İslâmiyet’ten önce Arap yarımadasında yaşayan milletlerden olan Yahudilerin, ticaret, göç ve sürgün sebebiyle Arabistan’a geldikleri bilinmektedir. İslâm geldiğinde Yahudi nüfusun en yoğun olduğu şehir Medine’ydi. Medine’de yaşayan Yahudiler de Arap komşuları gibi kabilelere ayrılmış birbirine muhalif bölükler ve küçük gruplar hâlinde yaşıyorlardı. Bunlar arasında Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza üç büyük kabile idi.
Medine’ye hicretle birlikte Müslümanların Yahudilerle ilişkileri başlamış oluyordu. Çünkü Hz. Peygamber (sas) hicret ettiği zaman Medine nüfusunun yarısından fazlasını Yahudiler oluşturuyordu. Yahudiler Araplara nispetle, peygamberlikle ilgili çok daha fazla bilgi sahibiydiler. Bu sebeple Yahudiler diğer Medinelileri küçümser, hor görür ve iki grup arasında bu hususta tartışmalar çıkardı. Yahudiler, beklenen Resûl ortaya çıktığında kendisine tabi olacaklarını ve putperestlerin şehirden sürüleceklerini söylemek suretiyle psikolojik bir etkiye de sahip oluyorlardı.
Hz. Peygamber’in (sas) hicreti Medine’de yaşayan tüm kabileler üzerinde derin tesirlere ve değişimlere sebep olmuştur. Yürüttükleri siyasetle Medine’yi avuçlarına alan ve Arap kabileleri arasındaki ihtilaftan nemalanan Yahudiler de Müslümanların hicreti ile yakından ilgilenmişlerdir. Safiyye bint Huyey, amcası ile Benî Nadîr’in reisi olan babası Huyey b. Ahtâb’ın, Hz. Peygamber’in (sas) Medine’ye geldiği zaman onu görmek için sabah erkenden yola çıktıklarını anlatır. Hz. Safiyye eve geç dönen ikilinin arasında geçen konuşmada gördükleri kişinin peygamber olduğundan emin olduklarını ama ona karşı düşmanlığa devam edeceklerini ifade ettiklerini anlatır.
Burada Yahudi ileri gelenlerinin peşin hükümlü olarak davrandığı, Hz. Muhammed’in (sas) peygamber olduğuna inandıkları hâlde bunu kabullenemedikleri görülmektedir.
Medine ve çevresinde meskûn Yahudilerin Tevrat’taki bilgilerden ve kendi sözlü nakillerinden hareketle bir peygamber bekledikleri bilinmektedir. Medine’de ikamet etmelerinin nedenlerinden birisi de son peygamber vesilesiyle konumlarını daha da pekiştirmekti. Bu aşamaya kadar tek düşünce etrafında birleşen Yahudiler, son peygamberin Benî İsrâîl’den değil de Araplar arasından çıkması üzerine derin bir hayal kırıklığı yaşamışlardır.
Hz. Peygamber (sas) Medine’ye hicret ettiğinde şehirde birlikte yaşamaları ve bu yeni düzene uyum sağlamaları için Araplar ve Yahudileri de kapsayan farklı etnik ve dinî gruplar arasında bir anlaşma tertip etti. Sözleşmede Yahudilerden Müslümanlara tâbi olanların herhangi bir haksızlığa uğradığında korunacakları kayıt altına alınmaktaydı. Hz. Peygamber’in (sas) Medine’de tesis ettiği yeni düzene karşı çıkamayan hatta hazırlanan yazılı mutabakat metnine imza atmak zorunda kalan Yahudiler antlaşmaya hiçbir zaman bağlı kalmamış ve her fırsatta Müslümanların aleyhine çalışan teşekküllerde yer almışlardır. Siyâsî nüfuz açısından birkaç asırlık kazanımlarını yeniden elde etmek isteyen Yahudiler bazen de Müslümanlar aleyhindeki ittifaklarda öncülük etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de de işaret edildiği gibi Yahudiler üç tavır göstermişlerdir. Yahudilerden Abdullah b. Selâm gibi bir kısmı âlim olan kişiler, zaman kaybetmeden İslâm’a girmiş, sahâbî vasfını kazanmış ve yakın çevrelerinin de İslâm’la müşerref olmasına vesile olmuşlardır. Kimileri de son peygamber vasıflarının tamamıyla zuhur etmesini beklemiş, tereddütlerinin tamamen geçmesini beklemiştir. Muhayrik en-Nadîrî’nin İslâm’a geç girmesinin Nadiroğulları’ndan İslâm’ı seçen Yahudilerin sayısının diğerlerine nazaran sınırlı kalmasına sebep olmuştur. Bunlardan bir kısmı Hz. Peygamber’in (sas) yüreklere dokunan insanî bazı davranışlarından ve güzel ahlâkından etkilenerek bazıları da savaş ve benzeri ortamlarda daha fazla inadın yersiz olduğuna kanaat getirerek iman etmişlerdir. Kaʻb b. Eşref gibi öfkesine bir türlü hâkim olamayanlar da yaşadıkları sürece İslâm’a karşı durmuş, çıkardıkları fitnelerle istenmeyen birçok hadisenin yaşanmasına sebep olmuşlardır.
Yukarıda anlatılanlar Müslümanların Yahudiler karşısındaki durumlarıdır. Bu denli sıkıntıya sebep olan Yahudilere karşı Müslümanlarda bir antipati oluşması beklenebilirdi. Ancak onlar, İslâm’a giren Yahudi asıllı kişilere karşı herhangi bir olumsuz söz söylememiş, onları ötekileştirmemiş, kardeşlik hukukuna uygun hareket etmişlerdir.
Yahudi Asıllı Sahâbîlerin İslâm’ı Kabul Süreci
Yahudilerden İslâm’ı ilk kabul edenler arasında Abdullah b. Selâm’ı görmekteyiz. Büyük bir âlim olan Abdullah b. Selâm’ın Resûlullah’ın (sas) Medine’ye hicretinin üzerinden çok geçmeden Müslüman olması, diğer aile fertlerini de etkilemiş ve onlar da Müslüman olmuşlardır. Çünkü Abdullah b. Selâm’ın bir bilgin olarak gönderilecek peygamber hakkında bilgisi vardı ve Allah Resûlü’nün (sas) peygamber olduğunu anlamakta gecikmemişti. Abdullah’ın, Resûlullah’ı (sas) ilk gördüğünde, onun yüzünün bir yalancı yüzü olmadığını söylediği bilinmektedir.
Hz. Peygamber’i (sas) ilk gördüğünde Müslüman olan Yahudiler olduğu gibi hicretin ardından Medine’de Hz. Peygamber’i (sas) gördükten sonra peyderpey Müslümanlığı benimsemeye başlayanların da bulunduğunu görmekteyiz. Bunlardan biri olan Zeyd b. Sa‘ne, Resûlullah’ı (sas) görünce Tevrat’ta geleceği bildirilen son peygamberin taşıyacağı bütün nitelikleri onda bulmuş, ilk anda bulamadığı iki niteliği de denemek suretiyle tespit etmiştir. Zeyd ve arkadaşları, Resûlullah’ın (sas) son derece halîm ve sabırlı olduğunu, öfkesine yenilmediğini görmüş ve hemen İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. Bu kişiler Müslüman olduktan sonra Medine’de Hz. Peygamber’in (sas) çevresinde yaşamış, malının büyük bir kısmını İslâm’a hizmet için harcamış ve ihtiyaç sahibi Müslümanlara yardım etmişlerdir.
İslâmiyet’i kabul etmeden önce Yahudiler arasında zenginliği ve ilmiyle adını duyurmuş olan kişilerin bu şöhreti, İslâm’a girdikten sonra Müslümanlar arasında da sürmüş; Müslümanlar onları dışlamak öte dursun bağırlarına basmışlardır.
Yahudi Asıllı Sahâbilere Karşı Eski Dindaşları Yahudilerin Tepkileri ve Bunların Altında Yatan Ötekileştirici Bilinçaltı
İslâm’ı benimseyerek sahâbî vasfını kazanan kişilere eski dindaşları çok katı davranmış, onları yalanlama yoluna gitmiş ve ötekileştirmeye çalışmışlardır. Bu durumun tipik bir örneği Abdullah b. Selâm’da görülmektedir.
Hz. Peygamber (sas) Medine’ye geldiğinde Abdullah b. Selâm, “Ben senin gerçekten Allah’ın Peygamberi olduğuna ve hakkı getirdiğine şahitlik ederim.” dedikten sonra Yahudilerin bilginlerinden olduğunu, yanına gelecek olan Yahudilere kendisi ile ilgili soru sormasını istedi. Ayrıca Müslüman olduğunu öğrenmeleri hâlinde kendisinde olmayan şeyleri varmış gibi söyleyeceklerini de ifade etti. Bunun üzerine Resûlullah (sas), Yahudileri çağırdı ve Abdullah’ı sordu. Çok olumlu konuştular. Müslüman olabileceği sorusuna ise defalarca kesinlikle böyle bir şeyin olamayacağını söylediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas), Abdullah’a gizlendiği yerden çıkmasını istedi. Abdullah çıkıp, “Ey Yahudi topluluğu! Yazıklar olsun size! Allah’tan korkun! Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki onun Allah’ın hak peygamberi olduğunu ve hakkı getirdiğini kesinlikle biliyorsunuz.” deyince onlar Abdullah’ın yalan söylediğini belirterek iman etmediler. Zikredilen örnek, Yahudilerin en bilginleri bile olsa Müslüman olanı ötekileştirdiklerini göstermektedir.
Bazı Yahudiler Müslüman oldukları zaman küfür ehli olan bazı Yahudi âlimleri “Muhammed’e ancak şerlilerimiz iman etti. Şayet bizim hayırlılarımızdan olsalardı babalarının dinini terk etmez ve başkasının dinine girmezlerdi.” demiştir. Bunun üzerine Âl-i İmrân Sûresi’nin 113. âyeti nâzil olmuştur: “Hepsi bir değildir; ehl-i kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar.”
Yahudilerin İslâm’ı reddetmesinin arka planında farklı sebepler bulunmaktadır. Tarih boyunca farklı peygamberler ile ilâhî mesaja muhatap olan Yahudiler hem ırk olarak hem ilâhî mesaj olarak kendilerinden başka birisinin bu ayrıcalığa ortak olmasını kabullenemediler. Çünkü Yahudiler din, sosyo-kültürel hayat ve ekonomik güç gibi hususlarda kendilerini Araplardan üstün görmekteydiler. Onlar, kutsal kitap ve kendi ırklarına özgü dinin kendilerini diğer milletlerden üstün hâle getirdiğini düşünüyorlardı. Ancak Hz. Peygamber’in (sas) yeni bir ilâhî mesajla peygamber olarak gelişi bu üstünlük anlayışını yerle bir edecek ve Yahudiler mevkilerini kaybedecekti. Aslında bir mesih, bir kurtarıcı bekleyen Yahudiler kendi ırkları içinden çıkmayan son peygambere karşı daima düşmanlık besleyecekti. Bu düşmanlık Medine’de yaşayan üç Yahudi kabilesinin Müslümanlara karşı birtakım davranışlar sergilemesine sebep oldu. Bu davranışlardan en önemlisi Müslümanları inanç konusunda şüpheye düşürmeydi. Bu faaliyeti yapabilmek için de münafık gibi davranarak suyu bulandırma yoluna gitmişlerdi.
Bahsedilen münafıklık hareketi özellikle Yahudi kabilelerinin âlimleri tarafından yürütülmekteydi. Bu şahıslar yeni dini kabul etmedikleri hâlde olumlu bir tutum içindeymiş gibi görünüp; Müslümanları birbirlerine düşürme, inanç konusunda şüphe uyandırma ve yerli yersiz sorular sorarak zihinleri bulandırma gibi onları zor duruma sokacak faaliyetlerde bulunuyorlardı. Yahudiler Arapları çok kıskanıyor, güçleri yettiğince insanları İslâm’dan geri çevirmeye çalışıyorlardı. Yüce Allah bunu “Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Bakara, 2/109) mealindeki âyetle Resûlü’ne bildirmiştir. Bazı Yahudi âlimlerin ise Resûlullah’a (sas), “Allah’a yemin olsun ki bu güruh senin nebi olduğunu biliyor ancak seni kıskanıyorlar.” dediği bilinmektedir.
Diğer Sahâbîlerin Yahudi Asıllı Müslümanlara Bakışı
Yahudi asıllı bazı kişiler İslâm’ı seçince ashâb tarafından kabul görmüş, içlerinden bilgi sahibi olanlara da bir âlim olarak büyük saygı gösterilmiştir. Sözlerine güvenilmiş, yeri geldiğinde onlara görevler verilmiştir.
Yahudilerden İslâm’la müşerref olanlar diğer Müslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip oldular. Bunun en güzel bir örneğini Sa‘d b. Âiz’de görmekteyiz. O, Medine’de yaşayan Benî Kurayza kabilesine mensuptur. Saʻd, Hz. Peygamber’in (sas) sağlığında Kubâ Mescidi’nde müezzinlik yapmıştır. Saʻd b. Âiz, Bilâl’in olmadığı bir zamanda ezan okuyunca Allah Resûlü (sas) memnun oldu, başını sıvazladı, doğru bir iş yaptığını ve Bilâl olmadığında ezanı okumasını söyledi ve ona dua etti. Hz. Peygamber (sas) vefat edince Hz. Ebû Bekir, Saʻd’ı Mescid-i Nebevî’ye müezzin olarak atamış; Bilâl’den sonra Mescid-i Nebevî’de müezzinlik yapmıştır. Görüldüğü gibi Sa‘d, müezzinlik gibi çok kıymetli bir görevi üstlenmiştir. Bu durum Müslümanların ırk ve millet farkı gözetmeksizin İslâm’ı seçenlere olan yaklaşımlarının tipik bir örneğini oluşturmaktadır.
Sahâbenin Yahudi asıllı sahâbeye olan bakışının bir örneğini şu meselede bulmaktayız. Resûlullah’ın (sas) eşlerinden olan Hz. Safiyye miras olarak yüz bin dirhem kıymetinde bir arazi bıraktı. Bu mirasın üçte birini henüz Yahudi olan kız kardeşinin oğluna vasiyet etti. Miras sahibinin başka dinden olduğu göz önüne alınarak bu vasiyetin yerine getirilmesi hakkında problem çıktı. Yahudi yeğenine miras verilmek istenmedi. Bu husus Hz. Âişe’ye (r.anha) intikal edince “Allah’tan korkunuz ve Safiyye’nin vasiyetini istediği gibi yerine getiriniz.” dedi ve vasiyet Hz. Safiyye’nin istediği şekilde yerine getirilerek yeğenine otuz üç bin dirhem verildi.
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi, Müslümanlar çok problem yaşadıkları Yahudilerden İslâm’a girenlere karşı herhangi bir ötekileştirme politikası uygulamamış; aksine onlardan âlim olanların bilgilerine kıymet vermiş, diğerlerine de Müslümanlık hukuku neyi gerektiriyorsa o şekilde davranmışlardır.
Doç. Dr. Ömer Sabuncu