Menü
Kasım Küçükalp
Kasım Küçükalp
Aklî Bir Temellendirme Bağlamında Kulluk (Modern Dönemde Kulluk Algısı)
Eylül 25, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

İslâmî literatür söz konusu olduğunda, genellikle ibadet kavramıyla karıştırılan kulluk kavramı, her ne kadar insanın Allah’a karşı saygı, hürmet ve itaat duygusu içerisinde, O’nun rızasını kazanmak maksadıyla gerçekleştirmiş olduğu dinî içerikli ve büyük ölçüde Allah’a karşı bir vecibe duygusu içerisinde gerçekleştirilen davranışlara karşılık gelen ibadet kavramıyla bağlantılı olsa da; ibadet kavramını da içerecek şekilde çok daha şümullü bir kavrama gönderme yapmaktadır. Temelinde ubûdiyyet ve ubûdet kelimeleri bulunan kulluk, özü itibariyle insan oluşun dünya-içre anlam ve hakikatini temellendiren, dolayısıyla insan varlığının anlam ufkunu açığa çıkarmak suretiyle insanın dünya-içere varoluşunun amacını bir ideal olarak tayin eden karakteriyle epistemolojik olmaktan ziyade ontolojik bir muhtevaya sahiptir. Söz konusu ontolojik bağlamı içerisinde düşünüldüğünde kulluk, kendisini, zamansal-mekânsal parametrelerin hüküm sürdüğü ve klasik İslâm filozoflarının “kevn ve fesat”, yani oluş ve bozuluş dünyası olarak adlandırdığı bir oluş içerisinde bulan insanın, varoluşunun her anında Allah’la olmayı şiar edinmesi ve sahip olduğu tüm güçlerini, Allah’ın insan için biçmiş olduğu ontolojik statüyü dikkate alan bir düşünce pratiği içerisinde hayata geçirmesini ifade eden bir kavrama karşılık gelmektedir. Buna göre kulluk, insanın dünya-içre varlığı açısından, çeşitli varoluş seçeneklerinden biri anlamında alternatif bir seçenek değil, insanın, bizatihi Allah tarafından insana biçilen amaç doğrultusunda varolmak suretiyle, hakkı verilmiş bir anlamla bütünleşmesinin, başka hiçbir alternatif kabul etmeyen yegâne imkânı olmak durumundadır. Bundan dolayı, İslâm düşüncesi açısından, Allah’a kul oluşun, insan varlıkları için ulaşılması ve arzulaması gereken en yüksek ideal olduğunu söylemek mümkündür.

Kulluğa dair böyle bir kavrayış biçimi, gerek benimsenen varlık ve hakikat anlayışı, gerekse Allah-insan-âlem arasındaki ilişkide, Allah’ın her bakımdan belirleyici olduğu ontolojik-bağlantıyı dikkate alan klasik düşünce veya dünya görüşü açısından son derece makul görülse de modern dünya ve düşünce ufku nazarında irrasyonel kabulden öte bir anlam taşımamaktadır. Zira Charles Taylor’ın, “Tanrı’ya ve hatta bir dine inanmamanın neredeyse imkânsız olduğu zamanlardan, Tanrı’ya inanmanın bireysel bir tercih olarak görülüp, rasyonel olarak haklılaştırıldığı zamanlara nasıl geldik?” sorusuyla gönderme yaptığı moderniteyle birlikte; insanın varlık, hakikat, değer ve anlam ufkuyla paralel bir biçimde, dünya-içre varlığını anlamlı kılacak parametrelerde de köklü bir değişim ve dönüşüm vukua gelmiştir. İnsanın kulluğa yüklediği anlam da dâhil olmak üzere, Allah ve eşyayla ilişkisindeki dönüşümü de izah eder niteliğiyle söz konusu dönüşümün en bariz bir biçimde tezahür ettiği yer, kuşkusuz hakikat kavrayışındaki dönüşüm olmak durumundadır. Platon’dan mülhem bir benzetmeyle ifade edildiğinde, kanaatimizce bu dönüşüm, modern düşünce ve varlık ufkuyla birlikte, insanın hümanistik mağarasından kurtuluşunun yegâne imkânı olan çıkışını yitirmesine bağlı olarak, dünya içre varoluşuna anlam bahşeden Hakikat’le olan bağlantısını da yitirmesi ve kendi epistemik evrenine hapsolması veya gömülmesi olarak görülebilir. Başka bir deyişle bu dönüşüm, klasik düşüncede asıl gerçeklik olarak görülen “ulvî âlem” ile sakınılması gerektiği düşünülen “süflî âlem” arasında, ara-yerde bulunan ve anlamı ulvî maksutlarca belirlenen insanın, müteal Varlık ve Hakikat ufkunu yitirmek suretiyle yeryüzüne çakılması şeklinde ifade edilebilir. Her ne kadar tarihsel Hristiyanlık bağlamında Batı düşüncesindeki tarihi gerilere götürülebilir olsa da Allah, insan ve evren ilişkisinde olduğu gibi, kulluk kavramında da zuhura gelen makuliyet daralmasını söz konusu dönüşüm bağlamında ele almak mümkündür.

Klasik meşruiyet mantığını mümkün kılan referans sisteminin terk edilmesiyle birlikte, doğa dışı veya ilâhî olana müracaat etmeksizin, her şeyi doğal nedenlerle açıklama kaygısı güden modern natüralizmin yanı sıra düşünce konusu kılınan her şeyin insan idrakine indirgendiği modern seküler hümanizmin etkisiyle teşekkül eden yeni referans sisteminin en yüksek ideal olarak insan için biçmiş olduğu değerler ise özgürlük ve eşitlik idealleri olmuştur. Daha Rönesans’tan itibaren her türlü bağlılıktan kurtulmak suretiyle insana dayalı bir kültür inşa etme kaygısının işbaşında olduğu modern düşünce için, bilgide de doğruluk yerine fayda geçer akçe bir değer statüsü kazanmıştır. Böylelikle ulvî maksutlarını bir bir yitiren insan, her türlü dışsal belirlenimden kurtulma ideali içerisinde, sahip olduğu eğilim ve güçlerin herhangi bir engellemeye maruz kalmaksızın açığa çıkarılmasını, özgürlüğünün yegâne imkânı olarak telakki etmeye başlamıştır. Bilhassa Batı düşüncesi açısından ele alındığında söz konusu özgürlük ideali, anlamını, yaratıcısının kendisi için biçmiş olduğu amaçlara uygun bir varoluşta bulan “kul insan”ın ölümünün sonucunda ortaya çıkmıştır. İnsanın ölümünün açık sonucu ise, eylemlerini kendi aklına veya doğasına referansla temellendiren epistemik öznenin, bilinçdışı arzularına müptela bir arzu öznesine vücut verecek şekilde, giderek radikalleşmesiyle birlikte, müteal veya aşkın referans sisteminin büsbütün çökmesi anlamında Tanrı’nın ölümü olarak görülebilir. Aslına bakılırsa, modern ve çağdaş zamanlarda Tanrı’dan, dinden veya dinî olandan rahatsızlığın sebebini de açığa çıkaran söz konusu nihilistik varoluş biçimi, değer, anlam ve amaç bakımından içeriği boşalmış bir “oluş dünyası”nda yaşayan ve istemekten başka hiçbir seçeneği kalmamış olan insanın maruz kaldığı anlamsız ve amaçsız bir varoluş ufkuna karşılık gelmektedir.

19. yüzyıldan beri etkisini giderek artıran ve postmodern diye adlandırılan dönemde ise, kapitalist yaşam pratiğinin arzu-nesne diyalektiğinin de etkisiyle ortaya çıkan imajinatif bir gerçeklik veya simülasyon dünyası, içerisinde insanın gerçeklikle olan bağlantısını büsbütün yitirmesine yol açan bir varoluş formuna vücut vermiştir. İnsan olmak için, sahip olunan güç ve eğilimlerin hangi istikamet doğrultusunda realize edilmesi gerektiğine yönelik ufkunu kaybeden çağdaş insanın ise, görünerek varolmaktan ve istikametsiz bir varoluştan başka seçeneğinin kalmadığı söylenebilir. Öyle ki yana yakıla arzu ettiği özgürlük sevdası yüzünden adeta Allah tarafından kendi haline bırakılan çağdaş insanın elde etmiş olduğunu vehmettiği özgürlük de bilinçdışı libidinal güçleri tarafından determine edilen bir varoluş biçimi ve buna paralel olarak kapitalist yaşam pratiğinin arzu-nesne diyalektiği tarafından meşrulaştırılan “istediği kişi veya şey olması” idealinden başka bir şey değildir. Bu noktada vurgulanması gerekir ki insanın istediği kişi veya şey olması ideali, kapitalist yaşam pratiğinin son derece manipülatif bir biçimde, insanî arzularla arzu nesnelerini eş zamanlı olarak üretmesi ve insanı arzularından kıskıvrak yakalayarak çeşitli arzu nesnelerine müptela hale getirme süreci anlamında arzu-nesne diyalektiğinden bağımsız değildir. İnsanın her iki anlamda da trajik sonuna karşılık gelen bu durum; insanın, özgürlüğüne mani olduğu gerekçesiyle bağlanmayı reddettiği ulvî maksutlarının yerine, bilinç-dışı bir karakter arz eden süfli ilgi ve çıkarlarını geçirmesi (libidinal özgürlük) ve onlara kayıtsız şartsız kul olmayı özgürlük addederek insan oluşunun asıl anlamını yitirmesi olarak okunabilir.

Tam da bu noktada ifade edilmelidir ki: İnsanı, muhtevasında hiçbir değer, anlam ve amaç barındırmayan çağdaş nihilistik varoluş ufkundan kurtaracak ve insan oluşun hakkı verilmiş anlamıyla bütünleştirecek olan yegâne imkân din/İslâm -zira İslâm, Peygamberini kaybetmediği için beşerî bir öğreti formunda deforme olmamış yegâne dindir- ve dinin insana kazandırmış olduğu kulluk bilinci olmak durumundadır. Yukarıda da altını çizdiğimiz üzere, kulluk, anlam bakımından basit bir bağlılık ve itaatin çok ötesine uzanan karakteriyle, insan oluşun asıl anlam ve istikametini belirleyen ontolojik karakterli bir kavrama karşılık gelmektedir. İnsanın dünya-içre varlığı boyunca sormak durumunda olduğu “Ben kimim?”, “Neredeyim?”, “Buraya nereden geldim?”, “Öldükten sonra bana ne olacak?”, “Burada niçin bulunmaktayım?” vb. büyük ve anlamlı sorular yanıtını dinden ve dinin insan için adeta bir ideal olarak öne koyduğu kulluk bilinci ve ufkundan almak durumundadır. Kulluk bilinci sayesinde insan, her şeyin bir malikinin olduğunu, hiçbir şeyin sahipsiz ve başıboş olmadığını, kendisinin dünyada belli bir amaç doğrultusunda (kulluk) yaratıldığını, sahip olduğu güçlerle imtihan içerisinde olduğunu ve söz konusu güçleri belli bir istikamet doğrultusunda seferber etmesi gerektiğini, kendi hümanistik sınırlarını (fizik ve metafiziği) sınırsızca aşmakla birlikte, vahiy ve peygamber yoluyla haberdar edildiği bir gayb/hakikat alanının var olduğunu öğrenmek suretiyle, aksi takdirde anlamdan/anlamlandırma imkânından büsbütün yoksun kalacak olan mevcudatın, insan varlığına istikamet tayin edecek şekilde birer âyete/işarete dönüşmesine tanıklık etme imkânına kavuşur. Zira kulluk, dünya-içre varlığı itibariyle insan için, elde etmesi mümkün tüm itibarî varlık ve değerlerin ötesine uzanan ontolojik mahiyetiyle, bütün itibarî varlık maskelerini dağıtan ve dünyanın itibarî varlıklarla icra ettiği oyunsu tabiatını ifşa eden en yüksek ontolojik statüye karşılık gelmektedir.

Bu anlam çerçevesi içerisinde düşünüldüğünde kulluk, felsefe tarihi boyunca, “ya, ya da” şeklinde formülize edilen düalistik mantığa bağlı olarak, özgürlük-determinizm kıskacı içerisine hapsedilmiş insanın, müteal varlık alanıyla olan ontolojik rabıtasını dikkate almak suretiyle söz konusu düalistik düşünme pratiğini aştığı varoluş biçimine karşılık gelmektedir. Böyle bir varoluş biçimi açısından özgürlük ise, tüm bağlılıklardan veya gerekliliklerden kurtulmaktan ziyade, insanın sahip olduğu veya Allah’ın insana bahşetmiş olduğu tüm güçlerin, yaratılış veya varoluş amacı doğrultusunda seferber edilmesini mümkün kılan bir teslimiyet/gereklilik yoluyla kazanılan ontolojik bir statü olmak durumundadır.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
İlkeli Yönetim
Ramazan Kayan
Kudüs’te Bir Eşraf Ailesi: el-Hüseynîler...
Sezai Balcı
Gazze: Direniş ve Diriliş Mektebi...
Abdullah Yıldız
Zafer Vadedilen Kur’ân (Tufan) Nesli...
Recep Songül
Filistin Direnişi Bize Ne Anlatıyor?...
Aydın Ünal
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
"Filistin davası, Filistinlilerin ya da Arapların ...
Abdurrahman Arslan
“Dünyaların değiştiremediği insanlar ancak dünyala...
Muhammed Emin Yıldırım
“Müslümanın dünyayla ilişkisi tedbir ve temkin ili...
Kasım Küçükalp
... her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikeni...
Ali Osman Öncel
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
Türk Sinemasında Neden Hz. Muhammed (sas) Filmi Yo...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
Avrupa’nın Ortasında Var Edilen Güçlü Bir İnanç İk...
Mikail Çolak
İnsan Göç Eyler
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
Ensârî Bir Muhacir: Zekvân b. Abdükays...
Miraç Okutan
İki Hicret Sahibi: Ca’fer b. Ebû Tâlib...
Miraç Okutan
NEBEVİ VARİSLER
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Ca'fer b. Ebû Talib
Zeynep Simit
Süleyman b. Yesâr
Ruveyda Büyükkendirci
Ömer b. Abdülaziz
Kevser Özdağ
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x