Uzun zamandır ekranlarda yaşıyoruz. Ekranlarda seviniyoruz, ekranlarda üzülüyoruz. Duygularımızı, tepkilerimizi, beklentilerimizi ekranlarda tasarlıyor ve ekranlarda uyguluyoruz. Dünyaya söyleyecek sözümüz var ve tüm bu sözlü yine ekran teknolojileri vasıtasıyla paylaşıyoruz. Parmak uçlarıyla yönetilen bu ekran kültüründe hepimiz gittikçe birbirimize benziyoruz. Bir Afrikalı ile bir Amerikalı aynı hayallerde buluşuyor; biz de kendimizi bu küresel akışın dışında tutamıyoruz. Herkes bir diğerinin aynasına / aynısına evriliyor, herkes bir diğerine ya kıyasıya haset ediyor ya da ölesiye öykünüyor. “Kendi” olmak, “özgür” olmak, “irade sahibi” olmak ne demektir emin olamıyoruz. Bir zamanlar kesin ve kolay yapılan tanımlamalar yerine artık topluca bir belirsizliği yaşıyoruz. Bu belirsizlikte tüm sahip olduğumuz kimlikler bizi sağlam bir geleceğe taşıyamıyor; nitekim yarın ansızın başka birine dönüşebiliyoruz.
Söyleyecek bir şeyimiz olmadığında bile bizi konuşmaya zorlayan yüksek çözünürlüklü söz teknolojileriyle kuşatılmış durumdayız. Her şeyin hareketsiz kaldığı, herkesin sessizliğe büründüğü bir dünyaya ne kadar da muhtacız. Oysa şimdi eylemsiz bir gürültü içinde bir o yana bir bu yana yalpalıyoruz. Susmaya değil, konuşmaya mahkûm edilmiş suçlular gibiyiz Hiç şüphesiz sosyal medya modern insanın asosyalleşmesine yol açıyor. Farklı bir sosyalleşmenin olduğunu iddia eden uzmanların aksine, bence burada olsa olsa insansız -hatta insana karşı(t) bir sosyalleşme yaşanıyor. Sevdiklerimizin yüzlerinden çok ekranlara bakıyoruz mesela. Huzuru ve bilgiyi orada arıyoruz. Hatta inançlarımızı sosyal medyadaki fenomenlere göre şekillendiriyoruz. Bu da sözün ve duygunun yanında, inanca dair derin çelişkilerin oluşmasına neden oluyor. Pratiksiz ve söze dayalı bir inanç figürü yükselirken; ekran kullanıcıları fikir olarak doygun ama amel olarak cılız kişilere dönüşüyor. Herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor.
Din örneğin her yerde herkesin vaaz ettiği bir şeyden ibaret bir tür medya gündemi haline geliyor. Herkes bir diğeriyle kavgalı olarak savunduğu şeyi yüceltirken; insanlar karşıtlarını sadece yok saymıyor, kasten yok ediyor. Sosyal medya bu açıdan herkesin klavyesinde karşılık bulan iğneleyici ve ötekileştirici bir linç mecrası oluyor. Bir zamanlar saygı ve edebe dayanan ilişki formları burada gittikçe ölçüsüz polemiklere kurban ediliyor. Kardeşlik duygusu hasar alıyor. Üstelik hakikat bahane edilerek. Kapalı kapılar ardında yapılabilecek ve hatta yapılması gereken münazara ve münakaşalar açıkça bir mahremiyet ihlaline uğruyor. Değerini az oluşundan alan tüm güzellikler sosyal medyadaki teşhir kültürünün elleriyle çoğaltılıyor. Unutmamak gerekir ki bir şeyi en iyi yok etmenin ve değersizleştirmenin yolu onu sıradanlaştıracak denli çoğaltmaktır. Bakıyorum da sosyal medyada sonsuz bir söz yığını, sonsuz bir enformasyon çöplüğü yükseliyor.
Din uzmanları birer sosyal medya fenomenine dönüşüyor. Din artık yaşama dair değil de sanki konuşmaya dair bir şeymiş gibi tecrübe ediliyor. Oysa beri yandan konuşulan değil; yaşanılan, istifade edilen bir din özlemi duyuluyor. Nitekim biliyoruz ki İslâm dininde ancak yaşanılan şeyin konuşması yapılabilir. Yani bir şeyi savunan ya da birine bir nasihatte bulunan kişinin sözünü eyleminde taşıması gerekiyor. Ne var ki sosyal medyada böyle bir mecburiyet kimseye dayatılmıyor. Hatta denebilir ki kişi, olmadığı şeyi konuşmaya özellikle teşvik ediliyor. Başka bir ifadeyle ne “olduğu gibi görünen”, ne de “göründüğü gibi olan” bir kitle çıkmıyor; bunun yerini nasıl arzuluyorsa öyle olan ve öyle görünen ikircikli kimlikler ve daha doğrusu kimlik görünümler alıyor. Bu durum sözü yalnızca tesirsiz bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda anlatıcılar ve dinleyiciler arasında samimiyetsiz, daha açıkçası aldatmacalı bir iletişim zemini kurguluyor. Bunun sonucunda çok kişiye ulaştığı hesaplanan iletiler, ulaşan kişi sayısının temsil edemeyeceği düzeyde az insanın gönlünde aksi seda buluyor.
Sosyal medyadaki söze indirgenmiş din anlatımının en çarpıcı açmazlarından biri, dinleyicilerin de herhangi bir emek vermeksizin veriye ulaşabilmesidir. Hatta denebilir ki, burada verinin kendisi kullanıcıları buluyor ve düşünme zahmetini elinden alacak bir basitlik ve banallikle kodlanıyor. Oysa ilim ancak kendisine talip olana kendini açacak şekilde konumlandırılmıştır. Sosyal medyada ise “ilmin talipleri” değil, “sözün takipçileri” vardır. Buna göre anlatıcıyı metalaştıran dijital sistem, alıcıyı da müşterileştiriyor. Fakat müşteriler ödemelerini parayla değil; saflıklarının ve dikkatlerinin yitimiyle gerçekleştiriyorlar. Yani alacağını belli bir süreliğine ekran karşısında durarak ve kendini durmaya zorlayarak alıyor. Birçok İslami dijital kanal da, kitlenin dikkatini daha fazla çekebilmek amacıyla çeşitli çarpıcı format ve yöntemler zorluyor. Bazen bu format yenilikleri, ilmin/alimin heybet ve asaletine halel getirebilecek hafiflikler ve düzeysizlikler de ihtiva edebiliyor. Bir noktada, sözün mecrası sözün mana ve üslubuna etki ediyor, onun çoğu kez içini boşaltıyor.
Tam bu aşamada bu olumsuz temayülün, İslâm’ın diğer mücadele alanlarına zarar verdiği kanaatindeyim. Kabul etmek gerekir ki modern dünyanın başat ötekisi İslâm ve onun inananlarıdır. Dünyanın birçok yerinde zulme, haksızlığa ve ayrımcılığa maruz kaldığını gösteren sayısız örnek bunu doğruluyor. Ancak bu kötülüğe karşı direnç, direniş ve uyanış ortaya koymaya çalışan “İslâmî” odakların, bu ana dek anlatmaya çalıştığım ve artık bir “temsil problemi” olarak ifadelendirebilecek esaslı bir sorunla karşı karşıya olduklarını da itiraf etmek gerekiyor. İlginç olan şu ki, ifade özgürlüğü yalnızca iyiliği değil, kötülüğü de özgürleştiriyor. Bu açıdan tam da şimdi, “peki bizim hiç mi hatamız yok” diye kendimize sormamız, buradan bir özeleştiri yapmamız gerekiyor. Yani sadece susarak değil, konuşarak da ihmal ve ihlaller yapılıyor, demek istiyorum.
Söze indirgenmiş din anlayışının ürettiği “konuşayım ama yapmayayım” ya da “konuşarak bir şey yapmış olayım” tavrının handikabından bahsediyorum. Bununla ilgili ikaz içeren ayetler ve hadisleri söylemeye gerek var mı? Öte yandan çoğu kez salt karşıtına yönelmiş bir reddiye ve tenkit anlayışının yanlışı düzeltme niyetinin yanı sıra, söz konusu karşıt öbeği yeniden ürettiği, hatta popülerleştirerek büyüttüğü fikri de göz ardı ediliyor. Temsiliyeti yalnızca söze ve mücadeleyi yalnızca söyleme indirgeyen bu sathi tavır bütüncül bir temsiliyet arayışını zedeliyor. Dahası kolaycı bir entellektüelizm ya da samimiyetsiz bir şovenizm içeriyor. Oysa karşıta temas ve nüfuz edecek her söz akıldan çok kalbi hedef almalıdır, ki bu da ancak gönülden çıkacak -yani amel edilmiş, kişinin varlığıyla tutarlılık gösteren bir halle ve o halin tezahürü olan sözle mümkündür. Temsil tebliğdir, tebliğ temsildir. Ve söz bu sürecin uzantısıdır, yansımasıdır, çıktısıdır. Başlangıç değil; nihai noktalarından biridir.
Düşmana ya da karşıta yönelik geliştirilen hiçbir politika, bizim kendimizle ilgili mesuliyetleri görmezden gelmemize neden olmamalıdır. Bizi dinlediğinde değil; bize baktığında İslâm’ı hatırlayan kişilerin olabilmesi ancak mücadele çerçevesi içindeki kulluk vecibelerinin tahkimiyle mümkündür. Sosyal medyada aforizmalara, mottolara, sloganlara indirgenen dini dil ise kolektif bir bilinç üretmeye yetmiyor, aksine mesafeli olan kişileri irite de ediyor. Böylesi teşebbüsler bir yerde de birikmiyor. Gerçekten de sosyal medyaya dayalı çoklaştırılmış ifadeler genelde sadece anlık patlamalara yol açarken; kalıcı ve akılcı bir tutumun önünü açmıyor. Burada(n) sadece ve sadece haykırıyor ve böylece rahatlıyoruz. Müminleri gerçek bir başkaldırının veya değişimin eşiğine getirecek duygu yoğunlaşmaları böylece organize edilemiyor.
Sosyal medya, sayısız iletiye ve görsele rağmen sonsuz bir iştahla sansasyon açlığı çekiyor. Bu açlık, linç süreçlerine dâhil olan herkesi aynı suistimalin eşit suç ortakları yapıyor. Neredeyse herkes burada fikirlerden çok polemikler yoluyla öne çıkıyor ve tutunuyor. Böylece kavgacı bir üslup ve kaba bir tarz tüm süreçlere hâkim oluyor. Sosyal medya -çoğu kez fenomenler üzerinden- bir hınç kültürü tesis ediyor veya fıtratta saklı ama tetikte olan hıncı kışkırtıyor. Dijital iletişimin karşılıklılık ilkesi bile ortaklıklardan çok karşıtlıklar üretiyor. Üstelik kesintisiz ve zaman-mekân ayrımları olmaksızın.
Sosyal medya, sonuç olarak yeni münevverlerin yetişmesine de engel oluyor. Çünkü düşünceyi ve ifadeyi hız karşısında aşındıran bir akışkanlık yaşanıyor orada. Sosyal medya, kendi ontolojisi gereği karşıtlıklardan ve çatışmalardan beslendiği için, fenomenleşen din uzmanlarını da kaçınılmaz ve sürgit çatışmanın içine çekiyor. En derin meseleler ve o meseleleri en derin şekilde ele almaya kabiliyetli ve bir o kadar mesul şahsiyetleri de kendi yüzeyselliğine hapsediyor. Bugün bizler bu hapsolma halini hem zihinlerimizde hem inançlarımızda iliklerimize dek yaşıyoruz. Sanallığın bu muğlak ve kaypak bataklığına tümüyle gömülmeden önce yapılması gereken son şey belki de gerçeğe uyanmaktır. İçine fazlasıyla düştüğümüz için göremediğimiz bu gerçek dün gibi bugün de mevcuttur. Fakat onu görmek ve kavramak için biraz susmak, biraz içeride tutmak, biraz birikmek, dışarı üflemeden onunla yoğrulmak ve bu yoğrulmayı getirecek esaslı bir yorgunluğun izini sürmek gerekiyor. Artık güzel sözden ziyade samimi tere ihtiyacımız var.