Menü
Serdar Demirel
Serdar Demirel
Serdar Demirel ile “Eğitim” Sayısına Özel Röportaj
Eylül 26, 2023
Yazarın Tüm Yazıları

“Vahiy temelli, değer merkezli ve çok katmanlı metodoloji ile ancak kendi medeniyetimizi inşa edebiliriz.”

 

İbn Haldun Üniversitesinden Prof. Dr. Serdar Demirel hocamızla bu sayımızın dosyası olan eğitim konusunu ele aldık. Meselenin daha çok teorik yönlerini, bilgi ve varlık sahasındaki konumu üzerinden felsefî alt yapısını ve temel yaklaşımlarını, İslâmî değerleri referans alan bir eğitim sisteminin imkânlarını değerlendirmeye çalıştık.

Röportaj: Abdulaziz Tantik

Eğitim hem mevcut var olanların hem de yeni nesillerin varlık sahasına olumlu bir şekilde yer almalarına yönelik olmazsa olmaz bir terbiye ve öğretim modelidir. Terbiye ve öğretim birlikte düşünülmesi gereken bir olgusal konum ihtiva eder. Eğitimde öğretim ve terbiye bütünlüğünü muhafaza etme adına bir dönem 90’lı yıllarda bilginin İslâmîleştirilmesi meselesi gündeme taşındı. Mesele Türkiye’de İsmail Raci el-Farukî’nin Bilginin İslâmîleştirilmesi kitabıyla gündeme taşındı ama yeterli düzeyde tartışılamadan gündemden çıktı. Sizce bilginin İslâmîleştirilmesi meselesinin aslı neydi? Siz hem Pakistan hem de Malezya’da öğretim üyeliği de yaptığınız için meselenin bizzat içinden biri olduğunuz için aslında bu soruları daha net sormak istedim.

Bilginin İslâmîleştirilmesi meselesi nereden ortaya çıktı? Öncelikle sanayi devrimi sonrası Batı’da çok yeni bir paradigma inşası meydana geldi. Dolayısıyla Batı, skolastik dünya görüşünden modern dünya görüşüne geçiş yaptı. Bunun sonucunda askerî ve sanayi hamleler yaparak önce Bengal’i ele geçirdiler. 1757 yılında İngiltere Bengal’e -Bengal dediğimiz bugün Bengladeş ve Hindistan’ın bir bölümü- yerleşmeye başladı. Dolayısıyla burası özellikle Hint-İslâm medeniyeti açısından çok önemli bir coğrafya. İngilizler buraya gelip burada hakimiyetlerini kurmaya başlıyorlar. Yine 1774 yılında Osmanlı ilk kez toprak kaybediyor Ruslara karşı. Karlofça Anlaşması yapılıyor. Bu, Osmanlı için büyük bir dönüm noktasıdır. Yani imparatorluk toprak kaybediyor. “Niye toprak kaybediyor?” sorusu otomatikman gündeme gelmeye başladı. Arkasından 1789 yılında Napolyon, Mısır’ı işgal ediyor. “Ne oluyor?” sorusu sorulmaya başlandı. Mısır’ın ordusu var. Napolyon ordusuyla geldiği zaman Mısır’ın ordusunun elindeki topların menzili 3 km iken, Napolyon’un elindeki topların menzili 5 km. Dolayısıyla karşısındaki Müslüman ordu teslim olmak zorunda kaldı. 1852 yılına geldiğinde bugünkü Hindistan ve Pakistan Hint Alt Kıtası tamamen İngilizlerin kontrolüne geçiyor. Böyle bir dönemde Müslüman âlemi şunu sorgulamaya başlıyor:

“Bizim medeniyetimiz Batı medeniyetinden daha iyi, daha güçlü idi. Ne oldu da bu yenilgiler üst üste gelmeye başladı?” İşte o zaman bazı düşünürler, Müslümanlar, önde gelen kanaat önderleri; “Biz Batı’nın ilmini almadığımız için, bilimsel gelişmelere adaptasyon sağlayamadığımız için geri kaldık.” demeye başladılar. Bu anlamda Hindistan’da Seyyid Ahmed Han daha sonra İngiliz kraliyeti tarafından kendisine Sir unvanı verilmiş ve Sir Seyyid Ahmed Han olarak literatüre girmiş birisi, Aligarh Koleji’ni kuruyor. O kolej daha sonra Aligarh Üniversitesi olarak hâlâ bugün aktif olarak faaliyette bulunuyor. Ben ziyaret ettim o üniversiteyi Aligarh şehrinde. Aynısını Mısır’da Muhammed Abduh’lar olarak görüyoruz. Şunu diyorlar: “Yapılması gereken Batı’nın ilmini almak, kendi ahlâk sistemimizi de korumak. Dolayısıyla bu entegre yapı içerisinde biz yeniden kaybetmiş olduğumuz bilimsel, siyasî öncü rolümüzü tekrar elde edebiliriz.” Çıkış buradan başlıyor. Osmanlı’da da bu var. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Med-Zehra projesi, Mehmet Akif Ersoy’un Japon modelini esas alması “Yitirmiş olduğumuz bilimsel öncülüğü tekrar nasıl kazanabiliriz?” sorunu… Aslında bilginin İslâmîleştirilmesi de buradan geliyor. Daha bu kavram henüz icat edilmedi. Yenilgi var, biz yeniden kendimizi nasıl toparlayabiliriz? Burada farklı, birbirine yakın projeler üretiliyor. İşte imam-hatip projesi de bunun bir sonucudur. İslâm coğrafyasının farklı yerlerinde ve hatta ilk İslâmlaşmak konseptini kullanan Ziya Gökalp’tır. Yani böyle bir gidişat var. Dolayısıyla biz benliğimizi, kimliksel yapımızı, şöyle koruyabiliriz: İslâm ahlâkını koruyarak ve Batı ilmini alarak koruyabiliriz. O dönem görünemeyen bir şey vardı. Görünemeyen şey şu: Bilim dediğimiz şey farklı bilimsel disiplinlerde üretilen o sonuç, sadece objektif sonuçlar değil, aynı zamanda kültürel sonuçlar. Dayanmış olduğu bir dünya görüşü var. Hiçbir bilgi bir kültürel ortam oluşmadan, bir dünya görüşüne yaslanmadan ortaya çıkmaz. O dönemin âlimleri, düşünürleri, kanaat önderleri bu dünya görüşünü çok göremediler. Sonra modern dönemde Mısır’da, Osmanlı’da, Hindistan’da modern okullar açılmaya başladığında ağır ağır bu problemler de görülmeye başlandı. O zaman “Ne yapılmalı?” sorusu devam etti. Uzatmadan, 1977 yılında Suudi Arabistan’da Mekke’de Kral Abdülaziz Üniversitesi’nin öncülüğünde uluslararası bir eğitim kongresi yapılıyor. İslâm âleminin farklı coğrafyasından 300 entelektüel, âlim, akademisyen davet ediliyor ve “İslâm âleminde eğitim reformu başlatmamız lazım. Ne yapabiliriz?” meselesi tartışılıyor. Birden fazla proje sunuluyor, burada ön plana çıkan bilginin İslâmileştirilmesi projesi oluyor. Bilginin İslâmîleştirilmesi projesi ile ne kastediliyor? Aslında bu konseptten birden fazla şey kastediliyor. Şöyle ki: Farklı kanaat önderleri, bu projeye sahip çıkan farklı düşünürler birbirinden farklı şeyler de söylüyorlar. Hepsi aynı şeyi söylemiyor. Mesela Maley dünyasının meşhur akademisyenlerinden ve düşünürlerinden Seyyid Nakib el-Attas İslâm ve Sekülerizm kitabında bu projenin ilk etapta kendisine ait bir proje olduğunu ve bu zeminde ilk makaleyi kendisinin yazdığını söylüyor ama bu proje daha çok İsmail Farukî’nin Bilginin İslâmîleştirilmesi kitabıyla meşhur oluyor. Meseleyi iki entelektüel, âlim düzeyinde ele aldığımızda Seyyid Nakib el-Attas’ın bu meseleyi daha çok felsefîk bir zeminde ele aldığını görüyorsunuz. Farukî ise daha teknik bir boyutta yani bir yol haritası niteliğinde neler yapılabileceğini anlatıyor.

Aslında bunlara farklı şeyler de eklenebilirdi. Dolayısıyla farklı kanaat önderlerinin, başka isimler de zikredebilirim Prof. Dr. Kemal Hasan gibi, yapmak istedikleri şey şu: Batı’nın psikolojiden sosyolojiye, iktisattan hukuka kadar farklı disiplinlerde ürettiği devasa bir bilgi birikimi var. Biz bu birikimi görmezden gelemeyiz. Çok dominant bir yapıya sahip ve dünyanın her tarafında hâkim. Görmezden gelemeyiz, gelmememiz de lazım. Ancak olduğu gibi kabul de edemeyiz. Çünkü nihayetinde temelinde seküler bir paradigma var. Bizim dünya görüşümüze aykırı, inançlarımıza aykırı. Bizde çoklu bir varlık tasavvuru varken gördüğümüz, müşahade ettiğimiz, dokunduğumuz, tecrübe ettiğimiz bir varlık âlemi… Bir melekut dediğimiz işte ruhumuz, melekler, gaybî bir varlık âlemi. Bir de tüm bunların üstünde bunları var eden, lahuti varlık âlemi, Allah’a ait varlık âlemi. Dolayısıyla bunların her birisi farklı bir varlık âlemine, farklı bir boyuta işaret eder. Biz bütün bunları bütün olarak ele alırız. Bir uyum içerisinde meselelerimizi yorumlarız. Batı’daki bilgi sistematiği, paradigma ise birinci ve ikinci varlık katmanını elinin tersiyle itiyor. Varlık katmanını sadece ve sadece görülen varlık katmanına indirgiyor. Dolayısıyla bir Müslüman olarak hem inançlarımız gereği hem medeniyet tecrübesi gereği bunu kabul etmemiz mümkün değil. Ve dünyada gelmiş geçmiş yirmi beşe yakın medeniyet vardır. Belki de ilk kez bir medeniyet bütün varlık katmanlarını tek varlık katmanına indirgiyor. Dolayısıyla biz bu bilgi birikimini inkâr edemeyeceğimize göre, varlık katmanını da tek boyutta ele alamayacağımıza göre o zaman bu bilgi birikiminden nasıl istifade edeceğiz? Onlar dediler ki: Yapılacak şey pilot üniversiteler kurmak. Bu pilot üniversiteler İslâm âleminin, dünyanın birçok farklı ülkesinden akademisyeni, âlimi bir araya getirecek. Bunlar modern bilgi birikimini İslâmîleştirecek. Buna farklı isim de koyabilirsiniz. Fakat öyle bir kavram olsun ki kolay anlaşılır olsun, muhatap neyin kastedildiğini, aradaki farkı görsün diye böyle bir kavramsallaştırmayla ifade ettiler. Yapılacak şey şudur: Medeniyetimizin paradigmasının zeminine basacağız. Batı bilgi birikiminden istifade edeceğiz ama ona teslim olmayacağız.

Bilginin İslâmîleştirilmesi meselesi sanırım 80’li yıllarda gündeme geldi. Bizde de tartışmalar oluştu. Hatta “İslâmî roman olur mu olmaz mı?” gibi tartışmalara kadar mesele gitti. “Ne İslâmîdir, ne değildir?” tartışmaları oldu ama çok çabuk ve kısa geldi. Yani bu yeterince tartışılmadı galiba. Bu tartışmayı eksik bırakan şey Müslümanların yeterli bir kültürel donanıma sahip olmamaları mıydı? Yoksa başka bir sebep de olabilir mi? Mesela bu mesele ciddi bir şekilde tartışılsa, Müslümanların uyanmasına vesile olacağı için acaba Batı tarafından da buna saboteye yönelik bir şeyler mi yapıldı?

Aslında Müslümanların kahir ekseriyeti adına koymadan bilginin İslâmîleştirilmesini istiyor. Fakat Türkiye’de bilginin İslâmîleştirilmesine karşı bir ön yargı oluştu erken dönemde, 90’larda… Ön yargının oluşmasının temel sebebi görebildiğim kadarıyla şu: Bilgi, objektif olarak kabul edildi. Yani şu ayrımı yapmadılar: Bir bilimsel hakikatler vardır. Scientific facts diyoruz buna. Onlar coğrafyadan coğrafyaya, toplumdan topluma değişmeyen sonuçlardır. İki, teoriler vardır. Üç, teorilerin altında hipotezler vardır. Şimdi hipotezleri, teorileri, bilimsel hakikat olarak ele aldığımızda orada yaşanacak sorunları çok göremediler. Bu teorilerin de önemli ölçüde bilimsel hakikatlerin bir parçası olduğu sanısıyla hareket ettiler ve dediler ki: “Eğer bir şey bilimsel hakikat ise, o Allah’ın isimlerinin kainattaki yansımalarıdır.” Bilim ne yapar? Bilim aslında sünnetullahın keşfine yönelik bir faaliyettir. Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, kainattaki yansımalarını keşfeder, bunu formüle eder, oradan yeni projeler üretir. Bu sünnetullahtır. Dolayısıyla bu da İslâmîdir. Bir şey İslâmî ise, yeniden İslâmîleştirilmesi söz konusu olmaz. Oysa bilginin İslâmîleştirilmesini savunan Farukî’ler gibi, Attas ve diğerleri bunu görmeyecek kadar altyapıları olmayan insanlar değillerdi. Onların kastettiği daha çok sosyal bilimlerin sübjektif üretimi. Bu sübjektif üretim, disiplinden disipline değişebildiği gibi on yılda da bir yenilenebiliyor. Dolayısıyla biz buna nasıl teslim olabiliriz? Yani bir örnek verecek olursak sosyolojiye göre dindar sosyologlar yoktur değil, vardır. Ancak bir bilimsel disiplin olarak söyleyeyim. “Sosyolojiye göre din nedir?” sorusunu sorsanız, “Antropolojiye göre din nedir?” sorusunu sorsanız mutlaka alacağınız cevap şudur: “Din, tabiat karşısında aciz kalan, ona teslim olmak zorunda kalan insanın sığınmak için icat ettiği bir kültür, bir arayışın sonucu. Tevhid ise çok sonra Yahudilikle ortaya çıkmış bir fenomendir.” Şimdi bu, inanç sistemiyle baştan sona çelişen bir şey. Bir Müslümanın bunu kabul etmesi mümkün mü? Peki soru şu: Sosyolojinin veya antropolojinin verdiği bu cevap bilimsel hakikat mi? Bilimsel hakikat olmadığına göre ve ben kendi üniversitelerimde, okullarımda sosyoloji de okutmak durumunda olduğuma göre o zaman sosyolojiyi benim kurmam lazım. Yani ondan istifade edip İslâmî paradigmaya göre yeni bir textbook yazmam, yeni bakış açıları üretmem lazım. İşte bu faaliyetlere verilen isimdir bu. Fakat onlar bunu görmediler ve dediler ki: “İlim Allah’ın hakikatleridir, kainattaki hakikatleridir, İslâmî’dir. Bunun İslâmîleşmesi söz konusu olamaz.” Böyle bir yanlış gerekçeden yola çıktılar. Bir kısmı gerçekte bilmiyordu, üzerine yoğunlaşmamıştı. Daha doğrusu Batı’nın epistemolojisiyle İslâmî epistemolojinin farklı olacağının çok farkında değildi. Yani epistemolojik meseleler üzerine yoğunlaşmamış, oradaki bilimsel yöntemin objektif olduğu düşüncesiyle bizim problemimiz bilimle değil. Çünkü bilimsel faaliyeti bilmediği için, bizim meselemiz onların yaşam tarzıyla, ahlâkıyla vs. Biz bunun içini İslâm ile doldururuz dediler. Nasıl dolduracaksın o epistemolojiyle, varlık tasavvuruyla yüzleşmeden? Medeniyetleri birbirinden farklı kılan unsurlar vardır. Niye takriben yirmi beş medeniyetten bahsediyoruz? Mesela İslâm medeniyeti diyoruz. Bunların türleri vardır. Hint-İslâm medeniyeti, Endülüs İslâm medeniyeti, Osmanlı İslâm medeniyeti. Ama bunlar hepsi İslâm medeniyetidir. Niye hepsine İslâm diyoruz? Çünkü paradigmaları aynı. Dolayısıyla farklı bir medeniyetten bahsediyorsak burada demek ki farklı bir şeylerden bahsediyoruz. Farklı şey nedir? Birincisi ontoloji, varlık tasavvuru. İkincisi Epistemoloji, bilgi tasavvuru, bilgi üretme sistematiği. Bir medeniyet ontolojide ve epistemolojide diğer medeniyetle ittifak ettiği zaman o zaman farklı bir medeniyetten bahsediyor değiliz. Nasıl ki bugün modern dönemde Çin’i, Hindistan’ı, Batı’yı ele alın. Bunlar kültürel olarak farklı görüntülere sahip olsalar da aynı varlık tasavvurunda, aynı epistemolojide birleştikleri için hepsi moderndir.

0 0 Yorumlar
Puan
Bildir
guest

0 Yorum
Satır İçi Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
DOSYA
İlkeli Yönetim
Ramazan Kayan
Kudüs’te Bir Eşraf Ailesi: el-Hüseynîler...
Sezai Balcı
Gazze: Direniş ve Diriliş Mektebi...
Abdullah Yıldız
Zafer Vadedilen Kur’ân (Tufan) Nesli...
Recep Songül
Filistin Direnişi Bize Ne Anlatıyor?...
Aydın Ünal
RÖPÖRTAJLAR
“Gazze’de yaşananlar, Batı’nın dünya kamuoyundan, ...
Derda Küçükalp
"Filistin davası, Filistinlilerin ya da Arapların ...
Abdurrahman Arslan
“Dünyaların değiştiremediği insanlar ancak dünyala...
Muhammed Emin Yıldırım
“Müslümanın dünyayla ilişkisi tedbir ve temkin ili...
Kasım Küçükalp
... her nimetin bir külfeti var. Gülü seven dikeni...
Ali Osman Öncel
SİRET-İ İNSAN
Savaşın Çocukları
Bahriye Kaman
Toplumun Kurucu Hücresi Olan Ailede Örneklik Vasfı...
Bahriye Kaman
Lider, Önder, Rehber!
Bahriye Kaman
Göçebe Ruhu
Bahriye Kaman
Nitelikler ve Roller
Bahriye Kaman
SİNEMA
Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak. Ama!...
Abdülhamit Güler
Bu Film, Böyle Devam Edemez!
Abdülhamit Güler
Göstermenin Mesuliyetinde Sinemanın Örnekliği...
Abdülhamit Güler
Perdedeki Kimin Afeti, Felaketi, Kıyameti!...
Abdülhamit Güler
Türk Sinemasında Neden Hz. Muhammed (sas) Filmi Yo...
Abdülhamit Güler
GEZİ-YORUM
Prizren’de Osmanlı Evladı Olmak
Mikail Çolak
Vakur ve Mahzun Bir Efsanedir: Kudüs...
Mikail Çolak
Habib-i Neccâr’ın Gözyaşları
Mikail Çolak
Avrupa’nın Ortasında Var Edilen Güçlü Bir İnanç İk...
Mikail Çolak
İnsan Göç Eyler
Mikail Çolak
SAHABİ BİYOGRAFİSİ
F Tipi Dünya
Rumeysa Döğer
Afrâ bint Ubeyd Yüzlü Kadınların Zamanından…...
Rumeysa Döğer
Bütün Şehit Annelerine: Sümeyra Bint Ubeyd Teselli...
Rumeysa Döğer
Ensârî Bir Muhacir: Zekvân b. Abdükays...
Miraç Okutan
İki Hicret Sahibi: Ca’fer b. Ebû Tâlib...
Miraç Okutan
NEBEVİ VARİSLER
Mücâhid b. Cebr
Damla Mıdış
Takvâ Sahiplerinin Öncüsü Hasan Basrî...
Beyza Durna
Ca'fer b. Ebû Talib
Zeynep Simit
Süleyman b. Yesâr
Ruveyda Büyükkendirci
Ömer b. Abdülaziz
Kevser Özdağ
Scroll Up
0
Düşüncelerinizi çok isterim, lütfen yorum yapın.x