrahim Canan Hoca kalın bir kitap yazmış. Aldıramadım, okutturamadım. Özetini de yazdı. 180 sayfa kadar. Onu da okutamadım. Ben halbuki çok zevk aldım. Allah Resûlü’nün hayatı, çocuk… En sona kalıyor o. Halbuki oradan başlamak lazım. Onun üzerine inşa etmemiz lazım. Onun sonrasında bizim çok değerli insanlarımız var. Yani bir Nuri Pakdil, Nureddin Topçu gibi isimlerin yazdığı eserler var. Öğretmenler onların üzerinden ders yapabilir, yöntem çıkarabilir. Hiç kaynağımız yok değil. Var fakat biraz araştırıcı ruhu az. En fazla bu öğretmenlerde. Maalesef öğretmenlerimiz bir başka alana da bana sorarsanız geri vitesteler. Lütfen yani…
Peki hocam. Çok çok teşekkür ederim. Ayaklarınıza, ağzınıza sağlık.
Rica ederim. Fırsat verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Dervişe sormuşlar; “Var mı bir derdin?” “Çok” demiş. “Nedir?” “Dinleyen yok” demiş. Siz beni dinlediniz.