Resûlullah Efendimiz’in (sas) Mekke-i Mükerreme’de başlayıp Medine-i Münevvere’de devam etmiş bulunan yirmi üç yıllık peygamberlik hayâtının yirmi yılını, mensûbu bulunduğu Kureyş kabilesiyle mücâdele ederek geçirmek mecbûriyetinde kalmış bulunuyordu. Bu dâvanın temel eksenini, tek Tanrı inancının kabul ettirilmesi ile tamâmı kul hakkının çiğnenmesi üzerine kurulmuş Câhiliye Çağı düzeni ve zihniyetinin yıkılması ve dönüştürülmesi mücâdelesi teşkil ediyordu. Bu önemli nokta, Hz. Peygamber’in Birinci Akabe Bîatı’nda yer alan esaslar ile Hicret’ten sonra 8 (638) yılında nâzil olan bir Kur’an âyetinde ayrı ayrı sıralanarak ifâde edilmiş bulunmaktadır. Bilindiği üzere Hicret’ten önce Medine’den gelen Evs ve Hazrec kabîlelerine mensup on iki kişi, nübüvvetin on ikinci yılı (621) Zilhicce ayında hacdan sonra Mînâ’da, Akabe denilen yerde Hz. Peygamber ile gizlice buluştular. Hiçbir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zinâ yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftirâ etmeyeceklerine, Hz. Peygamber’in emirlerine uyacaklarına söz vererek kendisine bîat ettiler. Birinci Akabe Bîatı, savaşla ilgili hususları ihtivâ etmediği için “Bey’atü’n-nisâ” (kadınlar bîatı) adıyla da meşhur olmuştur. Bîat edenler arasında hiçbir kadın bulunmamasına mukâbil bu adın verilmesinin bir sebebi savaşla ilgili bir emrin bu bîat esasları arasında bulunmaması olarak ifâde edilmiş, İslâm’da kadınların savaş ile mükellef olmamaları göz önüne alınmıştır.[1] Diğer taraftan, Mümtehine sûresi 60/12. âyetinde aynı şartların kadınların bîatı yâni İslâmiyet’e giriş şartları için de istenmesi, bu şartların devamlılık arzettiğini göstermektedir. Aynı zamanda, savaşla cihad dışında, -savaş dışındaki cihad ile kadınlar da mükelleftir- kadın-erkek arasında dine girmek ve kabul edilen mükellefiyetler bakımından bir farkın bulunmadığını gösteren âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: “Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zinâ etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir iftirâ düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmeyecekleri husûsunda sana bîat etmeye geldiklerinde onların bîatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir.” İslâmiyet başta tevhîd akîdesi olmak üzere bu şartların yerine getirilmesi için birçok Kur’an âyetiyle Câhiliye Çağı’nın bu kötü ve yanlış gelenek ve alışkanlıklarını ortadan kaldırmaya yönelik esaslar, hukûkî ve ahlâkî müeyyideler getirmiştir. Biz bu makâlemizde, tevhîd mücâdelesinin önemli bir safhasını teşkil eden Kâbe-i Muazzama’nın putlardan ve putperestlerden temizlenmesini ele alacağız.
Kâbe’nin Putlardan Temizlenmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de Kâbe, Beyt (ev), Beytullah (Allah’ın evi), el-Beytü’l-Atîk, el-Beytü’l-Harâm, el-Beytü’l-Muharrem ve el-Beytü’l-Ma’mûr isimleri verilen bu mukaddes binâ, İslâm inancına göre yeryüzünde yapılan ilk mâbeddir. Müslümanların kıblesi, hac ve umre ibâdetleri esnâsında tavaf ettikleri, Mekke şehrinde ve Mescid-i Harâm’ın ortasında bulunmaktadır. İlk defa ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı husûsunda kaynaklarda yer alan bilgiler arasında ihtilâf vardır. Kur’ân-ı Kerîm, Kâbe’nin âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev olduğunu (Âl-i İmrân 3/96) vurgulamaktadır. İnsanlar için güvenli bir toplanma yeri, Allah’ın Hz. İbrâhîm ve oğlu Hz. İsmâîl’in orayı tavaf, rükû ve secde yeri olarak insanlar için temiz tutmalarını emrettiği, emin bir yer kıldığı, onların da bu evin temellerini yükseltirken “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur!” diye duâ ve niyazda bulundukları (el- Bakara 2/125-127) bir mâbed olarak tanıtmaktadır. Ayrıca insanların haccetmek, kurban kesmek ve insanlara dağıtmak böylece de kirlerinden arınmak üzere Kâbe’ye gelmelerini ve tavaf etmelerini emretmiştir (el- Hac 22/27-29). Hz. İbrâhîm’den önce Kâbe’nin var olduğunu, ancak yıkılıp uzun zaman içerisinde yerinin kaybolduğu ve Allah’ın göstermesi (bildirmesi) sonucunda İbrâhîm tarafından bulunarak oğlu ile birlikte yeniden yapıldığı şu âyet ile anlaşılmaktadır: “Bir zamanlar İbrâhîm’e beytin yerini göstermiştik…” (el-Hac 22/26). Fakat Hz. İbrâhîm’den önce kimin tarafindan inşâ edildiği husûsunda Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.[2]
Hac ve umre maksadıyla Kâbe’yi ziyaret, Hz. İbrâhîm zamânından îtibâren günümüze kadar tevhid esâsına göre kesintisiz devam etmiş ve kıyâmete kadar da devam edecektir. Ancak kesin târihi tespit edilemeyen bir dönemde, Hz. Peygamber zamânından önce, Mekke’de putperestliğin başlamasıyla müşrikler Kâbe ve çevresine çok sayıda put dikerek burayı puthâneye çevirmişlerdi. Ayrıca zaman içerisinde tevhid inancına aykırı ifâdeleri telbiyeye eklemişler, putlara kurban kesmek ve bâzı kadın ve erkeklerin tavâfı anadan doğma çırılçıplak yapmak gibi kötü ve yanlış usûlleri alışkanlık hâline getirmişlerdi. Bununla birlikte Mekkeli müşrikler Kâbe’yi hiçbir zaman bu putlara nisbet etmemişler, onu dâima Beytullah olarak görmüşler, fakat kendilerini Allah’a yaklaştırdığına inandıkları putları aracı yapmaya ve onlara kurban kesip duâ etmekten de vazgeçmemişlerdir. Hz. İbrâhîm’in dinine bağlı Hanîfler gibi bâzı kimseler ise Kâbe’yi putperest anlayışın dışında ziyarete devam ediyorlardı. İslâm kaynaklarında Kâbe ve çevresine putların nasıl konulmaya başlandığına dâir iki ayrı haber rivayet edilmektedir.
Bu rivayetlerden ilkine göre İsmâil oğullarının taşlara ilk defa tapmaları, kendilerine dar gelip başka yerlerde yurt edinmek için Mekke’den ayrılırken Kâbe’ye saygıları sebebiyle oradaki taşlardan bir tânesini yanına alıp götürürler, bir yere koyarlar ve Kâbe’nin etrâfında dolaştıkları gibi onun etrâfında da dolaşırlardı. Bu sûretle yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka taşlara da tapma alışkanlığı ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini tâkip etti, eski dinlerini unuttular, İbrâhîm ve İsmâil’in dinini başka bir din ile değiştirdiler, putlara taptılar ve başka insanların kabul ettikleri sapıklıkları benimsediler, tevhîd inancının gereği yapılan hac ve umreye de devam ettikleri için Kâbe’ye gösterdikleri saygıyı terketmediler. Diğer rivayete göre ise, Cürhümlülerden Kâbe idâresini ele geçiren Huzâ’a kabîlesine mensup Amr b. Luhay, Arabistan’a putperestliği sokan ilk kimse olarak bilinmektedir. Amr bir iş için gittiği Belkâ bölgesinde (bugünkü Ürdün civârında) Meâb denilen yerde yaşayan Amâlika kabilesi mensuplarının putlara taptığını görmüş, ilk defa gördüğü manzara karşısında hayrete düşerek bunların mâhiyetini sormuş. Bu putların insan şeklinde yapılmış ilâhlar olduğunu ve bunlara taptıkları cevâbı üzerine Arabistan’a götürmek üzere kendilerinden bir put istemiş; Amâlikalılar da kendisine kırmızı akîkten yapılmış Hübel (veya Menât) adlı bir insan heykeli vermişler. Amr da bunu Mekke’ye getirip Kâbe’nin içine, Kâbe’ye gelen hediyelerin konulduğu kuyunun üzerine koymuş ve herkesi ona tapmaya, önünde fal oku çekmeye çağırmış; putlara kurban adama âdetini de ihdas etmiştir. Huzâ’alılar bir eli kırık olan bu heykele altından bir el takmışlardı. Hübel’den sonra Kâbe içinde zinâ eden İsâf ve Nâile’nin taş olan heykellerinin birinin Safâ diğerinin de Merve tepesine dikilmesi yanında Ved, Süvâ, Yeğüs, Yeûk, Nesr ve benzeri her kabîleye âit olmak üzere pek çok put (360 kadar) mâbedin çevresine yerleştirilmişti. Müşrik Araplar putların etrâfında da tavaf yapmaları yanında, putlarını ululayarak Kâbe’yi tavaf edelerdi. Kureyşliler, hac ve umre için Kâbe’yi ziyarete gelen kabîlelerden âzamî derecede istifâde etmek ve onların ilgilerini çekmek için başka kabilelerin putlarının Kâbe çevresine dikilmesini bilhassa istiyorlardı. Arapları putlara tapmaya çağıran ve alıştıran Amr’ı; Hz. Peygamber, bu yaptıklarından dolayı bağırsaklarını cehennem ateşinde sürürken gördüğünü söylemiştir.[3] Diğer taraftan Kureyşliler, Kâbe’nin iç duvarlarına eski peygamberler, melekler ve bâzı putların temsîli mâhiyetindeki figürlerini çizmişler, aralarında Mekke’yi şehir hâline getiren Kusayy’ınki olmak üzere bâzıları da mesleklerini temsîlen altmış kadar insan, hayvan ve ağaç figürleri de koymuşlardı. Bîset-i nebevîden beş yıl önce Hz. Peygamber’in Hacer-i Esved’i yerine koyduğu sırada yıkılıp yeniden yapılan Kâbe’nin iç duvarlarına, tavan ve direklerine yeniden insan, hayvan ve bitki figürleri çizildi. Bu arada inşâatı yapan ustanın ve yapı malzemelerinin Kızıldeniz’in Şuaybe limanında karaya oturmuş ve kilise yapımı için Yemen’e giden gemidekiler olduğu, bundan dolayı da Kâbe duvarına çizilen bâzı figür ve konulan fresklerin, bunlar arasında Hz. Îsâ ve Meryem Ana’ya âit ikonaların varlığına da burada işâret etmek gerekir.[4]
Kâbe ve çevresinde yer alan bu putlar, Hz. Peygamber’in Mekke’yi fethetmesine kadar yerlerinde kalmıştır. Resûlullah 20 Ramazan 8 (11 Ocak 630) günü Mescid-i Harâma Kâbe avlusuna huşû ve hudû içinde girmiş; ilk yaptığı şey, Beytullâh’ı çeviren putların ve şirk alâmetlerinin oradan kaldırılması olmuştur. Kaynakların verdiği bâzı bilgilere göre yanına Hz. Ali’yi alan Resûlullah onun omuzuna çıkarak Kâbe duvarının dışındaki bâzı şeyleri indirmek istedi. Ancak Hz. Ali’nin kendisini taşıyamadığını görünce, kendisi oturup Hz. Ali’nin omuzuna çıkmasını emretti. Kendisine verilen emri yerine getiren Hz. Ali, Hz. Peygamber’in omuzlarında yukarıya kaldırıldığı sırada emredilenleri yapması yanında, o sıradaki hissiyâtını: “…Bana öyle bir hâl geldi ki, istesem gökyüzünün ufkuna değecektim. Sonra Kâbe’nin üzerine çıktım. Resûlullah kenara çekilerek ‘Onların en büyük putunu aşağı at!’ buyurdu. Bu put bakırdan yapılmış olup demirden kazıklarla yere çakılmış bir put idi. Resûlullah ‘Onu sök!’ buyurdu, arkasından da ‘Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Zâten bâtıl zâil olmaya mahkûmdur!’ (İsrâ 17/81) âyetini tekrar ediyordu. Onu yerinden sökmek için çalıştım ve sonunda yerinden oynatmayı başardım.” şeklinde önemli bir hâtıra olarak anlatmıştır.[5] Diğer taraftan kaynaklarımız, Kâbe’yi tavaf etmeye başlayan Resûlullah’ın (sas) her şavt esnâsında aynı âyeti okuyarak elindeki kamçısıyla işâret ettiği her putun yıkıldığını, sonra da bunların toplanarak yakıldığını mûcizevî bir üslûpla anlatmaktadır. Bu arada Kâbe’nin içine girmek üzere, hicâbe (Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarının muhâfaza edilmesi) vazîfesine bakan Osman b. Talha’dan Kâbe’nin anahtarlarını getirmesini emretti. Bâzı rivayetlere göre bizzat kendileri Kâbe’nin içine girerek burada ve Kâbe’nin iç duvarlarında bulunan putların ve resimlerin zemzem suyu ile yıkanıp silinmek sûretiyle kaldırılmasını sağladı. Bâzı rivayetlerde ise Hz. Ömer’i oradaki bütün resimleri kaldırması için vazîfelendirdi. Bu arada Resûlullah’ın Hz. Meryem ve kucağındaki oğlu Hz. Îsâ’ya âit ikonayı eliyle kapatıp onun yerinde kalmasını istediği, diğer bir rivayette ise Hz. Ömer’in fal oku çeker şekildeki Hz. İbrâhîm ve oğlu İsmâil ile meleklerin bulunduğu resim hâriç diğerlerini sildiği ve Kâbe’nin içinden çıkarttığı, Hz. Peygamber’in Hz. İbrâhîm’in fal oku çekmediğini ve bunu yapanların da bu hakikati bildiklerini söyledikten sonra onun da kaldırılmasını emrettiği anlatılmaktadır. Bu temizliklerden sonra Resûlüllah Kâbe’nin kapısını kapattırıp içeride iki rekat namaz kılıp Rabbine duâ ve niyazlarda bulunarak şükranlarını sunup göz yaşlarını döktü. Sonra da, Mekke’nin idâresi, hac ve umre ile ilgili Câhiliye Çağı’nın bütün alışkanlıklarını ve görevlerini [hicâbe ve sikâye (hacılara su temîni) hâriç olmak üzere] ilgâ edip Kâbe’nin damında Bilâl’in okuduğu ezan ile Beytullâh’ın yeniden tevhid dininin mâbedi hâline gelmesini sağlamış oldu.[6]
Hz. Peygamber, Mekke sokakları yanında evlerdeki putların ortadan kaldırılmasını: “Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa evindeki putu kırsın!” sözleriyle istemiş; ayrıca Arabistan’ın bâzı bölgelerinde bulunan putları ve putperest mâbetlerinin de ortadan kaldırılmasını sağlamak üzere bâzı sahâbîleri kumandan tâyin ederek çeşitli seriyyeler göndermiş, Yarımada’da tevhid inancının yeniden ihyâ edilmesini sağlamıştır.[7]
Putperestlerin Kâbe’yi Ziyaretten ve Mescid-i Harâm’a Girmekten Men Edilmeleri
Mekke’nin fethinden sonra Kâbe ve çevresini putlardan temizleyen, sonra da Huneyn Savaşı’nı yapan ve Tâif Muhâsarası’na giden, oradan Mekke’ye dönüp umre yaptıktan sonra Hz. Peygamber ve ordusu, hac zamânı yaklaşmasına rağmen hac yapmadan Medine’ye döndü. Bu noktada üzerinde durulacak en önemli konu, İslâm’da ibâdet târihi içinde haccın ne zaman farz olduğu meselesidir. İslâm âlimleri, muhtemelen haccın Hz. İbrâhîm’den beri yerine getirilen bir ibâdet olması dolayısıyla Müslümanlara ne zaman farz kılındığı konusunda görüş birliğine varamamışlardır. Kaynaklarda hicretin 5. 6. 7, 8, 9 ve 10. yıllarının ileri sürüldüğü görülür. Buhârî’nin eserine aldığı bir hadîse göre, “Ona yol bulabilenlerin Beytullah’ı haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Âl-i İmrân 3/97) meâlindeki âyet 9. yılda nâzil olmuştur.[8] Hz. Peygamber ikisini hicretten önce, birini Vedâ Haccı diye meşhur olan 10. yılda olmak üzere üç defa hac yapmıştır.[9] Resûlullah Mekke’nin fethi yılında bir hac emîri tâyin etmemiş, Mekke vâlisi Attâb b. Esîd bu görevi Müslümanlarla birlikte, müşrikler ise eskiden beri bu vazîfeyi yerine getiren Ebû Seyyâre’yle yerine getirmiştir. Ertesi yıl yâni 9. senede Resûlullah hac yapmak üzere Mekke’ye gitmek istemiştir. Ancak bir rivayete göre Kâbe’yi çıplak olarak tavaf eden bâzı müşriklerin bulunmasından çekinmiş veya Câhiliye Çağı âdeti olarak ayların yerlerini değiştiren nesî uygulaması sonucunda haccın doğru târihte ve gününde yerine getirilemeyeceğinden dolayı bu niyetinden vazgeçmiştir. 300 kadar Müslüman ile Hz. Ebû Bekir’i “Hac Emîri” olarak göndermiştir.[10]
Fetihten sonra Mekke şehri, Mescid-i Harâm ve Kâbe’nin içi-dışı putlardan temizlenmesine, şehir halkı yâni Kureyşliler de Müslüman olmalarına mukâbil, Yarımada’da yaşayan çeşitli kabîlelere mensup henüz Müslüman olmayan putperestlerin, bir diğer ifâdeyle müşriklerin Mescid-i Harâm’a girmesi ve Beytullâh’ı tavaf etmesi, hac ve umre ziyaretlerinde bulunması devam ediyordu. Putları yasaklayıp kaldıran Resûlullah onlar için bir yasak henüz koymamıştı. Belki de, kaynaklarda bir bilgi bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber, kendisini ve Müslümanları Kâbe’yi ziyarete izin vermeyen ve onları Hudeybiye’den geri çeviren, ancak 7. Hicret yılında yalnızca üç günlüğüne umre yapılmasına izin veren kabilesi müşrik Kureyşliler’e benzememek için onlara bir yasak koymak istemediği düşünülebilir. Aşağıda ele alacağımız Berâe (Tevbe) sûresinin ilgili âyetlerinden anlaşılacağı üzere, bâzı müşrik Arap kabileleriyle süreli veya süresiz antlaşmalar yaparak fetihten sonra idâresini ele aldığı Mekke’ye onların girmesine izin vermiş olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda bâzı kabîlelerin isimlerine yer verilmesine mukâbil, onlarla böyle bir antlaşmanın ne zaman yapıldığına işâret edilmemektedir. Hudeybiye Musâlahası’nda yer alan bir esâsa göre, isteyen müşrik Kureyşlilerle, isteyen Hz. Peygamber ile muâhede yapabileceklerdi. Bu maddeye istinâden Huzâ’a kabîlesi gibi Resûlullah ile antlaşma yapan kabîleler olması da mümkün değildir; çünkü o sırada Mekke idâresi Kureyş’in elinde bulunuyordu ve Hz. Peygamber’in onlara hac ve umre için izin vermesi de söz konusu olamazdı. Ancak Mekke’nin fethinden sonra bu dost kabîlelere giriş izni verilmiş olmalıdır ki kaynaklarda bu izin ile ilgili açık bir ifâde yer almamakta ancak süreli veya süresiz antlaşması bulunan kabîlelerin isimleri yer almaktadır.
Yüce İrâde bu meseleye el koymuş ve Evi’nin ve Mescid-i Harâm’ın putperestlere ebediyyen yasaklanmasını emretmiştir. Şöyle ki Hz. Ebû Bekir’in Medine’den hareketinden sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in son nâzil olan 9. Berâe sûresinin ilk 28 âyetini inzâl buyurdu. Bir kısmı Tebûk Seferi öncesi, bir kısmı bu sefer esnâsında başından îtibâren ilk 28 âyeti ise bu sefer sonrasında nâzil olan bu sûrenin ilk kelimesi “Berâe’”den adını alması yanında Tevbe sûresi diye de bilinmektedir ve diğer 113 sûreden farklı olarak başında Besmele bulunmamaktadır. Hz. Ali, “Besmele” bir emândır, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a sığınmaktır; bu sûre ise kılıç ve antlaşmaları bozmak husûsunda nâzil olmuştur. “Berâe” Allah ve Resûlü’nden kat’-ı alâka demektir, diyerek bu noktayı îzah etmiş, savaş îlânının Besmele ile yapılmasının uygun olmayacağını ve Hz. Peygamber’in de bu sûrenin başında Besmele zikretmeksizin bu âyetleri vahiy kâtiplerine yazdırmış olduğu gerçeğini doğrulamıştır. Bu sûre ile Yüce Allah, Kâbe’yi mâbet kabul eden müşriklerle Müslümanların yapmış oldukları antlaşmaları, süresiz olanlarına dört ay, süreli olanlarına ise, şâyet antlaşma şartlarına riayetsizlik yapmamışlarsa, süresinin sonuna kadar mühlet verilmesinden sonra feshedildiğini ve onların ya Müslüman olmaları, yoksa öldürüleceklerini Kendisi ve Resûlü adına ihtar ve îlân etmiştir. Resûlullah Efendimiz bir ültimatom gibi ifâdelerin yer aldığı bu kesin emir üzerine Medine’den hareket etmiş bulunan Hz. Ebû Bekir’in arkasından, muâhedeler hakkında başkan veya âilesinden (ehl-i beyt) birisinin söz sâhibi olabileceği şeklindeki Araplar arasında eskiden beri cârî olan bir geleneği göz önüne alarak Hz. Ali’yi, hacca gelenlere bu âyetleri okuyup tebliğ ve aşağıdaki hususları da ayrıca îlân etmek üzere göndermiştir: Sûrenin ilk üç âyetinin meâli şöyledir:
“Allah ve Resûlü’nden kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere berâettir (ihtardır, ültimatomdur, bir fesih bildirimidir); yeryüzünde dört ay daha serbestçe dolaşın; fakat bilin ki asla Allah’ı âciz bırakamazsınız ve Allah inkârcıları er geç rezil rüsvâ edecektir. Yine Allah ve Resûlü’nden bu büyük hac günü insanlara duyurudur: Allah ve Resûlü’nün müşriklerle hiçbir bağı yoktur. Şâyet tevbe ederseniz, bu kendi iyiliğinize olur; eğer sırt çevirirseniz biliniz ki siz Allah’ı âcizliğe düşüremezsiniz. İnkarcıları elem veren bir azapla müjdele!” (Tevbe 9/1-3).
Üçü bu sûredeki âyetlerin hükümlerini, birisi de Hz. Peygamber’in emrini ihtivâ eden Hz. Ali’nin îlân edeceği esaslar da şunlardır:
- Kâfirler cennete giremeyeceklerdir (Tevbe 9/3).
- O yıldan sonra müşrik bir kimse hac yapamayacak ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır (Tevbe 9/28).
- Kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeyecektir.
- Peygamber ile süresiz ve genel mâhiyette andlaşması olanların andlaşmaları iptal ve ilgâ edilmiştir; bu durumda olanlar yeryüzünde dört ay serbestçe dolaşacaklar, sonra müslüman olmadıkları takdirde öldürüleceklerdir. (Tevbe 9/4,7).
Hz. Ali, 10 Zilhicce 9 târihinde yâni bayramın birinci günü Minâ’da Cemre’nin yanında toplanan insanlara verilen emirlerin gereğini yerine getirmiştir. Hz. Ali’nin bu emirleri insanlara teblîği esnâsında nasıl bir aksülamel ile karşılaştığı hakkında kaynaklarda yalnızca bir habere ulaşabildik. Bu rivayete göre o, Tevbe sûresinin ilk âyetleri ve Hz. Peygamber’in emirlerini îlân edince bâzı müşrikler: “Biz senin ve amcaoğlunun ahdinden uzağız. Amcaoğluna bildir ki biz ahdimizi arka tarafımıza attık. Bizimle onun arasında mızraklarla savaşmaktan, kılıçlarla vuruşmaktan başka ahid yoktur.” dedikten sonra dönüp giderlerken bâzıları kendilerini: “Siz ne yapıyorsunuz? Kureyşliler bile Müslüman oldular!” diyerek îkaz ettiler ve sonunda hepsi Müslüman oldular.[11] Esâsen Yüce Allah’ın bu kesin operasyonu tesîrini hemen göstermiş ve Kâbe’yi mâbet kabul eden müşrik zümrelerin son bakiyyeleri de İslâm dâiresine girmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, Kâbe’yi mâbet kabul eden müşrik Araplara, ya Müslüman olmaları veya öldürülmeleri şeklindeki çok sert ve kat’î tutumuna mukâbil; aynı sûrenin 29. âyetinde Ehl-i kitap mensuplarıyla ilgili farklı bir hüküm ortaya koymuştur.
Mekke’nin fethiyle başlayan ve Tevbe sûresinin nâzil olmasıyla devam eden bütün bu gelişmeler, tevhid merkezi ve sembolü olan, hac ve umre ibâdetlerinin mukaddes mekânı ve Müslümanların kıblesi Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Harâm’ı putlardan ve putperestlerden temizlemiş ve aslî hüviyetine yeniden kavuşturarak Allah’ın Evi’ne uygun hâline getirmiştir. Bir yıl sonra Resûlullah, yüz binden fazla ashâbıyla târihe Vedâ Haccı olarak geçecek hac farîzasını büyük ceddi Hz. İbrâhîm’in zamânındaki gibi edâ etme imkânına kavuşmuş, 23 yıllık tevhid mücâdelesinin ve başarılı peygamberlik hayâtının semeresini görüp Rabbine şükürler etmiştir.[12]
* Bu makale, İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından neşredilen Yüksek Mîmar Dr. İ. Aydın Yüksel’e Armağan (İstanbul: 2012) adlı eserde yayınlanmış olup önemine binaen metinde herhangi bir tasarrufta bulunulmadan bu sayımızda yer verilmiştir. İstanbul Fetih Cemiyeti’ne makalenin yayınlanma izni verdiklerinden dolayı teşekkür ederiz (Ed).
** Emekli Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyât Fakültesi Dekanı (1997-2000) ve (2003-2006), İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye (thk. M. Es-Sakkâ ve arkadaşları) I-II, Kahire 1955, I, 431-434.
[2] Hz. İbrâhîm’den önce Kâbe’nin Hz. Âdem yâhut oğlu Hz. Şît, hattâ onlardan önce melekler tarafından yapıldığını ve tavaf edildiğini bildiren rivayetler bulunmaktadır. Bunlar için bk. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk (thk. Muhammed Hamidullah), Rabat 1976, s. 72- 73; İbn İshâk’ın bu konudaki rivayetleri, İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye’sinde bulunmamaktadır; el-Ezrakî, Ahbâru Mekke (thk. Rüşdî es-Sâlih Melhas), I-II, Beyrut 1389/1969, I, 32 vd.; Mustafa S. Küçükaşçı, Câhiliye’den Emevilerin sonuna kadar Haremeyn, İstanbul 2003, s. 41-42.
[3] Buhârî, “Menâkıb”, 9; Müslim, “Cennet”, 50; “Amel”, 11; İbn Hişâm, I, 76-91; Süheylî, er-Ravdü’l-ünüf (thk. Abdurrahman el-Vekîl), I-VII, Kâhire 1968, I, 346-382; İbn al-Kelbî, Putlar Kitabı (ter. Beyzâ Düşüngen), Ankara 1969, 26 vd.; el-Ezrakî, I, 88-130; Küçûkaşçı, 45, 47, 58.
[4] İbn İshâk, 83; el-Ezrakî, I, 160 vd.; Küçükaşçı, 44-48.
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 74; İbn Ebû Şeybe, XIV, 488; Hâkim, Müstedrek. II, 367, III, 5.
[6] Kâbe ve çevresinin putlardan temizlenmesine dâir kaynaklarda çok geniş şekilde ve farklı bilgilerle anlatılan rivayetlerden kısaca özetlemeye çalıştığımız bu haberler için bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 8, 11; “Meğâzî”, 48; İbn Hişâm, II, 413, 416-417; Vâkıdî, Kitâbü’l-Meğâzî (thk. Marsden Jones), I-III, London 1966, II, 832-834; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ (thk. İhsan Abbas), I-IX, Beyrut 1376/1957, II, 136-137; el-Ezrakî. I, 157 vd.; ed-Dimaşkî, Peygamber Külliyâtı (ter. Adem Yerinde), I-XIII, İstanbul 2006, V, 292 vd.; Hamîdullah, I, 267; Küçükaşçı, 156-158.
[7] İbn Sa’d. II, 137.
[8] Buhârî, “Hac”, 1.
[9] Tirmizî, “Hac”, 6.
[10] İbn İshâk, 80; el-Ezrakî, I, 186; İbn Habîb, el-Muhabber, Haydarâbâd 1942, 11; İbn Abdilber, bu iki gerekçeyi birlikte zikreder, ed-Dürer, 250-251. 10. yılda yapılan Vedâ Haccı’nın zamânında yapıldığını bizzat Hz. Peygamber okuduğu meşhur Vedâ Haccı Hutbesi’nde ifâde buyurmuştur; bk. Buhârî, “Meğâzî”, 77.
[11] Taberî, Târîhu’r-rusül (de Goeje), I-III, Leiden 1879-1881, I, 1721.
[12] Hz. Ebû Bekir’in Hac Emîrliği ve Tevbe (Berâe) sûresi için bk. Buhârî. “Salât”, 10, “Hac”, 67, “Tefsir”, 9/2; İbn İshâk, 80; İbn Hişâm. II, 543-554; Vâkıdî III, 1076-1079; İbn Sa’d. II, 168-169; el-Ezrakî, I, 186; İbn Habîb, 110; a.mlf., Kitâbü’l-Münemmak (thk. H. Ahmed), Beyrut 1985, 86-90; Taberî, Târîh, I, 1720-1722; a.mlf., Câmi’u’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’an, I-XXX, Bulak 1321, X, 41 vd.; Süheylî, VII, 26-27, 238 vd., 343-344; ed-Dimaşkî. VIII, 450 vd.., XI, 365-370; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2441 vd.; Hamidullah, I, 540-542; M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münâsebeti. İstanbul 1987, 270-284; Küçükaşçı, 164-170; H. Karaman-M. Çağrıcı-İ.K. Dönmez-S. Gümüş, Kur’an Yolu, I-V, Ankara 2006, II, 716 vd.
Tevbe veya Berâe sûresi, Kâbe’yi mâbet kabul eden müşriklerin Mescid-i Harâm’a girmelerini kesin olarak yasaklaması yanında, Ehl-i kitap ile münâsebetler ve cizye vergisi, Tebûk Seferi esnâsında Müslümanların takındığı farklı tavırlar ve münâfıkların durumu, zekât dağıtılacak yerler, nesî meselesi ve yasaklanması, bedevîlerin zihniyeti ve îman durumu, tevbelerin kabûlü, Resûlullah’a canla başla destek olan ilk Müslümanların ve onların yolunu izleyenlerin Allah katındaki yüce mertebeleri gibi çeşitli konulan ihtivâ eden ve Resûlullah’ın çevresinin âdeta röntgen ve emarını çeken bir muhtevaya sâhip olmasıyla dikkati çeker. Müşriklerle ilgili 28. Âyeti ise, Yüce Allah’ın puta tapıcılığın insana yüklediği mânevî sefâleti çok açık ve sert bir ifâde ile sarâhaten ortaya koymuştur: “Ey îman edenler! Biliniz ki müşrikler pistirler; artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar!”