Bulunduğu coğrafya itibarıyla Türkiye’nin birçok alanda ürettiği politikalar Batı ile olan ilişkiler çerçevesinde şekillendiği için Osmanlı’dan günümüze ümmetçilikten dünya vatandaşlığına evrilen eğitim politikalarının değişim ve dönüşümü de hep bu minvalde gerçekleşmiştir.
18. yüzyıldan itibaren Batı merkezli yeni dünya düzeninin gerisinde kaldığı için özellikle eğitim alanında değişikliğe gidilmesi gerektiğine inanan Osmanlı aydınları 19. yüzyılın başında bir yandan ülke genelinde yeni Batılı modele uygun eğitim kurumları inşa ederken bir yandan da bu eğitim modelinin nasıl bir insan tipi ortaya koyacağı konusunda endişelerini ifade etmişlerdir. Nitekim Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi hamilerinden Kethüdazade Mehmet Arif Efendi (1768-1849) “Bizim muradımız, evlad ve ahfadımıza, sanayi kabilinden ecnebi lisanı öğretmektir. Yoksa Hristiyanlık töreleri değil. İlmihal okutmadan yabancı dil okutulursa o çocuk kendi milletinden çıkar, okuduğu lisanın kavminden olur.” (Sakaoğlu, 63-65) diyerek Batı tipi eğitim alan gençlerin nasıl bir zihniyete sahip olacağı konusundaki endişelerini ifade eder. Aslında bu hâlen muhafazakâr anlayış açısından geçerliliğini koruyan bir endişedir. Bu sebeple sürekli olarak Batı’nın sadece teknolojisini almak vurgusu yapılır. Bu dönemde başta Sırp ve Rum olmak üzere Osmanlı tebaasındaki gençler Avrupa’nın farklı merkezlerinde eğitim alırken ve Osmanlı sınırları içinde misyoner okulları açılırken Müslüman Türk çocuklarının nasıl bir eğitim alacağı sürekli tartışılan bir konu olmuştur.
1839 Tanzimat Fermanı ilanı ile birlikte eğitim alanında yapılan reformların nasıl bir insan modeli ortaya koymak istediğinin ipuçları Sultan Abdülmecit’in bir Meclis-i Vâlâ ziyaretinde okunan hatt-ı şeriften çıkartılabilir. Bu hatt-ı şerifte eğitimle ilgili olarak iki kavram dikkat çeker: “Levazım- insaniye yani kişinin gerekli din bilgilerini öğrendikten sonra kimseye muhtaç olmayacak düzeyde bir tahsil kazanması ve icab-ı akl ve hikmet ilkesi yani kişinin bilim ve fen öğrenmesi, görgü ve erdem elde ederek kişiliğini geliştirmesi, bilgili olması” (Sakaoğlu, 69). Tanzimat Dönemi eğitimi Osmanlılık ilkesine dayanıyordu. Bu sebeple Tanzimat aydınları ve yöneticileri bir Osmanlı mozaiği oluşturmak ve imparatorluğu oluşturan milletler arasında bir uyum sağlamak amacıyla rüştiye mekteplerinin sayısını artırmayı, Batı benzeri okullar vasıtasıyla teknik eleman ve uzman yetiştirmeyi hedeflemişlerdi. İmparatorluktan kopuşlar yaşanmaya başladıkça Osmanlılık ve asrilik (çağdaşlaşma) yerini Meşrutiyet Dönemi’nde yavaş yavaş Türk milliyetçiliğine bırakmıştır. Her geçen gün imparatorluktan ayrılan azınlıkların kendi millî devletlerini kurmaları, süregelen savaşlar ve yıkımlar neticesinde milliyetçi Türk çocuğu imgesi kendisini gösterir. Çocukları geleceğin potansiyel vatandaşları olarak gören Meşrutiyet ideologları ihtiyaç duyulan “vatandaş tipi”nin ortaya çıkarılabilmesi için yeni bir eğitim modeli inşa ederler. Vatandaşlık bilincini aşılamak üzere II. Meşrutiyet döneminde okullarda Malûmat-ı Medeniye ve Ahlakiye dersi müfredata eklenir (Üstel, 74). Meşrutiyet yönetim anlayışı “Cemaatten topluma, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişle tarifini bulan yeni bir siyasal-kamusal alan anlayışını ve onun aktörü olacak ‘vatandaş’ı gerektirmiştir.” (Üstel, 32).